ayet… - north east islamic community...

27
Evrad-Zikir-Cevsen https://www.youtube.com/watch?v=_FRK0mxkOA4 Hazirlik Sorulari: 1.Zikir ne demektir? 2.Cevsen Efendimize (SAV) nasil gelmistir? 3. Kalpteki hislerin (letaifin) inkisafi nasil olur? Ra’d / 28. Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur. Ahzab / 41-42. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin. Bakara / 152. Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! Al-i İmran / 191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! * Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler. Rabb Teâla sormaya devam eder: "Onlar beni gördüler mi?" "Hayır!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" "Eğer seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta'zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı" derler. Allah tekrar sorar: "Onlar ne istiyorlar?" "Senden, derler, cennet istiyorlar." "Cenneti gördüler mi?" der. "Hayır ey Rabbimiz!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer görselerdi, derler, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi." Allah 1

Upload: others

Post on 09-Feb-2021

6 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

AYET…

Evrad-Zikir-Cevsen

https://www.youtube.com/watch?v=_FRK0mxkOA4

Hazirlik Sorulari:

1.Zikir ne demektir?

2.Cevsen Efendimize (SAV) nasil gelmistir?

3. Kalpteki hislerin (letaifin) inkisafi nasil olur?

Ra’d / 28. Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.

Ahzab / 41-42. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin.

Bakara / 152. Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!

Al-i İmran / 191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !

* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. AIIahu Teâlayı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar.

Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana tazim (temcid) ediyorlar" derler.

Rabb Teâla sormaya devam eder: "Onlar beni gördüler mi?" "Hayır!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" "Eğer seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta'zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı" derler. Allah tekrar sorar: "Onlar ne istiyorlar?" "Senden, derler, cennet istiyorlar." "Cenneti gördüler mi?" der. "Hayır ey Rabbimiz!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer görselerdi, derler, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi." Allah Teâla sormaya devam eder: "Neden istiâze ediyorlar?" "Cehennemden istiâze ediyorlar" derler. "Onu gördüler mi ?" der. "Hàyır Rabbimiz, görmediler!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı" derler. Bunun üzerini Rabb Teâla şunu söyler: "Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!"

Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözüne devamla şunu anlattı: "Onlardan bir melek der ki: "Bunların arasında falanca günahkar kul dahi var. Bu onlardan değil. O başka bir maksadla uğramıştı, oturuverdi." Allah Teâla.. "Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturanlar da onlar sayesinde bedbaht olmazlar" buyurur."

* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise AIIah'tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada AIIah'ı zikretmezse, ona AIIah'tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnada Allah'ı zikretmese, Allah'tan ona bir noksanlık vardır."

* Ebü Müslim eI-Eğarr (rahimehullah) diyor ki: "Ben şehâdet ederim ki Ebü Hüreyre ve Ebü Said (radıyallâhu anhümâ) Resülullah (aleyhissalâtu vesselam)'in şöyle söylediğine şehâdet ettiler: "Bir cemaat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını sarar, AIlah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan (büyük melek)lere anar."

* Hz. Ebü Musâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde AIIah zikredilmeyen evlerin misâli, diri ile ölünün misali gibidir."

* Hz. Ebü Hüreyre'nin rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Resülullah (aleyhissalatu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse ben öyleyimdir. O, beni zikredince ben onunla beraberim. O beni içinden geçirirse, ben de onu içimden geçiririm. O, beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim."

* Ebü Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Kim yatağına temiz (abdestli) olarak girer ve uyku bastırıncaya kadar AIIah'ı zikrederse gecenin herhangi bir saatinde uyanıp da AIIah'tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse AIIah Teâla, istediğini mutlaka ona verir."

* Hz. Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Kul, kendini Allah'ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir."

Cevşen

Zikir, Allah ı hatırlamak ve anmak demektir; ve diğer ibadetler gibi O’nu hatırlamak ve anmak (zikir) başlı başına bir ibadettir. O kadar ki, Kur'an da, 200 kadar ayet zikir konusundan bahsetmektedir. Hatta, Namaz ibadeti için Kur'an da, onun bir zikir olduğu yani Allah ı hatırlatan olduğu vurgulanmıştır. Cuma günleri hutbede okunan bir ayette, “velezikrullahi ekber” (Allah ı anmak/hatırlamak en büyük şeydir) denmek suretiyle zikrin kulluk hayatımızda ne denli önemli olduğu vurgulanmaktadır.. Bizler de belli başlı ibadetlerimiz dışında çeşitli zikir cümlelerini okuruz. Mesela, her namazdan sonra 33’er defa, Subhanallah, Elhamdu lillah, Allahu Ekber, deriz. Üstad, Lem’aların ilk sayfasında, 7 zikir cümlesinin her akşam okunmasını tavsiye etmiştir. Bunların dışında önemli bir zikir ve dua metni de Cevşen’dir.

CEVŞEN

Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygamberimiz’e a.s nisbet edilen iki duanın adıdır. Şiî kaynaklarında Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygamberimize a.s isnat edilip Büyük Cevşen (el-Cevşenü'1-kebir) ve Küçük Cevşen (el-Cevşenü's-sagir) diye bilinen, metinleri birbirinden farklı iki duanın ortak adıdır. Cevşen-i Kebîr, diğerine nisbetle çok daha meşhur olup "Cevşen" denilince genellikle bu dua akla gelir. Farsça asıllı olduğu kabul edilen cevşen kelimesi sözlükte "bir tür zırh, savaş elbisesi" anlamına gelmektedir.

Anlatıldığına göre, Asr-ı saadette cereyan eden savaşların birinde (bir rivayette Uhud'da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Hz. Peygamber ellerini açarak Allah'a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve, "Ey Muhammed! Rabbin sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır" demiştir. Olayla İlgili Şiî kaynakları, Cebrail'in Hz. Peygamber'e söz konusu duanın önemi ve faziletiyle ilgili geniş bilgi verdiğini de kaydeder.

Ehli beyt ya da şii silsile denilince, sırasıyla, Peygamberimiz a.s – Hz. Ali – Hz. Hüseyin – Zeynelabidin – Muhammed el-Bâkır - Ca'fer es-Sâdık - Mûsâ el-Kâzım .. adlı imamlar akla gelir. Cevşen, Ca'fer es-Sâdık'a nisbet edilmektedir.

Rivayetlere göre Allah, Cevşen-i Kebîr'i dünyayı yaratmadan 50.000 yıl önce arşın direkleri üzerine yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse dünyada her türlü belâdan, âfet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah'a münâcâtta bulunan kimseye Bedir şehidleri derecesinde şehid sevabı verilir. Onu okuyan kimse dört semavî kitabı okumuş gibi olur; her harfi için kendisine cennette iki ev ile iki eş verilir; ayrıca insandan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır; asla cehenneme girmez…

Cevşen-i Kebîr, her biri Allah'ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtiva eden 100 bölümden ibaret uzunca bir duadır. Her bölüm sonunda:

"Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l emenel emen, Hallisna minen-nar” (1-30 arası)

"Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l emenel emen, Ecirne minen-nar” (31-60 arası)

"Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l emenel emen, Neccine minen-nar” (61-90 arası)

"Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l emenel emen, Hallisna minen-nar” (91-100 arası)

Yer alır ve en sonunda bir dua ile son bulur. Böylece duanın tamamı Allah'a ait 250 isim ile 750 sıfat ve münâcâtı kapsamış olur. Bütün bu münâcâtların ana gayesi, duanın muhtevasından ve her faslın sonunda tekrarlanan "Hallisnâ – Ecirne – Neccine mine'n-nâr" (..Bizi cehennem azabından koru!) ifadesinden de anlaşılacağı gibi, âhiret azabından kurtuluş istenmektedir.

Cevşen-i Kebîr özellikle Şiî dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmış, çeşitli müelliflerce şerh edilmiştir. Cevşenin Şiî dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt imamları tarikiyle rivayet edilmiş olmasının yanında faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur. Dua, bazı Şîa bölgelerinde özel matbaalarca kefen üzerine yazılmakta ve cenazenin kefenlenmesinde kullanılmaktadır. Türkiye'deki Ca'fe-rî gruplarından Kerbelâ veya Meşhed'e gidebilenler böyle bir kefen alıp gelmekte ve bunun cenazelerine sarılmasını vasiyet etmektedirler. Cevşen-i Kebîr aynı gruplar tarafından Kadir gecesi ümidiyle kutlanan ve "ihya geceleri" adı verilen ramazanın 19, 21 ve 23. gecelerinde de kendi camilerinde topluca okunmaktadır.

Muhtevasının güzelliği, ifadelerinin akıcılığı ve okunduğunda elde edilebilecek dünyevî ve uhrevî iyi sonuçlara dair rivayetlerin çokluğu sebebiyle olacaktır ki Cevşen-i Kebîr Türkiye'deki bazı Sünnî müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duayı Ahmed Ziyâeddin Gü-müşhânevî, tarikata dair birçok evrâd ve ezkârı derlediği Mecmûcatü'l Ahzâb adlı eserinde nakletmiştir.

Hatırlayacaksınız ki, Hocaefendi, Mecmuatü’l Ahzab adlı bu üç ciltlik eseri gözden geçirmiş, tekrarları çıkartmış, bazı düzeltmeler yaparak ve az bir ilavede ile, Kulubu’d Daria adıyla neşretmiştir. Bizler, bu eseri de okumaktayız…

Bediüzzaman Said Nursi de Cevşen’e çok önem vermiştir. Üstad, 35 sene hergün Cevşen okuduğunu belirttikten sonra, ona atfedilen abartılı faziletleriyle ilgili izahlarda bulunmuştur (Bkz: Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat 2003, s. 142, 284 –Küçük Boy baskı-). Cevşen-i Kebîr'in faziletleriyle ilgili olarak abartılı görülen nakiller vardır. Bu nakledilenlere gelince. Allah'ın insana verdiği imkân ve yetenekler, ona tanıdığı haklar ve yüklediği görevler karşısında kişinin bir duayı okumakla dünya ve âhiretin bütün kötülüklerinden korunup mutluluğa erişmesi İslâmiyet açısından, hatta bütün semavî dinler bakımından mümkün değildir.

Cevşen, Risâle-i Nûr cemaati tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe'ye de tercümeleri yapılmıştır. Türkçe tercümelerde sadece duanın metni dikkate alınmış, kaynağına ve faziletlerine dair rivayetlere temas edilmemiştir. Ayrıca Şiî kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı bölümler ile isim ve sıfatların sıralanışında takdim ve tehirler, bazı kelime ve harflerde değişiklikler, özellikle bölümlerin başlangıç ve bitimlerinde tekrarlanan cümlelerde eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır. Yine bu kitaplarda 100. bölümden sonra zikredilen ve "Allâhümme rabbenâ" diye başlayan kısım da rivayetin aslında mevcut değildir. Bu farklılıklar, Türkiye'de basılan kitapların duayı Şiî kaynaklarından değil. Mecmuatü’l Ahzâb'da rivayetin aslına ve kaynağına işaret edilmeden nakledilen metinden almalarından kaynaklanmaktadır. Cevşen-i Kebîr'in Süleymaniye Kütüphanesi'nde müstensihi (el yazısıyla çoğaltan kişi) ve istinsah tarihi bilinmeyen bir nüshası mevcuttur.

Cevşen o kadar etkili bir dua kitabıdır ki, kişinin farklı dinden olması bile okumaya mani olmamaktadır. Katolik hıristiyan bir din adamı olan Morovitch (Vatikan Türkiye temsilcisi) Cevşen’i hem okuyor, hem de okunmasını istiyor. Ayrıca, yanında birkaç nüsha da taşıyor ki dostlarına da hediye edebilsin. Ve televizyon ekranlarında insarları Cevşen okumaya teşvik eden birçok konuşması da yayınlanmıştır.

Bizler de cevşen’i, ibadet maksadıyla Arapçasından okumalıyız. Bunun yanında, Çevirisini de okuyarak, Allahımız hakkında mülahaza geliştirmeliyiz. Mülahaza geliştirmek demek, kendisine ibadet ettiğimiz Mabud kendisini bizlere nasıl tanıtmış, Peygamberimiz a.s onu hangi sıfatlarla anmış ise bizler de O’nu öylece tanımaya çalışmalı; Marifet ufkumuzu (Allah bilgimizi) onun isim ve sıfatlarını öğrenerek genişletmeliyiz. Çünkü, Marifet olmadan yani Allah bilinmeden Muhabbet yani O’nun sevgisi oluşmaz. Cevşen, Allah a marifet ve muhabbet geliştirmek konusunda en büyük kaynaklarımızdan birisidir.

RNK dan

– “Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,

Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhûr duâ-i Nebevî olan el-Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl hâricindeki sevap ve fazîletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Râvî, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübâlağa görünüyor. Meselâ, içinde der: “Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir”. Hem “Göklerdeki büyük melâikeler, o duâ sahibini gördükçe kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler”. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risâle-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlar’dan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmâlini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

Evvelâ: Yirmi Dördüncü Söz’ün üçüncü dalında on adet “usûl” var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izâle eder. Ona bak, cevabını al.

Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saâdetlerine yardım eden ve ism-i a’zâm’ın mazharı ve kâinatın çekirdek-i asliyesi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duânın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrâîl Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde sevap, zât-ı Ahmediye’nin velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duânın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i A’zâm mazharı olan Zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvâzene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

Sâlisen: O duâ, nasil ki zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübâlağadan münezzeh ve aynı hakîkat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ’nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübâlağa, belki onların nihâyetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün, ve gelebilen feyizlerin nihâyetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkkî edilmiş.

Râbian: Yirminci Lem’a-i ihlâsda, bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl husûsî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.

Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.

Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazîlet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duâda bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (sas), husûsî virdler ve duâlar ve şeriat ve risâlet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umûmî olmayan derslerinden kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebâiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.

“Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir” dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim. Umûmunuza binler selâm…”.16

Bediüzzaman, el-Cevşenü’l-Kebîr’i devamlı okumuş, talebelerine okumalarını tavsiye etmiş ve Cevşen’i kendisi gibi talebelerinin de vird edindiklerini bildirmiştir:

“…Nazif, büyük bir hayır yapmak için Risale-i Nur talebelerinin ehemmiyetli bir virdi olan el-Cevşenü’l-Kebîr’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, hâşiyesindeki pek harika ve müteşabih hadislerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı.

Ben de dedim: Otuz beş seneden beri her gün Cevşen’i okuduğum hâlde o haşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım… İnşallah yakında o mübarek el-Cevşenü’l-Kebîr, Risale-i Nur talebelerinin şevkiyle tenvîr edecek.”17

Fethullah GÜLEN Hocaefendi’nin, Cevşen ile ilgili sorulan bir soruya verdikleri cevap:

“Cevşen hakkında Müslümanlar arasında farklı görüşler var. Bazıları onu baş tacı yaparken, bazıları da alabildiğine ilgisiz, hattâ habersiz. Bu sebeble, bizleri Cevşen hakkında aydınlatır mısınız.”

Cevap: Cevşen ile ilgili pek çok düşünce ve görüş ortaya atılmıştır. Daha çok Şiî kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet’in Cevşen’e karşı soğuk davranmasına sebep olmuştur. Ancak bizim Cevşen ile ilgili mülâhazamız biraz husûsiyet arz etmektedir. Onun için de başkalarına ait görüşlerin naklinden daha çok, biz burada kendi mülâhazamızı aktarmak istiyoruz:

1. Cevşen halisane yapılmış bir duâdır. Onun hangi cümle ve kelimesi ele alınırsa alınsın, damla damla ihlâs ve samimiyet yüklü duâ takattur eder. Durum böyle olunca, Cevşen kime izâfe edilirse edilsin, özdeki bu husûsiyete tesir etmemeli. Burada, “bir sözün Efendimiz’e izafesiyle bir başkasına izafesi arasında fark yoktur.” demek istemiyoruz elbette. Demek istediğimiz şudur: Cevşen’in asgarî vasfı onun bir duâ olmasıdır. Başka hiçbir özelliği bulunmasa, sadece onun bu özelliği bile, Cevşen’e bir değer ve kıymet atfetmek için yeterli bir sebeptir. Halbuki onun daha nice özellikleri vardır ki, diğer maddelerde bazılarına işaret edilecektir. Öyleyse, sadece senedine âit şaibeden dolayı Cevşen’i tenkit pek haklı bir davranış olmasa gerek.

2. Efendimize ait sözlerin bütün beşer sözlerine bir rüchâniyet ve üstünlüğü vardır. Ona ait beyan ve sözleri seçip tanımada maharet kazanmışlara gizli kalmayacak bir gerçektir ki, Cevşen baştan sona peygamberane ifadelerle bezeli bir edâya sahiptir. Bu sebeple de duâda ona ait malzemeleri kullanmak hem önemli, hem de kabule daha yakındır. Fakat yine de, bu bir tercih mes’elesidir. Yoksa insan namazın dışındaki duâları hangi dille yaparsa yapsın bu durum duânın aslına tesir etmez; zira Cenâb-ı Hak bütün dilleri bilir ve duâya icâbette sadece duânın samimi ve gönülden olmasını esas alır. Zaten dillerin ve renklerin ayrı ayrı oluşu O’nun kudretini ele veren âyetlerden değil mi?

3. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sünnî kaynaklar Cevşen’e yer vermezler. Sadece Hâkim’in Müstedrek’inde Cevşen’den birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar, Cevşen’e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak bu tamamen senede ait bir husûsiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın tezâhüründen başka bir şey değildir ve Cevşen’in değerine menfî yönde etki edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği pek çok hadîs var ki, aynı hadisleri çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle Küleynî’nin el-Kâfî’inde yer almaktadır. Ne var ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Halbuki onda yer alan hadisler, Buhârî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet, hem de lâfız itibariyle cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. Cevşen için de aynı durum söz konusu olmuştur. Eğer Cevşen Şiî imamlar yoluyla nakledilmemiş olsaydı, öyle zannediyorum ki, bütün Sünnîlerce kabul görecek ve baş tacı edilecekti. Fakat Cevşen, sened yönüyle bir talihsizliğe uğradığı için, bunca insan sırf bu yüzden onun nurlu, feyizli ve bereketli ikliminden mahrum kalmıştır. Şu anda böyle bir talihlizliği önleyecek güçte de değiliz. Asırların birikimiyle vücut bulmuş böyle bir kanaati bertaraf etmek imkânsız olmasa bile çok zordur.

Bazen hadîs kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullah’ın Efendimiz’den keşfen hadîs alması hiç de az vaki olmuş hâdiselerden değildir. İmam Rabbânî der ki: “Ben, İbn Mes’ûd’dan, Muavvizeteyn’in Kur’an’dan olmadığına dair rivâyetini görünce bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların Kur’an’dan olduğuna dair ihtâr aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım”. Bazılarının bizim kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur’an’dan kabul etmesi de, yukarıda işaret etmek istediğimiz husûsa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam Rabbânî’den bir misâl diyor ki: “Ben bazı hususlarda İmam Şâfiî’yi taklîd ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanîfe’nin peygamberlik mesleğini temsil ettiği ihsâs edildi. Ben de Ebû Hanîfe’ye iktida ettim…”.

Bu durum da elbet belli kriter ve ölçü gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen bir şeyler aldığını söyler ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı büyük zatları bu katagoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar “Keşfen aldık” dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat’iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadîs krıterleri içinde tahlîl etmek imkansızdır. Onun için de, hadîsçiler bu tür ifadelere iltifat etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı manasına da gelmez. Bütün bu söylediklerimiz Cevşen için de aynen geçerlidir. Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen manası itibariyle Efendimize ilhâm veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen’i keşif yoluyla Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.

Bu hususlara şunu da ilâve etmek faydalı olur kanaatindeyim. Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bedîüzzaman gibi bir sahip-kıran, Cevşen’i kabullenip onun vird edinmişlerdir. Cevşen’in me’hazindeki kuvvet ve kudsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhân olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşen’e gönülden bağlanıp değer atfetmeleri, Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşen’e dil uzatmak en ılımlı ifadeyle bir haksızlıktır.

Sünnî kaynaklarda Cevşen’den bahsedilmiyor, Ama, İmam-ı Gazali, İmam-ı Şazelî ve Bediüzzaman gibi kametlerin tasdik ettikleri bir mes’elede temkinli olmamız, hiç olmazsa sükut etmemiz gerekmez mi? Hz. Ali’ye ait mes’eleleri nakledenlerin çoğunun Şii olması, bu rivayetleri toptan reddetmemizi gerektirmez. İbn-i Hadid, Nehcu’l-Belaga şerhinde çok önemli şeyler naklediyor; o söyledi diye, kötünün yanında iyi şeyleri de reddedemeyiz ya! Önemli olan, sünnet-i sahihanın kıstas kabul edilmesidir.

Evet, önemli olan, bu tür mes’elelerde, Ehl-i Sünnet’in prensiplerine ters düşülmesidir. Yani, Sünnet’e muhalif şeyler var mı, yok mu ona bakılmalıdır.

Ruhî Hayat

Evrâd ü Ezkâr

Herkesin, hizmet içindeki temsil durumuna göre evrâd ü ezkârı olmalı. Mesela ben, kendimi beş-on insanın okuduğu evrâd kadar evrâd okumaya mecbur hissetmeliyim. Ve kendi kendime demeliyim ki; “madem o kadar insan sana teveccüh ediyor, öyleyse o teveccühün hakkını vermeli ve herkesden daha çok Allah ile irtibatını kavî tutarak bir taraftan bu nimete şükretmeli, öte taraftan nimetin devamına talebini böyle dile getirmelisin.” Evet böyle diyor ve bunu da tatbik etmeye çalışıyorum.

Buradan hareketle bir beldenin, bir müessesenin, bir yurdun, tâ herhangi bir eve varıncaya kadar herbir ünitenin başında bulunan insanlar, temsildeki yerlerine göre evrâd ü ezkârlarını çoğaltmalı ve mutlaka Rabbleri ile olan münasebetlerini kuvvetlendirmeliler. Aksi halde bulundukları makamın hakkını eda etmemiş olurlar.

Lütfen, kimse “o kadar yoğun işin arasında vakit bulamıyoruz, gece geç vakitlerde eve yorgun olarak” geliyoruz vs. türünden mazeretler uydurmasın. Böyle uydurma mazeretlerin arkasına sığınanlar, dönüp günlük hayatlarına baksalar bir hiç uğruna ne kıymetli zamanlarını harcadıklarını görüp utanacaklardır. Bunu bir başka zaman ifade ederken “Türk insanı zamanzededir. Bazen bir bardak çay için saatlerini harcar, bazen de en hayatî işleri adına vakit bulamaz” demiştim. Evet, günlük hayatımızı murakabe ettiğimizde buna bir hayli misal bulabiliriz. Boş ve abes şeylerle zayi ettiğimiz dünya kadar zamanımız olduğunu söylemeye gerek yok... Şimdi bir taraftan böylesine cömertçe harcanan zaman, öte taraftan en hayatî mevzulara vakit bulamama, bunun te’lifini yapmada biraz zorlanacağız.

Netice itibariyle, bir kere daha hatırlatmalıyım ki; mutlaka herkesin evrâd ü ezkâra ayıracağı bir zamanı olmalı ve o, bu konuda hiçbir mazeret ileri sürmemelidir.

İnkişaf İçin

Soru: Hislerin inkişafı nasıl olur?

Cevap:

1. Âfâkî ve enfüsî tefekkür ile, yani Mebde’ ve meadını (başlangıç ve sonunu) düşünmekle veya rekaiki yani cennet-cehennem, sırat ve benzerlerini tefekkür etmekle hisler gelişip incelebilir.

2. Hislerin inkişafı, evvelâ müstakim amel ister. İnanç, nazarî olarak nefse kabul ettirilmiş olabilir ama, insan, imanın ağırlığını ancak amelle tam hisseder. Bu itibarla, geceler ihmal edilmemeli, Kur’ân-ı Kerim, evrad u ezkâr aksatılmamalı, namaz başta olmak üzere diğer ibadetler de halis bir niyetle yerine getirilmeli ki, duygular inkişaf etsin, kalp ve ruh da bedenin cenderesinden kurtulsun. Ayrıca bunların temadisi de şarttır. Bu şuna benzer; bazı ilaçlar vardır ki, 5 sene hiç ara vermeden alındığı takdirde tesirini gösterir. Bunun gibi ameller ve onlardan elde edilecek netice, ancak devamla mümkün olacaktır.

İnsan bu arada yine sürçebilir ama, mühim olan Allah’la irtibatıdır. İrtibat artık mevcud olduğu için sürçse de çabuk doğrulur ve kendine gelir.

Kant diyor ki: “Nazarî akılla Allah bilinemez, ancak amelî akılla bilinir.” Amelî akıl denince vicdan da anlaşılabilir. Evet, eğer iman Allah’ın yaktığı bir meşale ise, devamı bizim amelimize bağlıdır.

Rûhen inkişaf etmiş velilerin yanında gözünüzle birşey göremezsiniz ama, vicdanınız çok şey hisseder. Çoğu kere manâsını anlamadan Kur’ân-ı Kerim okursunuz, ama lâtifeleriniz (iç fakülteleriniz) ondan çok şey alır.

3. Menhiyattan (günahlardan) mümkün mertebe kaçınmak lazım. İmam-ı Şaranî, “namazsız bir insanla düşüp kalksam, hatta karşılaşsam, 40 gün namazımdan zevk alamam” der.

4. Esma-i İlâhî’yi çekmek çok önemlidir. “Ya Keşşaf” diye zikretmek, letaifteki perdenin aralanmasına vesile olabilir. Gaffar, Gafur ve Tevvâb isimlerine çok devam etme, rahmet kapılarının açılmasına önemli bir vesiledir. Adede gelince bu talibe göre değişir. Bazıları da bunu ebcedine göre çeker. Doğrusunu Allah bilir. Bu işler, biraz da istidada bağlıdır. Aslında en önemlisi, kalp selâmetidir. Günahlardan kaçınma, emirleri yerine getirme ve ahirete hazırlık içinde olma da, üzerinde durulacak şeyler arasında sayılır.

5. Gıdanın haram ve helâl olması da, hislerin inkişafında çok mühim bir faktördür. Efendimizin bazı hadîsleri buna işaret eder.

6. Mezarlıkları ve hastahaneleri gezmek de, hislerin inkişafında önemli birer te’sir icra ederler.

Acaba hiç kabil midir ki, insan, hilâfet ve emanetle mükerrem olsun, Rububiyetin külliyât-ı şuûnuna şahit olarak kesret dairelerinde vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da, sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden sual edilmesin, mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâyı görmesin? Hayır ve asla!

Mektubat- İKİNCİ TELVİH

Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemâlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için, herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferit yaşıyor, ya derd-i maişet onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez. İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup Allah diyerek kalbiyle ünsiyet edip, o ünsiyetle, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne tebessüm vaziyetinde düşünüp, "Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim; tevahhuş mânâsızdır" diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânâsını anlar, Allah'a şükreder.

Sözler / Yirmi Altıncı Söz s.211

Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Sözler / Yirmi Dokuzuncu Söz - s.229

İşte, madem şu mevcudat-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir, tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubudiyet ve hidemât-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivayet ettiği melâikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, bazı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var. Herbir ağızda kırk bin dille, kırk bin tesbihat yapar. Şu hakikat-i hadisiyenin bir mânâsı var, bir de sureti var.

PIRLANTA SERİSİ…

Anmak, hatırlamak, yâdetmek ma’nâlarına da gelen zikir; sofîlerce, Allah’ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının birarada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden veya topluca anma yollarının (tarikatlar) bazılarında   mürşid ve rehberin tayinine göre bazılarında da daha değişik isim ve ünvanlarla edâ edilir.

Zikir de, tıpkı şükür gibi hem lisân, hem kalb, hem beden, hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnasıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâsıyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini ma’nâyı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet, bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.

Başta “Latîfe-i Rabbaniyye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup-kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında sorumluluklarımızla alâkalı mes’eleleri, emr ü nehiyleri, va’d u vaîdleri, mükafât u mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar ber tekrar temâşâ etmek.. zerreden seyyârelere kadar herşeyin, “âlem-i kuds” hesabına atan birer nabız, âlem-i lâhut’a nûrefşan birer tercüman ve “Hakîkatü’l-Hakâik”a birer menfez olduklarını tasavvur etmek de bir kalbî zikirdir. Her zaman bir nabız gibi atan varlığı duyabilenler, bir hatîb gibi konuşan âlem-i lâhutu dinleyebilenler ve bu menfezlerden celâl ve cemâl tecellilerini temâşâya muvaffak olanlar, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği öyle rûhanî zevklere ulaşırlar ki bu zevk zemzemesi içinde geçen hayatın bir saati yüzlerce seneye muâdil gelebilir.. gelebilir ve bu kudsî seyahat o zevkli sonsuzluğuyla, vâridât ve manevî hazlar “salih dâiresi” içerisinde köpüre köpüre devam eder gider. Sübühât-ı Vechin nurları her yanı sardığı bu noktada insanın müşâhedeleri insanı aşar. Aşar da her gönül erbâbı ve her isti’dât, zâtü’l-emre muvâfık olsun-olmasın, duyup hissettiği şeylerle bir zikir velvelesi içine çekilir; derken, ihtiyârî-gayri ihtiyârî, esmâ-i ilâhîyi mırıldanmaya başlar.

Herhalde böyle bir kurbiyet, böyle bir maiyyet atmosferinde geçen saniyeler, -tabiî vâridâta açık münevver saniyeler- kapalı ve nursuz senelerden daha bereketli ve daha ebediyet buudludurlar. Bu mübârekiyete işâret için hadîs olarak rivâyet edilen bir kutlu sözde: “  - Benim Allah ile öyle bir ânım vardır ki o esnâda Bana ne bir mukarreb melek ne de bir nebiyy-i mürsel ulaşamaz” buyurulur.

Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunarak, o dergâha kabul yollarını araştırarak ve beşerî olan acz u fakrimizi îlân ederek İlâhî kudret, İlâhî kuvvet ve İlahî gınâya ihtiyacımızı arz hamlesidir.

Evet, zikreden ve zikrinde ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hakk’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki “ -Anın Beni ki anayım sizi” (Bakara, 2/152) İlâhî fermânı da fakrın ayn-ı kuvvet, aczin ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir.

Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceksiniz, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla O’nu mırıldanıp duracaksınız, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz dünyevî işlerinizin arasında O’nu unutmayacaksınız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız kaldığınız zamanlarda da O’nunla dolup taşacaksınız, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “Enîs u Celîs” olacak.. siz rahat olduğunuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceksiniz, O’da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda cihad edip O’nu cihana duyuracaksınız, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz O’nun yolunda ihlâslı olacaksınız, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek... Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfîk ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir buudlaştıracaktır ki, “ Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!” (Bakara, 2/152) Emr-i Rabbanisi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu salih dâireyi ihtar etmektedir.

Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir.

Cehrî, hafî her şekliyle zikir, duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i sübuhât-ı vechin bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.

Zikir, Cenâb-ı Hakk’ın gizli-açık nimetleri karşısında O’nu ins-cin herkese ilân etmenin ünvânıdır. Bu ilân kesildiği an yeryüzü ve ondaki varlıkların da hikmet-i vücudu kalmaz. Peygamber beyânıyla -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- yeryüzünde “Allah Allah” diyenlerin kalmayışı Kıyametin kopmasıyla irtibatlandırılmıyor mu?..

Hangi şekliyle olursa olsun “zikrullah” yolu Hakk’a ulaşma yollarının en kavîsi ve en emînidir. O olmadan Hakk’a vuslat zordur. Evet, vicdanların şuurla O’nu anması, letâifin O’na dem tutması ve lisânın bu armoniye tercümân olması sonsuzluk yolunun yolcuları için ne tükenmez bir zâd u zahîre ve ne bereketli bir kaynaktır!

Zikrullah, kurbet helezonunda bir seyahattır; dil, duygu, gönül bir koro teşkil edip de Allah’ı anmaya durdu mu insan bir anda kendini sırlı bir asansör içinde bulur ve bir lahzada rûhların uçuşup durduğu iklime ulaşır. Ulaşır da gök kapılarının aralığından neler neler seyreder..!

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din sefinesinin direği olduğu hâlde belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi caiz olmayan vakitler de vardır.

Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “   -Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân, 3/191) fehvâsınca, ne zaman itibâriyle ne de hâl itibâriyle zikrullah’a tahdid konmamıştır.

Kitab, sünnet ve selef-i salihînin eserlerinde, zikrullahdan daha fazla birşeye tergîb ve teşvîk yapıldığını hatırlamıyorum. Namazdan, cihada kadar o, her ibadetin içinde can gibidir, kan gibidir.

Ancak, herkesin zikri, zikredilenin onun duyguları üzerinde te’siri ölçüsündedir ki; sofiler buna “müşâhede” veya “huzur-u kalb” derler. Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı anarak bir sırlı yol ile kalbinde O’na ulaşır. Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derûnlarındaki nokta-i istinât ve nokta-i istimdât sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibariyle cehalettir. “  - Allah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifâde etmek için sadır olmuştur.

ALLAH’I NE KADAR ZİKRETMELİYİZ YA DA ZİKİR NE ÖLÇÜDE OLURSA YETERLİ DENEBİLİR?

Zikir; anma-hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esma-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i Rabbaniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.

Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler’den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet’te kat’i bir şey yoktur. Fakat selef-i salihinden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lafz-ı celâl’i bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esma-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.

Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde illallah” bazıları “Lâ meşhûde illallah” ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “lâ” dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek “illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla “Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “O’ndan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok, sadece O var.” manasını ifade etmesi açısından kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilahe illallah”ta birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Rasulullah”la zikri bağlarlar.

Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O’nu bir kere daha yâdetme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.

Meselâ namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’an-ı Kerim, “ve ekımi’s-salâte lizikrî - Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha/14) ayetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.” (Hûd/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda, “Zâlike zikrâ li’z-zâkirîn - İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

İşte zikri, Esmâu’l-Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O’nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.

Zikirde zirve nokta başta “Latîfe-i Rabbaniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup-kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. "Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar" (Âl-i İmrân/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah’a tahdid konmamıştır.

Ayrıca, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Yâ eyyuhe’llezîne âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ - Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, sık sık anın. O’nu sabah akşam takdis ve tenzih edin” (Ahzâb/41-42) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâk-ı Kerîm’in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz zira, her gün binlerce defa O’nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenab-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Ve in teuddû ni’metallahi lâ tuhsûhâ - Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” (İbrahîm/34) fehvasınca O’nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde..

RİSALE…

İ'lem Eyyühel-Aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir.

KELİME-İ TEVHİDİN TEKRAR ZİKRİ

İ'lem Eyyühel-Aziz! Kelime-i Tevhid'in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hasse ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.

ALLAH NE FİAT İSTİYOR?

Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiat istiyor?

Elcevab: Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir. Başta "Bismillah" zikirdir. Âhirde "Elhamdülillah" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehad-i Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek fikirdir. Bir pâdşahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de; zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip, Mün'im-i Hakikî'yi unutmak; ondan bin derece daha belâhettir.

Ey nefis! böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm.

ZİKİR VE FİKİR

Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta'dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup "Allah!" diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, "Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır." diyerek, îmanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânasını anlar, Allah'a şükreder.

Hikayeler

ANAHTARIN DİŞLİLERİ

Bir hadis meâlini hatırlayanlar, Veheb bin Münebbih'e sordular: "Cennetin anahtarı "Lâ ilâhe illâllah" değil midir?" Cevap verdi: "Evet, Cennetin anahtarı Kelime-i Tevhid'dir. Ancak anahtarın dişleri eksik olmamalıdır. Sadece söylenip şuurla düşünülmeyen bir Kelime-i Tevhid, dişleri eksik anahtar gibidir. Dualar okunup zikirler yapılırken mânâya dönülmeli, iç âleme dalınmalı, tefekkür ve vicdani muhasebe yapılmalı ki, maksat hâsıl olsun: Anahtarın Cennet kapısını açacak dişleri de te'min edilmiş olunsun."

KASAP TAHİRİN TESBİHİ

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." (Bediüzzaman)

Kunduracılar esnafından iri yari, cesur bir adam. Afyon ve civarını haraca bağladığı için "Belâlı Tahir" diye tanınırken, karısına sarkıntılık eden bir alçağı kösele bıçağıyla doğrayınca, "Kasap Tahir" diye anılmaya başlamış.

Hem ellerinden hem ayaklarından prangaya vurulan idam mahkûmu Tahir, hücresinden hava almak için hapishane bahçesine çıkarıldığı zamanlarda bile bu zincirlerle dolaşırken, bir gün bahçede Üstad Bediüzzaman'la karşılaşır.

Üstad'ın "sûreti"nden "siyref'ini okuyan Kasap Tahir, derdini ummana atmanın kıvranışı içinde:

-Ne olur bana dua buyurun! Kurtarın beni bu halden Hocam!., diye yalvarıp yakarınca, Üstad:

-Bu sana takılan şeyler, senin idam mahkûmiyetinin zincirleri değildir! Senin tesbihindir bunlar!.. Sen namazına başla, tesbihini çek, ben de dua edeceğim, inşaallah kurtulursun!., diye nasihatte bulunur.

O andan itibaren Allah dostunun gönül frekanslarıyla ihtizaza gelen Tahir, madden ve manen temizlenip tahir hale gelir ve namaza başlar. Namaz sonunda kendisini bağlayan zincirlerin halkalarını bir bir sayar. Bir de ne görsün; tamı tamına otuz üç halkadır zincir. O andan itibaren o zinciri de teşbih edinir temiz Tahir...

Ve günler, haftalar, aylar derken, bir süre sonra Üstadının kerameti gerçekleşir ve daha önce ruhu hürriyetine kavuşan Tahir, 1950 affıyla da cismi hürriyetine kavuşur.

ALLAH'I ANMAK

Sen bil ki, bütün ibadetlerden murad Allahü Teâlâ'yı anmak, zikretmektir. Ve Allahu Teâlâ da şöyle buyurur

"Gerçektir kî, namaz, kötü işlerden, inkâr edilmiş şeylerden insanı uzaklaştırır. Ve gerçektir ki, Allah'ın zikri amellerin en yücesidir." (Ankebud sûresi: 45). Kur'ân okumak bütün ibadetlerin en fazileti i sidir. Çünkü Allahü Teâla'nın sözleri, kelâmıdır. Allahü Teâlâ'yı yâd ellincidir. Kur'ân-ı Kerim'de her ne şey varsa Allahü Teâlâ'nın zikrini tazeleyicidir. Oruç'tan maksat, şehvetleri zayıf kılmaktır. Çünkü vücut şehvetten kurtulunca, temiz ve safı hale gelir. Ve Allahü Teâlâ'nın zikrine karargâh olur. Eğer gönül şehvetle dolu olursa Allahü Teâlâ'nın zikri onda karar bulmaz. Ve zikir, zikredene tesir etmez. Hac ise Allahü Teâlâ'nın Evi'ni ziyaret etmektir. Bundan da maksat yine Allahü Teâlâ'yı zikretmek, anmaktır. Ve Allahü Teâlâ'nın huzuruna ermeğe şevki arttırmaktır. Böylece bütün ibâdetlerin ruhu ve en seçkini Allahü Teâlâ'nın zikridir. Halta Müslümanlığın temeli, aslı olan tevhid kelimesi ki, "La İlahe illallah — Allah'tan başka Allah yoktur" sözüdür, o dahi zikrin kendisidir. Öteki ibâdetlerin hepsi de zikri desteklemek ve kuvvetlendirmek içindir. Allahü Teâlâ'nın seni anması da senin onu zikrinin bir semeresi, bir yarandır. Ve sana bu yarardan da daha nice yararlar hâsıl olur. Bundan ötürüdür ki, Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: "Beni anın ki, ben de sizi anayım." (Bakara Suresi: 152). Bu anış süresiz, devamlı, her zaman olmalıdır. Her zaman olmazsa, bari çok zamanlarda olmalıdır. Ve kurtuluş bulmak ancak bu anışlarla, mümkün olur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur; "Eğer felah (kurtuluş) dilerseniz felah bulmanın anahtarı Allah'ı çok zikretmektir." (Enfâl Sûresi: 45). Allahü Teâlâ, az zaman değil çok zaman zikredilmelidir. Bundan ötürüdür ki, Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'inde şu buyruğu bildirmiştir: "Ne mutlu o kavme ki, ayak üzeri olsalar, yatsalar ve otursalar Allah'ı her zaman zikrederler." (Âl-i İmran Sûresi: 19). Yine Allahu Teâlâ, zikir için Kur'an-ı mübininde şöyle buyurmuştur: "Sabah ve akşam Allahu Teâlâ'yı gizlice, içten an, zari zari ağla. Hiç bir vakit gafil olma." (A'râf Sûresi: 205). Resûlullah Efendimiz'e Ashab-ı kiramı: Yâ Resûlâllah, dediler, amellerin hangisi daha faziletlidir? O da şöyle buyurdu: Öldüğün halde dilinin Allahü Teâlâ'nın zikri ile yaş olmasıdır. Sonra da ashabına şöyle bir soru sorup dedi ki: Size amellerinizin en hayırlısından, sadaka verilen altın ve gümüşten daha hayırlı olanından, kâfirle gaza edip onlar sizin, siz onların boyunlarını vurmanızdan daha hayırlı olan amellerden söz açayım mı? diye sordu. Sahabeleri: Ey Allah'ın Resulü, O nasıl bir ameldir? dediler. Resûlullah Efendimiz: Allahü Teâlâ'yı anmaktır! diye buyurdu.

TEHLİL, TAHMİD, SALA VAT VE İSTİĞFARIN FAZİLETİ

"La ilahe illallah — Allah'tan başka Allah yoktur." kelimesi İle "El hamdülillâhi" kelimesinin ve salâvat getirmenin Allahü Teâlâ’dan mağfiret dilemenin fazileti şudur ki, bunun için Resûlullah Efendimiz şu hadisi buyurmuştur:

—Kulun işlediği iyiliği kıyamet günü teraziye vururlar. Ama "La ilahe illallah",teraziye konulmaz?.. Şayet konulmuş olsaydı, yedi kat göğün, yed kat yerin, yerlerde ve göklerde olan şeylerin tümünden ağır gelirdi.

Yine Resûlullah Efendimiz buyurmuştur ki:

-Eğer "La ilahe illallah" diyen kişi, onu, sıdk ile demiş olsa, o kişinin yeryüzündeki topraklar sayısınca günahı olsa bağışlanır.

Resul aleyhisselâm yine buyurdu ki:

-Bir kimse, her namazın ardında otuz üç kere "Sübhânallah" ve otuz üç kere "Elhamdülillah" ve otuz üç kere "Allahü Ekber" dese ki, hepsi 99 olur, yüzüncüde de:

—"Allah'tan başka ilâh yoktur. BİR'dir, O'nıın ortağı yoktur. Bütün mülk onundur. Her şeyi yapmağa kudreti yetişir."

Dese onun bütün günahları yargılanır, eğer çöllerin kumlan kadar da olsa o günahlar affedilir. Eğer bir kişi, "La ilahe illâllahu vahdehu la serikeleh, lehülmûlkü ve lehül hamdü ve hüve âlâ külli şey'in kadir" kelimesini günde yüz kere okusa, on köle azat etmek kadar sevaba da erer. O kişinin defterine 100 sevap (hasenat) yazılır. Yine Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: Tehlil'de bu sevaplardan başka 100 günah silinir, o gün akşama kadar şeytanın şerrinden emin olunur. Hiç bir kimse, hiç bir ibadetle bu dereceye varamaz. Resul aleyhisselâm yine buyurdu ki: Bir kimse la ilahe illallah kelimesini ihlâsla, yüreğinin bütün hâlisiyeti ile söylemiş olsa, o kişi cennete girer. Haber-i Sahih'te bildirilmiştir ki, bir kimse bu tahlili yaptıktan sonra Hazret-İ İsmail sülâlesinden dört köleyi azal etmiş gibi olur.

ALLAH (CC) ZİKRETMENİN KARŞILIĞI

Adamın biri her zaman "Allah Allah" diye zikreder bu zikirden dolayı ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı.

Bir gün şeytan gelip:

"Ne durmadan Allah Allah deyip duruyorsun bunca zamandır Allah demene karşılık bir kerecik olsun Allah (c.c.) "lebbeyk kulum." dedi mi sana. Hiç sende utanma sıkılma yok mu? daha ne kadar Allah deyip duracaksın?" dedi.

Bunun üzerine adam utandı sıkıldı zikri bıraktı. Gönlü kırılmış bir hâlde yattı uyudu.

Rüyasında Hz. Hızır'ı gördü. Hızır ona:

"Neden yaptığın güzel İşi terk ettin "Allah Allah" diye zikretmeyi bıraktın." dedi.

Adam:

"Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi, "lebbeyk buyur-" sesi gelmedi. Kapıdan kovulmaktan korktum." dedi.

Bunun üzerine Hz. Hızır:

"Senin Allah demen, Allah'ın (c.c.) lebbeyk kulum -buyur kulum demesidir, Allah (c.c.) isminin zikrini herkese nasip eder mi, bunu sana nasip etmesi az şey mi?" dedi.

Bir annenin duası

Hastanede oğlunum başucunda kalmama, anne olduğum için değil, doktor olduğum için izin vermişlerdi. Rahatsızlığı şiddetlendiğinden, oğlum da, çocuk felcine yakalandıkları sanılan diğer çocuklarla birlikte, hastanenin özel bir koğuşunda gözlem altına alınmıştı.

Koridorun öbür ucundaki odalarda çocukların ağlaştığını duyuyordum. Zavallı oğlum, belkemiği muayene edilirken korku içinde “Anne” diye inlemiş, sonra da derin bir uykuya dalmıştı.

Muayene bittikten sonra uzman doktor bana döndü. Yüzünde yorgun ve üzüntülü bir ifade vardı:

“Çok üzgünüm doktor, galiba çocuk felci!” dedi.

Duyduklarıma inanamayarak yüzüne baktım. Başka bir çocuğun çocuk felcine yakalandığına inanabilirdim, ama bu felâketin kendi oğlumun başına geldiğine bir türlü ihtimal veremiyordum. Artık doktorluğumu unutmuş, hasta çocuğumun başında endişe içinde bekleyen bir anne olmuştum. Doktora:

“Henüz felç olmadı, değil mi?” diye sordum.

“Hayır, inşaallah olmaz” diye cevap verdi.

Sonra, yüzüme dikkatle bakarak:

“Siz eve gidip biraz uyumaya çalışsanız iyi olur” dedi. “Çocuğun halinde bir değişiklik olursa, haber veririz.”

Doktorun sözünü dinlemeye karar verdim. Saat gece yarısını geçmişti. Sabahın beşinden beri ayaktaydım. Salgının şiddetlenmesi yüzünden aralıksız çalışmıştık. Oğlumun kızarmış, zayıf yüzüne baktım. Beklemekten başka yapılacak şey yoktu. Çocuğumu kollarımın arasına alıp bağrıma basmak istedim. Bunu yapamayacağımı bildiğimden, hızla odadan çıktım.

Evimin kapısını açıp içeri girdiğim zaman, derin bir sessizlikle karşılaştım. Kocam, iş için şehir dışına gitmişti. Telaşlanmaması için ona oğlumuzun hastalığını bildirmemiştim. Hem, çocuğun halinde yarına kadar olumsuz bir değişiklik olmadığı takdirde, iyileşmesi ümidi artacaktı.

Sonunda bir uyku ilacı alarak yattım. Saatler sonra uykumun arasında telefonun çaldığını duydum. Yerimden fırladım. Başucumdaki saat dördü gösteriyordu.

Ahizeyi kulağıma dayayınca, telaşlı bir kadın sesinin:

“Doktor siz misiniz?” diye bağırdığını duydum.

Rahat bir nefes aldım. Oğlumla ilgili değildi telefon. Acilen bir hastaya çağrılıyor olmalıydım. Doktorun ben olduğunu söyleyince, ahizenin öbür ucunda derin bir sessizlik oldu. O zaman, beni çağıran kadının hastalarımdan biri veya hastalarımın birinin yakını olmadığını sezdim.

Kadın kendini toparlayıp bana çocuğunun durumunu anlatmaya başlayınca, bir çocuk felci vak’asıyla daha karşı karşıya olduğumu anladım. Kadının adresini aldıktan sonra hastaneye telefon ettim. Çocuğumun halinde bir değişiklik yoktu.

Uyuyan şehrin tenha sokaklarından geçerek o adrese doğru yol alırken kendimi büsbütün yalnız hissediyordum. Verilen adrese yaklaştıkça, evlerin seyrekleştiğini görüyordum.

Biraz sonra arabamı durdurdum. Elinde fener olan bir kadın hızla bana doğru koştu ve eteklerime sarılarak:

“Çabuk doktor, çabuk!” diye inledi.

Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne baktım. Kadının genç mi yoksa ihtiyar mı olduğu anlaşılmıyordu.

Tek odalı eve girince, irkildim. Mesleğim dolayısıyla birçok fakir evine girdiğim halde, hiçbirinde bu derece perişanlık görmemiştim.

Kadının elindeki fenerin hafifçe aydınlattığı odanın bir ucunda iskelet kadar zayıf üç çocuk, üstü boş bir masanın etrafında oturuyorlardı. Odanın geri kalan kısmı karanlık içindeydi. Yalnız, gözlerim bir köşede duran yatakta kirli bir yorganın altında inleyen bir çocuğu seçebildi.

Yaklaşık beş yaşlarında olan çocuk, pek zayıf ve bakımsız görünüyordu. Muayeneyi bitirince tahminimde yanılmadığımı üzülerek anladım.

Kadına beni beklemesini işaret ettikten sonra evden çıktım. Civardaki dükkanların birinden hastaneye telefon ederek derhal bir ambulans gönderilmesini istedim.

Kulübeye dönünce diğer çocukları da muayene ettim. Onlar da son derece zayıf olmakla beraber, çocuk felcine henüz yakalanmamışlardı. Derken hasta çocuk ağlamaya başladı. Annesi kolumu yakaladı. Kadına gerçeği söyleme gereğini hissettim.

“Çocuğunuz çok hasta, fakat elimizden geleni yapacağız” dedim.

Anne, çocuğunun saçlarını okşadıktan sonra, bana dönerek:

“Dua edelim” dedi.

Senelerden beri doktorluk yaptığım halde, bana dua etmemi teklif eden bir hastaya rastlamamıştım. Bu kadının benim çok uzak olduğum şeylere çok yakın olduğunu hissettiğimden, teklifini kabul ettim.

Çocuklar ve anneleriyle birlikte ben de yere diz çökerek duaya başladım. Kadının kendinden geçmiş bir halde ve tatlı bir sesle söylediği dualar âdeta kalbime saplanıyordu.

Bir aralık hastanenin soğuk koridorları, doktorların ciddi yüzleri ve çocuğumun hayali gözlerimin önünde canlandı. Hastaneden çok uzakta olmama rağmen, âdeta çocuğumun başucunda durduğumu hissediyordum. Derken, kalbim duracak gibi oldu. Hayalimde, çocuğumun başını kaldırarak bana gülümsediğini görmüştüm.

Bütün kuvvetimi toplayarak bu hayalleri silkip atmaya çalıştım. Yanımda dua eden kadın ve çocuklarına baktım. Onların yüzünden okunan derin iman bana da tesir etmiş olacak ki, yüksek sesle:

“Allahım, Sen bu duaları kabul et!” diye yalvardım.

Duası bittikten sonra kadın doğrularak çocuğunun başucuna gitti. Hasta, sakin bir şekilde uyuyordu. Bunun üzerine, annesi bana dönerek:

“Gördünüz mü? Allah bizimle” dedi.

Söyleyecek söz bulamadım.

Çocuk, ambulansa yatırılırken uyanmadı. Geçen yarım saat içinde nefes alması ve nabzı normal hale girmişti. Kulübeden ayrılırken para çantamı annenin avucuna sıkıştırdım.

“Yarın size gene gelirim” dedim.

Arabama doğru yürürken başımı kaldırıp göğe baktım. Sabah oluyordu. Hastaneye yaklaşırken hiç korkmuyordum. İçimden bir ses, oğlumun bana bakarak gülümseyeceğini fısıldıyordu. Allah bizimleydi…

� Kalbin Zümrüt Tepeleri 1

� Kırık Testi

� 1. Söz

� İbrahim Refik “Hayatın Renkleri” s:145

� İmam Gazali “Kimya-yı Saadet”

� İmam Gazali “Kimya-yı Saadet”

� Mesnevi’de Geçen Bütün Hikayeler s:112

18

19