İbnİ haldun, modernlİk ve modern...
TRANSCRIPT
The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science
Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS3655
Number: 51 , p. 277-293, Autumn III 2016
Yayın Süreci
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date
16.08.2016 30.11.2016
İBNİ HALDUN, MODERNLİK VE MODERN SOSYOLOJİ IBN KHALDUN, MODERNITY AND MODERN SOCIOLOGY
Yrd. Doç. Dr. Metin GÜLTEKİN
Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
Öz
Modernite, kökeni Rönesans Hareketlerine giden, akılcı düşünce biçimine da-
yanan bir dünya görüşüdür. Sosyoloji ise akılcı düşünme biçiminin egemen olduğu za-
manlarda ortaya çıkmış modern bir bilimdir. Amacı toplumun bilimsel yasalarını
kavramak ve onu akılcı bir biçimde organize etmektir. İbni Haldun, geleneksel çağlarda
yaşamış ve modern sosyolojinin kuruluşundan yaklaşık 450 yıl önce ‚ilm-i umran‛
olarak adlandırdığı toplum bilimini kurmuştur. Aklı temel almayan bir çağda, farklı bir
paradigmaya dayalı olarak toplumun bilimini yapmak ilginç bir girişimdir ve onun mo-
dern sosyolojiyle karşılaştırması doğal olarak oldukça verimli sonuçlar ortaya çıkarabi-
lecektir. Bu çalışma ile İbni Haldun sosyolojisinin ve modern sosyolojinin karşılaştır-
masını yapmaya çalışılmış ve ana hatlarıyla şu sonuçlara ulaşılmıştır: Modernite ve
modern sosyoloji özünde akılcı bir determinizme dayalıdır. Bu yüzden modern sosyoloji
soyut bir toplum algısına sahiptir. Toplumlar tarihsel olarak ilerleyen tedrici farklılıklara
sahiptirler; toplumların niteliksel farklılıkları kabul edilmez. Toplumsal teori ve top-
lumsal gerçeklik arasında bir mesafe bulunmaktadır. İbni Haldun sosyolojisi ise, top-
lumsal gerçekliği tarihsel, coğrafi, dinsel, sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik, siyasal
vs. realiteleriyle birlikte ele alır. Soyutlamalara başvurmaz. İbni Haldun’a göre toplu-
mun ontolojik bir doğası vardır. Onun doğasına uygun süreçler toplumu güçlendirir,
aykırı süreçler ise onu zayıflatır. Her toplumu var eden ve ona etki eden çok farklı ve
karmaşık nedenler vardır. Toplumlar doğal gerçekliği bağlamında döngüsel değişim
yasalarına bağlıdırlar.
Anahtar Kelimeler: İbni Haldun, Modernite, Sosyoloji, Asabiyet, Toplum
Abstract
Modernity is a world perspective whose origin leads to Renaissance activities
and that is based on rational thinking. Sociology is a modern science emerged during the
periods while rational thinking dominated. The aim of it is comprehending the scientific
laws of the society and organizing it levelly. Ibn Khaldun lived in traditional times and
constituted the sociology that he named as ‚ilm-i umran‛ approximately 450 years be-
fore the establishment of modern sociology. Creating the sociology based on the differ-
ent paradigm in an irrational era is an interesting initiative and it will be possible for it to
278
Metin GÜLTEKİN
reveal quite fruitful results naturally as a result of comparing it with modern sociology.
There has been tried to make the comparison of the sociology of Ibn Khaldun and mod-
ern sociology with this study and following results were revealed with their outlines;
modernity and modern sociology are based on the rational determinism fundamentally.
Therefore, modern sociology has an abstract sense of society. The societies have progres-
sive differences that are developing historically; qualitative differences of the societies
cannot be accepted. There is a distance between social theory and social reality. The so-
ciology of Ibn Khaldun approaches the social reality together with historical, geograph-
ical, religious, social, psychological, cultural, economic, political etc. realities. It does not
refer to abstractions. According to Ibn Khaldun, the society has an ontological nature.
The processes suitable for its nature strengthens the society and the contrary processes
weaken the society. There are very different and complex reasons creating and affecting
each society. The societies are bound to cyclical change laws in the context of natural re-
ality of them.
Keywords: Ibn Khaldun, Modernity, Sociology, Asabiyyah, Society
GİRİŞ
İbni Haldun, 1352-1406 yılları arasın-
da daha çok Kuzey Afrika ülkelerinde yaşa-
mış, iyi yetişmiş bir tarihçi, filozof ve İslam
hukukçusudur. Fakat konumuz açısından
daha önemli olan, onun sosyoloji bilimini ilk
olarak keşfeden birisi olması ve yapmış oldu-
ğu sosyolojik çözümlemeleridir. İbni Haldun
geleneksel çağların düşünürüdür. Oysa bilin-
diği gibi sosyoloji modern çağların ve modern
toplumların bilimidir. Yani inanmanın ve ona
özgü değerler sisteminin egemen olduğu ge-
leneksel dünya görüşüne dayalı toplumların
değil, akla dayalı bilmenin, bilginin belirleyici
olduğu modern düşüncenin ve bu düşünce-
nin yapılandırmış olduğu modern toplumla-
rın bilimidir. Akıl, bilim, bilimsel düşünce,
bilimsel dünya görüşü ve bunun sonucu ola-
rak bilimsel ya da akılcı dünya tasarımı ve
toplum organizasyonu bağlantılı kavramlar
olarak moderniteyi ve aynı zamanda -
modern- sosyolojiyi temellendiren kavramlar
ve süreçler olmuştur. Bunlar olmaksızın sos-
yolojinin var oluş gerekçelerinden ve işlevsel-
liğinden söz edilemez. Fakat ilginç bir biçim-
de, 14. yüzyıllarda, İslami dünya görüşünün
egemen olduğu bir toplumsal ortamda İbni
Haldun, toplumun bilimsel doğası ve metodo-
lojik olarak incelenebileceği fikrini ortaya
atmıştır. Günümüz paradigmaları çerçevesin-
den bakılacak olursa bu durum gerçekten
dikkat çekicidir.
İkinci olarak, İbni Haldun'un toplum-
sal ve bağlantılı olarak siyasal, tarihsel, eko-
nomik vs. görüşlerine yönelik modern oku-
malar yapılmıştır ancak, dile getirdiğimiz bu
bağlam çerçevesinde yani İbni Haldun sosyo-
lojisinin modern olmayan koşullar altında
neden ve nasıl mümkün olduğu özel olarak
sorunsallaştırılmamıştır. Bu ciddi bir sorudur
ve sürekli tartışılagelen modernlik ve modern
sosyoloji sorunsalını farklı bir açıdan değer-
lendirebilmek için de ayrı bir imkân alanı
sağlama potansiyeli taşımaktadır. Hatta belki
bu yolla bilim yapma imkânına farklı para-
digmaların da -belki de daha avantajlı biçim-
de- elverişli olabileceği tartışılabilir. Öz olarak
İbni Haldun sosyolojisine daha yakından
bakmak ve modern sosyolojiyle temel daya-
nakları bakımından karşılaştırmak bizi verim-
li sonuçlara götürecektir.
Modernliğin Doğası
Bilindiği gibi Batıda Rönesans hare-
ketleriyle başlayan, akla ve bilime yönelik
düşünsel dönüşümlerle, dinsel temelli açık-
lama biçimlerinden uzaklaşılmış, doğanın
işleyiş kanunlarına yaslanan akılcı ve bilimsel
perspektif, bilmenin ve yaşamanın temel pa-
rametresi olarak kabul edilmiştir. Bu perspek-
tif, bir dizi düşünsel, bilimsel, teknik, ekono-
mik ve kültürel gelişimi takip ederek modern
Batı toplumlarının pozitivist bir temelde ev-
rimleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum-
da her yeni aşama, sonraki aşamaların neden-
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 279
sel kaynağını da oluşturarak birikimsel bir
biçimde ilerlemiş ve yaygınlaşmıştır.
Modernlik süreci Aydınlanma düşün-
cesiyle kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Ay-
dınlanma ile modernlik yepyeni bir dünya
görüşü olarak Batı toplumlarının kurucu un-
suru haline gelmiştir. Bu süreci taçlandıran
belki en önemli gelişme Auguste Comte’un
poztivizmi ve ‚bilimlerin kraliçesi‛ olarak
tanımladığı sosyoloji bilimini kurmuş olması-
dır. Comte’la sosyoloji pozitivist temelli bir
toplumun bilimi olarak resmileşmiştir. Com-
te’cu anlamda sosyolojinin misyonu, poziti-
vist değerlere göre yapılanmış olan toplumun
analizini yapmak ve düşünsel ve kurumsal
olarak geleceğe doğru onun daha da rasyone-
lize edilmiş organizasyonunu gerçekleştir-
mektir. Buna göre toplum değişmektedir,
toplumsal değişimin ve işleyişin doğal kanun-
ları vardır. Bilimsel bilgi değişimi yakalaya-
caktır ve bundan sonra toplumsal değişim,
doğal değişim yasalarının ritmine uygun bir
biçimde eşlik edebilecektir. Akıl, bilgi ve do-
ğanın işleyiş ve değişim yasaları bütünleşe-
cektir. Mutlak olan değişimdir ve değişimin
ritmi rasyoneldir. Rasyonelleştirilmiş toplum-
sal organizasyon, ilerleme, gelişme, özgürlük
ve mutluluk ile sonuçlanacaktır.
Aydınlanma bir milat olmuştur. Ça-
ğın önemli düşünürlerinden Condorcet, Ay-
dınlanmayı insan ruhunun zincirlerini kımıl-
dattığı, hepsini gevşettiği, kimini ise kırdığı <
bütün ruhların özgürlüğe doğru kanat çırptığı
bir çağ; Holbach da deneyin rehberliğindeki
aklın, insanlığın uzun süredir kurbanı olduğu
önyargıların kaynağına saldırmasının çağı
olarak nitelendirmişlerdi (Bierstedt, 1997: 19).
Aydınlanmanın önümüze koyduğu en temel
ilke, insan ve doğa arasında çıplak bir bağ
olarak deneyin denetimindeki akıldır. Bu,
dogmatik bir akıl olamaz ve onu dışlar. Bu
akıl ve onun sağladığı bilgi, doğa ile kurulan
metodik bir ilişkiye dayalı olmalıdır. Bu yöne-
limin karşımıza çıkacağı ilk sonuç, maddeye
bağımlı ve dolayısıyla zamana dayalı pratik
bilgi üretme biçimi olmasından dolayı ilerle-
meci bir dünya görüşüne kapı açmış olması-
dır. Çünkü bilgi edinme, somut deneyle za-
man içinde üretilen, kesin olduğuna inanılan
fakat sonul olmayan bir süreçtir. Aynı za-
manda geçmişten gelen metafizik tortulardan
arındırılma yöntemi de olan bu yönelim, Ay-
dınlanmacılığı ilerlemecilik olarak yapılan-
dırmıştır. İlerlemecilik artık zamanın ruhu-
dur. Bu açıdan ilerleme fikrinin tarihi hakkın-
da klasik olma özelliği taşıyan bir eserinde
Bury, ilerleme fikrini 17. Yüzyılda ortaya çık-
mış ve tam ifadesini 18. Yüzyılda kazanmış,
tümüyle modern bir kavram olarak tanımla-
mıştır (Bock1, 1997: 53).
Modern ilerlemeciliğin içeriğiyle ilgili
olarak Condorcet şunları söylemektedir: ‚akıl
tutkulara egemen olacaktır; bunun sonucunda
toplum rasyonel bir temele oturtulup sürekli
büyümenin gerçekleşmesi için yeniden örgüt-
lenecektir ve sonuç eşitlik < olacak; özgürlük
buradan gelecektir‛ (Bock, 1997: 66). Fakat
durum sadece göründüğü gibi değildir; dene-
yin rehberliğindeki akla dayalı ilerlemecilik
fikri belli paradokslar içermektedir. Bir defa,
ilerlemeci düşünce tarih, kültür, inanç, duygu
gibi gerçekliğin pek çok unsurunu dışarıda
tutmakla soyutlamacı bir girişim içine girmek-
tedir. İkinci olarak, metodik bir problem üre-
terek, iyiye doğru ne şekilde gidilebileceğini
garanti edecek bir ölçüt ya da formülasyon
ortaya koymamaktadır. Sonuçta kaçınılmaz
olarak ilerleme Bock’ın (1997: 53) ifadesiyle
‚eşyanın belli bir doğasını koyut (postulat)
olarak ortaya atar; bir evrensellik varsayar ve
bize insanın dünyasında işlerin nasıl döndü-
ğüne ilişkin zengin ve ayrıntılı bir resim su-
nan birbirleriyle-bağlantılılıklar (mütekabili-
yetler) sistemi yaratır‛. İlerlemecilik saf bir
pozitivizm öngörse de, deneyden önce bir
çıkarım, üstelik ahlaki bir çıkarım (ilke), dola-
1 Konuyu fazla dağıtmamak için geniş bir konu olan
ilerleme düşüncesi ile ilgili alıntılar bu başlık altında,
Kenneth Bock’ın ‚İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları”
isimli makalesinden yapıldı.
280
Metin GÜLTEKİN
yısıyla yeni bir metafizik üretmek durumun-
da kalır ve gerçekliği yeniden üretir.
Konuyu farklı bir biçimde irdelediği-
mizde, Batılı dindışı çağın ilerlemeci felsefesi-
nin belli örtük kodlarının, ilginç bir biçimde
Hıristiyanlık dinsel sistemin dünyayı yorum-
lama biçiminden devraldığı ilhamla yapılan-
dığı sezinlenir: Bury’e kulak verecek olursak;
ona göre dinbilimciler ve (bazı) felsefeciler,
dindışı nedenlerden kaynaklanan ilerleme
fikrinin, Hıristiyanlıktaki Tanrı’nın İnayeti
fikrinin sadece oynak bir değişkesi (version)
olduğunu, çünkü iyiye doğru yönelen her
türlü hareket anlayışının bu/bir iyilik ölçütü-
nü gerekli kıldığını; bunları ise mutlak ve
değişmez bir temele sadece dinlerin dayandı-
rabileceğini öne sürmüşlerdir. Yani sadece
dinsel -ön ilkelerin- henüz ulaşılmamış gele-
cek için vaatlerde bulunmaya elverişli olabile-
ceğini, değilse; din dışı olduğunu iddia eden
bu/bir düşüncenin, ister istemez dinsel bir
forma girmiş olacağını dile getirmişlerdir. Ya
da tersinden okunduğunda, yine onların sa-
vundukları üzere, tanımlanmış bir metafizik
ilke ve hedeften yoksun olduğu için, dindışı
nedenlerden kaynaklanan modern ilerleme
fikrini, teorik (ilkesel) olarak bizi yönü belirsiz
bir yolculuğa sevk etmekle, pratik olarak ise
maddi yeniliklerin en kaba ve tehlikeli biçim-
lerini iyileşme olarak tanımladığımız bir nok-
taya eriştirmeye götürmekle suçlamışlardır
(Bock, 1997: 55). Bu durumda pozitivist dünya
görüşü bize bir yanılsama eşliğinde, ancak ve
sadece -mutlu olacağımızı varsaydığı- maddi
bir ilerlemeyi vaat edebilecektir. O halde her
ne şekilde olursa olsun modern ilerleme fikri
salt gerçeğin değil, gerçek ve gerçekdışının bir
bileşimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yine Bock’a (1997: 75) kulak verecek
olursak, özelde Comte’cu ilerlemeci düşünce-
nin paradoksal içeriğini, olgusal olandan
uzaklaşma seyrini ve sadece şimdi ya da gele-
ceğin değil geçmişin de yorumsal değerlendi-
rilişini daha yakından görmemiz mümkün
olacaktır:
‚Tarihsel ilerleme pozitif olacaksa o
halde Comte’a göre soyutta sürdü-
rülmeliydi. Bu Condorcet’nin varsa-
yımsal bir toplumun varsayımsal bir
tarihini yaratma biçimindeki kurgusu
kullanılacak anlamına gelmekteydi ve
bu çerçevede bile, zihin, ilerlemenin
kaynağı ve denetleyicisi olduğundan,
dikkat düşünce tarihinin üzerine yo-
ğunlaşacaktı. Belirli olaylara gönder-
me yapmaktan kaçınılmalıydı ya da
çok gerekirse ancak anlatıyı renklen-
dirme ve süsleme amacıyla, gönder-
meye başvurulabilirdi. İşini böyle ta-
nımlayan Comte daha az yetenekli ta-
rihçilerin deşip çıkardığı ‚kabul edi-
lebilir verileri temel alarak, hızla ken-
di tarih yasasını her türden bilginin
teolojik, metafizik ve pozitif aşama-
lardan geçmek suretiyle ilerlediği yo-
lundaki yasasını- formüle etmeye gi-
rişebilirdi‛.
‚Comte’un tarihsel yöntemden anla-
dığı, geleneksel tarihçilerin anladığı gibi de-
ğildi. Tarihin akışının ne olduğuna ilişkin bir
genel görünüm üretecek biçimde, insanın
geçmiş deneyimlerinin bir felsefi anlayışını
içeriyordu‛ (Bock, 1997: 77). Bock’ın vurgula-
dığı gibi, aklın itici gücüne dayanan modern
ilerlemecilik özünde zihne dayalı felsefi bir
girişimdir. Burada gerçeklik olduğu gibi değil
de, bir yorumsal sürecin parçası olarak algıla-
nır; üretilmiş bir bilgiye dönüşür. Yeri gel-
mişken belirtelim ki, İbni Haldun zamanında
da felsefe önemli bir gelişme içindeydi. Tar-
tışmaların içinde olan İbni Haldun bir ayrıma
işaret ederek, bilgi konusunda, felse-
fe/mantığın önermesel doğruluğu; bilim-
sel/ilmi yaklaşımın ise olgusal doğruluğu
kabul etmesi gererektiği tespitini yapmıştır.
Akabinde, İbni Haldun adeta çağını aşan bir
sesle, herhangi bir disiplin gerçekten güvenilir
bilgilere sahip olmak istiyorsa, olgular üze-
rinde çalışmalı, onları aşmamalıdır. Belli ka-
bullere/ilkelere dayalı mantıksal önermele-
rin/çıkarımların –olgusal dünya hakkında-
doğru ve güvenilir bilgi vermeleri beklene-
mez (Canatan, 2013: 78-80 ; Yıldız, 2010: 39),
diyerek bir eleştiride bulunmuş ve kendi ter-
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 281
cih ettiği metodu belirtmiştir. Oysa modern
çağ, tam da İbni Haldun’un uyarısına aykırı
bir bilgi edinme biçimini merkezileştirmiştir.
İşte bu aynı zamanda, ontolojik bilgi edinme
çağının kapanışı ve onun yerine her şeyin
üretilmiş bilgiye indirgendiği ve insan mer-
kezli üretilmiş bilgi olarak yorumsandığı epis-
temolojik çağın alışı anlamına gelmekteydi.
Bu noktada varoluşçu felsefenin öncülerinden
Heidegger’e kulak verecek olursak, ona göre
Batı Greklerle olmasa da Descartes’ten itiba-
ren varlıkla irtibatını koparmıştır. ‚Bu kendi-
sini mevcudu var olması bakımından değil,
bilinmesi bakımından ele alması ve yorumu
karşılaşma ve müşahadeye öncelemesi anla-
mına gelmektedir‛ (Görgün, 2009: 327-328).
Bock’ın (1997: 78) yeniden dönecek
olursak; ‚Comte gibi ilerleme kuramcılarının
yapıtlarının anlamı, kültürel malzemeyi şey-
leştirmek üzere yapılan kendine özgü işlem-
den ve bu malzemelerle kavramsal düzeyde
oynayıp, onları ideal diziler haline sokmaktan
kaynaklanmaktadır‛. İlerlemeci yaklaşımın
ortaya koyduğu, aynı anda toplumu tasarla-
yarak sosyoloji yapma işidir. Buna dayanarak
Bock (1997: 52), ‚ilerleme fikri bir disiplin
olarak sosyolojinin oluşumunda temel bir rol
oynamıştır, hâlâ da onun ve sosyolojiyle bağ-
lantılı diğer sosyal ve kültürel bilimlerin ana
sorunlarını ve bakış açılarını derinden etkile-
meyi sürdürmektedir‛, demektedir. Ancak bu
yaklaşım, gerçeği ortaya çıkaran değil, ona
müdahale eden ve onu özgünlüğünden soyut-
layarak bilmeye çalışan hatalı bir metot izle-
mektedir. Bock’ın söylediği kültürel malzeme-
den kasıt, bütünüyle doğa, insan, toplum,
tarih ve onların birbirleriyle ontolojik karşılık-
lı ilişkisidir. Fakat onun artık şeyleştirilmiş
olduğu modern toplumlarda Baudrillard’ın
ifadesiyle ‘karşılıklılık’ bitmiştir (Adanır,
1991: 61). Ancak geç zamanlarda fark edilen
‚şeyleşme/soyutlama‛ kavramının özü, anla-
şılan o ki, modernliğin düşünsel köklerinde
yer almaktadır. Günümüzde de modernlik ve
modern sosyoloji, hâlâ gerçeklik ve soyutla-
ma, teori ve pratik veya yapı ve fail arasındaki
aslında yapısal olan ayrımları aşma sorunla-
rıyla boğuşmaktadır.
İbni Haldun’da Tarih, Toplum ve
Metot
Batıda sosyoloji felsefenin bir türevi
olarak doğmuş ve gelişmişken, İbni Hal-
dun’un sosyolojisi tarih bilimine dayalı bir
kökene sahiptir. Bu ayrım Batı sosyolojisi ve
İbni Haldun’un sosyolojisi arasındaki en te-
mel farklardan birine işaret etmektedir. Felse-
fe, doğaya, insana ve topluma yönelik düşün-
sel bir sorgulama arayışı olduğu için, felsefe-
nin bakışı, yukarıda değinildiği gibi zihnin,
düşüncenin, aklın kullanımını önceler. Bu
nedenle felsefi bakış, doğrudan insanî ve ras-
yonel varsayımsal bakışın temellendiği bir
perspektife dayalı olmak durumundadır. İbni
Haldun bir tarihçidir. Tarih deyince akla ilk
gelen geçmişten beri gelen toplumsal olayları
inceleyen bir bilim olmasıdır. Fakat İbni Hal-
dun'un perspektifinden tarihin görevi bu tür
bir basitliğe indirgenmemelidir. O tarih bili-
mine yüklediği misyonu şu şekilde ifade et-
mektedir:
Bil ki tarihin vazifesi, dünyanın insan
yaşayabilecek yerlerini cemiyetler ha-
linde yaşayarak imar etmekten (um-
ran) ve bu mamurluğun tabi haline
arız olan vahşilik ve birbirine ünsiyet
(alışkanlık) kesbetmelerinden, kendi-
lerini ve mensup oldukları uruğ ve
kitleleri korumalarından ibaret olan
asabiyetlerden bahsetmek ve insanla-
rın birbirine her çeşit saldırganlıkları-
na ve tağallüplerine ve tağallüplerin
bir sonucu olarak, devletlerin kurulu-
şuna, bu devletlerin kuvvet ve şevket-
lerinin derecelerine, insanların çalışa-
rak kazanma ve geçinmelerine, ilimle-
re, hüner ve sanat ve umumiyetle sa-
nayie ve tabi olarak bu mamurluktan
husule gelen medeni eserlere dair bil-
giler vermek ve bu konular ile ilgili
haberleri nakil ve rivayet etmektir
282
Metin GÜLTEKİN
(İbni Haldun, 1990: 83).
Görüldüğü gibi İbni Haldun’a göre
tarih, salt olaylar silsilesi değildir. Tarih üze-
rinde durduğu toplumun işleyiş kanunlarına
bağımlıdır ve onun koşullarıyla sınırlı bir
alanın bilimidir. Tarihi bilgi sadece haber
değil, bir ilişkiler sisteminin ifadesidir. ‚O
ilişkiler ki (tarihin görevi,) onların neden o
biçimde ortaya çıkmış olduklarını anlatacak
ve böylece onları akıl bakımından anlaşılır
kılacaktır‛ (Arslan, 1983: 26).
Doğru ve gerçekçi bir tarih için, tarih
bilimine veri oluşturan bilgilerin doğru ve
gerçekçi olması gerekmektedir. O bu nedenle
doğru bilginin yanlış bilgiden ayırt edilmesi
ve bu ayrımı mümkün kılacak metodolojinin
göz önünde bulundurulması gerektiğini söy-
ler. İbni Haldun (1990: 83-84) burada yalan,
uydurma ve yanlış haberlerin ortaya çıkması-
na dair nedenleri yedi madde halinde sıralar.
Bunlar içinde en önemlisi dediği yedinci
madde; umranın, diğer tabirle içtimai hayatın
tabiatının hallerini bilmemektir. İbni Haldun
bu son nedenle doğru ve yanlış arasında me-
todik bir hataya değinmekte ve metodik bir
çıkış yoluna işaret etmektedir. Onun buradaki
yaklaşımı, yasaya dayalı bir işleyiş gösterdi-
ğini savunduğu toplumsal gerçekliğe gön-
derme yapmaktadır. Bu durumda tarih, belli
işleyiş yasalarına dayalı, ‚adeta zaman-dışı‛
(Arslan, 2014: 63) bir (toplumsal) platform
üzerinde seyretmektedir. Böylece tarihi bilim-
sel bir forma sokmaya çalışırken, toplumsal
doğaya ve onun da metodik incelenebilirliği-
ne, dolayısıyla yeni bir bilim olarak toplum
bilimine; adını koyduğu ilm-i umrana ulaş-
maktadır. O halde biz adı toplum olan özel bir
gerçeklik dünyasında yaşamaktayız. İbni
Haldun (1990: 90-91) bu bilimi ilk defa kendi-
sinin keşfettiğini ilan etmiştir ve Mukaddime
adlı eserinin konusunun onun kanunlarını
incelemek olduğunu söylemiştir. Toplumun
kanunlarını incelemek, odağı geçmişten çok
bu güne çevirmek anlamına gelmektedir.
Zaten bir tarihçi olarak onun tarih görüşü de
geçmişin yardımıyla bu günü anlama kaygı-
sına dayalı (Durak & Tortuk, 2016: 353 ; Şulul,
2002: 151 ; Yıldız, 2010: 32) oldukça ileri bir
yaklaşım biçimidir.
Topluma tarihsel perspektiften bu ba-
kış, herhangi bir öncüle dayalı olmaksızın,
doğal olarak toplumsal gerçekliğe net ve do-
layımsız, dahası ontolojik (Durak & Tortuk,
2016: 353) bir bakışla yaklaşmaya imkân sağ-
layacaktır. Toplum bilimini kurarken İbni
Haldun metodik bir güzergâh üzerindedir.
Bilim varsa metot da olmalıdır. İbni Haldun
metodunu, gerçekliğin düşünceye uydurul-
ması değil, düşüncenin gerçekle uyuşması
yani ‚varlığın olduğu gibi algılanması‛ olarak
konumlandırır. Bilgi, gerçekle uyuşması ha-
linde doğrudur (Canatan, 2013: 75-76). İbni
Haldun, tarihsel bilgi birikimine, aktüel göz-
leme ve bu veriler üzerinden gerçekleştirilen
teorik çıkarsamaya dayalı (hem tümevarımsal
hem tümdengelimsel (Karaca,2011:27)) yakla-
şımı, toplumu analiz etmenin yolu olarak
kullanmıştır. Böylece "toplum‛u değil, "top-
lumları" ve de olduğu gibi -çok yönlü ve bü-
tünsel (Göcen, 2013: 176) bir gerçeklik olarak
ele alma imkânı yakalamıştır.
İbni Haldun felsefenin kanıt yöntemi-
ni övgüye değer bulsa da, filozofların bu yön-
temi insan düşüncesinin ulaşamayacağı bir
alana uygulamalarını ve varlık hakkındaki
bütün bilgiyi açıklamaya kalkışmalarını eleş-
tirmiştir (Bedir, 2009: 44). İbni Haldun’un
metodu, felsefenin dayanakları gibi süpeküla-
tif değil, ampiriktir (Hassan, 2010: 51). Olgu-
larla birebir örtüşen bir tasavvuru temel al-
ması yani olgular arası ilişkileri, aklî tutarlılık
değil, maddesi açısından değerlendirmesi,
İbni Haldun’un yaklaşımını gerçekçi, çoğulcu
ve dinamik kılmaktadır. Gerçekçi, çünkü tari-
hin ve somut olayların nedensel izlerini süre-
rek olgusal ilişkilere ve bilgiye varılabilir.
Dinamik, çünkü belli ilkeleri zihinsel anlamda
öngörmek suretiyle teorik bir kapanmaya
maruz kalmaksızın, tespit edilen yeni ya da
farklı olgusal ilişkileri sürece dâhil etme şansı
yaratmaktadır (Türker, 2009: 67-68 ; Yavuz,
2013: 341). Modern sosyolojik teori, aklî tutar-
lılık arayışına dayalı bir perspektif olarak
dünyayı açıklamaya dönük ilkesel kabulleri
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 283
içerir. Bu bakımdan Giddens’ın (1998: 19-20)
da işaret ettiği üzere ‚sosyolojide, Marx,
Durkheim ve Weber’in çalışmalarından kay-
naklananlar da dahil olmak üzere, en seçkin
kuramsal gelenekler modernliğin doğasını
yorumlarken tek bir egemen değişim dinami-
ğine bakmaya eğilim göstermişlerdir‛. Yine
modern sosyolojinin merkezi kavramı olan
toplum kavramı Giddens’a (1998: 21) göre
‚hem genel anlamda ‚toplumsal birliğe‛ hem
de hem de ayrı bir toplumsal ilişkiler sistemi-
ne işaret eden belirsiz bir kavramdır‛. Gerçe-
ğe tam olarak tekabül etmeyen toplum kav-
ramını açıklamaya çalışan böyle bir sosyolojik
bilgi, Giddens’a (1998: 23) göre ‚toplumsal
yaşam evrenine sarmal bir biçimde girer ve
çıkar; bu sürecin tamamlayıcı bir parçası ola-
rak hem kendini hem de söz konusu evreni
yeniden yapılandırır‛. İbni Haldun, içi dolu
ve gerçeğe tekabül eden bir toplum perspekti-
fine sahiptir. Hassan’ın (2010: 127) ifadesiyle
‚toplumun, toplum şartlarının insanı yaratır-
ken insanın da toplumu yarattığının kanıtla-
rını mukaddime boyunca göstermesi; toplu-
mu bireylerin toplamı şeklinde gören meka-
nik anlayışa imkân tanımayan tavrı, İbni Hal-
dun’un hemen hemen tartışmasız kabul ve
övgü ile söz edilen temel sosyolojik yaklaşı-
mını dile getirir‛. Öte yandan İbni Haldun
toplumsal yaklaşımını dinsel terminolojiye de
dayandırmaz. Ona göre ilmin konusu yönte-
mini de belirler. O toplumu nazar, tahkik ve
ta’lil yöntemini kullanan akıl ekseninde ele
almaktadır (Türker, 2009: 61 ; Yavuz: 335:
2013).
İbni Haldun’un perspektifindeki ger-
çekliği yakalama gücünü, onun gerçekliği tüm
boyutlarıyla kabul etme ve gerçeğe karşı sağ-
duyuyla yaklaşma tutumuyla açıklamak sanı-
rız mümkündür. Modernist perspektif, ger-
çekliği salt somut olgular olarak sınırlandırır.
Oysa sosyal alan, inanç ve değerleri de –
pozitivist çağlar da dâhil olmak üzere bir olgu
olarak içine almaktadır. Bu bağlamda değer-
lendirirsek, İbni Haldun’a göre insan için bilgi
tek değil üç boyuttan kaynaklanmaktadır:
his/duyu boyutu, düşünce/akıl boyutu ve
aşkın/manevi boyut. Birincisinde insan ve
hayvan birbirine eşittir. Akıl ve düşünme
boyutu temyizî, tecrubî ve nazarî olarak üç
kısma ayrılır: İnsan kendi başına yaşarken
kendisinde gelişen temyizî akıl, sosyal yaşa-
mıyla tecrubî akılla güçlenir, sadece kendi
bilgi ve deneyimine değil, diğer insanların ve
geçmişten gelen deneyimlerine de sahiptir.
Nazarî akıl ise insanın temyizî ve tecrubî aklı-
nın yetkinleşmesi, his/duyu âlemindeki se-
bep-sonuç ilişkilerini takip etmesi yoluyla
gelişip olgunlaşır. İnsan sebep-sonuç ilişki-
lendirmesi yoluyla daha genel teorik bilgilere,
hatta yeni gerçeklik algılarına ulaşır. En son
olarak manevi âlem ise, insanın kendi başına
idrak edemeyeceği Yaratıcı, melekler ve ru-
hani varlıklar âlemidir (Bedir, 2009: 43). Bu
âlem görünür olmasa da, toplumsal yaşamın
vazgeçilmez bir parçasıdır. Kısaca İbni Hal-
dun’un sosyolojik yaklaşımı toplumsal temel-
lidir, doğal bilimlerin işleyiş mantığına koşul-
lu değildir.
İbni Haldun'un Toplum Görüşü:
Umran ve Asabiyet
İbni Haldun’un toplum konusundaki
ilk ve belki kurucu önermesi, ‚insan fıtraten
toplumsaldır‛ gerçeğidir. İnsan doğal olarak
ve kaçınılmaz biçimde, varoluş özelliğinin bir
gereği olarak toplumsal bir varlıktır. Bu özel-
liklerinin bir kısmı hayvanlarda da vardır,
ancak insanın hayvanlarda olmayan özellikle-
ri bulunmaktadır. İnsanın doğal ruh-
sal/psikolojik eğilimlerinin yanında, onun
daha alt/somut gerçekliği olan biyolojisi ve
üst/soyut gerçekliği olan zihinsel doğası onu
daha girift bir biçimde toplumsal kılar. He-
men belirtelim ki, İbni Haldun düşüncesinde
insana özgü beden ve bilişsel güç (Göcen,
2013: 177) birlikte, insan toplumsallığının en
merkezi yönü olarak karşımıza çıkar. Ayrıca
İbni Haldun’a göre bu özelliklere sahip insan
ve onun toplumu –doğal olarak diğer canlıla-
rın ve varlıkların konumu da- Allah tarafın-
284
Metin GÜLTEKİN
dan var edilmiş, verili gerçekliklerdir. İbni
Haldun (1990: 100), insanın doğasının bir
sonucu olarak bir arada yaşamasıyla toplum
denen gerçekliğin; kendine özgü artıların –ve
de eksilerin- sosyal ve teknik sonuçlarıyla
umranın meydana geldiğini dile getirir. Um-
ran kavramı, böylece sadece toplumu değil,
onun kültürünü de aynı anda içine almış olur.
Modern sosyolojide ise kültür, bilindiği gibi
toplum kavramı içinde ikincil önemdedir. İbni
Haldun’un (1990: 88) ilm-i umranının görevi
kendi ifadesiyle umranın, yani "dünyanın
insanlar yaşayan yerlerinde vücuda getirdiği
mamurelerin kanunlarını bilmek" tir.
İbni Haldun’a göre toplumun oluş-
masının ilk somut koşulu, yaşamak için ge-
rekli gıdayı temin etmektir. O bu konuyu
şöyle açıklar: ‚Sevki tabiisi insana gıdayı araş-
tırmak yolunu göstermiştir. Aynı zamanda
Allah2, insanı gıdasını bulacak ve kazanabile-
cek bir kudrette yaratmıştır. Fakat tek bir kişi
yalnız başına muhtaç olduğu gıdayı temin
etmekten acizdir" (İbni Haldun, 1990: 100).
Burada İbni Haldun buğdayın ekmek haline
gelinceye kadarki işbölümü aşamalarını ör-
neklendirir. İşbölümü içinde insanların kendi
ihtiyaçlarını da kat kat aşacak ölçüde (insanın
elini ve alet kullanma becerisini de kastede-
rek) ürün üretebileceklerini söyler. İbni Hal-
dun (1990: 101-102), insanın korunma gerek-
sinimini toplumsallığın ikinci önemdeki ne-
deni olarak gösterir: ‚İnsanların her biri, ken-
disini koruyabilmek için, kendi cinsinden olan
başkalarından yardım istemeye muhtaçtır.
Çünkü her eksiklikten uzak olan Yüce Allah,
hayvanların mizaç ve tabiatını terkip ettiğinde
ısırıcı ve yaralayıcı birçok hayvanlara insan
kudretinden daha büyük bir kuvvet verdi.
İnsana ise bütün bunların karşılığı olmak
üzere fikir ve el verdi". Bu yaşamsal imkânlar
altında toplumsal hayat kurulabilir, ancak
onun sürdürülebilir olabilmesi için; kendi
ifadesiyle, "içtimai hayat teşekkül ederek
dünya mamur olduktan sonra birbirinin sal-
2 Ugan, çevirisinde ‚Tanrı‛ olarak çevirmiş olsa da, İslam
literatüründe daha çok kullanılan ‚Allah‛ ismi
kullanılacaktır.
dırganlığından kendilerini korumak için in-
sanlar yasakçıya (hükümet ve hâkime) muh-
taçtırlar" (İbni Haldun, 1990: 103). Bu üç fak-
tör etrafında toplumsal gerçeklik asgari dü-
zeyde tamamlanmış olur ve yine bu zorunlu-
luklardan dolayı insan için içtimaî hayat ya-
şamak bir zaruret halini almış olur.
Yukarıda sayılan zorunlu koşullar al-
tında, toplum denen gerçeklik teşekkül etmiş
olur. Fakat bu koşuların hepsi aynı zamanda
toplumu bağlayan bağın da ana unsurlarını
oluşturmuş olur: İnsanın toplumsal olma eği-
limi/psikolojisi, hayatta kalma ve korunma
için yardımlaşma zorunluluğu ve kendi top-
lumsallığına zarar vermeyi engellemek üzere,
üst bir otorite oluşturma zorunluluğu< Bu
çerçevedeki psikolojik, yaşamsal ve siyasal
dayanışma zorunluluğunu İbni Haldun asabi-
yet adı altında ifade etmiştir ve hemen tüm
toplumsal çözümlemelerini bu kavram ekse-
ninde yürütmüştür. Asabiyet, teşekkül etmiş
bir toplumun en temel bağlarına ve diğer
toplumlar söz konusu olduğunda onun ken-
dine özgü kimliğine gönderme yapmaktadır.
Bir toplum varsa, onu var eden unsurlar neyi
içeriyorsa, o çeşit bağ -lar da vardır ve asabi-
yet tüm bunların toplamını ifade eder. Bu
anlamda asabiyet, bir toplumu var eden duy-
gusal ve nesnel karşılıklılık bağlarının adıdır.
Asabiyet, birey ve toplumun kaynaşmış yapı-
sını ifade eder. ‚İnsan doğasının tabii bir te-
zahürüdür‛ (Yaslıçimen & Sunar, 2009: 320).
‚İstenmesi varoluşun devamı açısından zo-
runlu olanı farkında olarak istemektir‛ (Gö-
gün, 2009: 362). Asabiyet bu toplumun özü,
toplumsalın kendisidir. Toynbee’nin tarifiyle,
‚tüm siyasi ve sosyal yapıların kendisinden
neşet ettiği ‚psişik protoplazma‛‛ (Kayapı-
nar, 2009: 155 ; Arslan, 2014: 106)’dır. Umran
ağacının kökü badiye ise gövdesi mülk ve
hadara, özsuyu asabiyettir (Albayrak,2000).
Asabiyet toplumsal gerçekliğin merkezî geri-
lim alanıdır. Organik bir biraradalıktır. Bu
durumda, asabiyete aykırı olan şey, toplumu
var eden gerçeklere karşıt olan, toplumun var
oluşuna ve işleyişindeki karşılıklılığa zarar
veren her türlü süreçtir. Asabiyet, ilk anda
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 285
algılandığı gibi, toplumu bağlayan duygusal
bağlar değil, en somutundan duygusal olanı-
na kadar; ya da en soyutundan somutuna
kadar tüm toplumsal sistemin karşılıklı ifade-
sidir. Asabiyet tam karşılıklılığı ifade eden
güçlü ve somut bir kavramdır.
Tanımlanagelen asabiyet kavramının
varlığı bakımından, İbni Haldun’un sosyoloji-
sinin özcü bir temele dayalı olduğu anlaşılır.
Örneğin soyut ilkeler olarak ahlak; iyilik ve
kötülük, aynı zamanda asabiyeti oluşturan ve
besleyen süreçlerle bağlantılıdır. Öyle ki, İbni
Haldun ahlakî dejenerasyon ile asabiyetin
zayıflayıp yok olması arasında adeta bir öz-
deşlik kurar (Kayapınar, 2009: 147). Oysa
modern sosyolojinin konusu olan ‚toplum‛
kavramı, ahlakî gerçekliği yadsır. Bu soyut
ilkelere yer ayırmaması nedeniyle modern
toplum, yapı ve hedefleri bakımından, ideali-
ze edilmiş, soyut bir tasarım olarak karşımıza
çıkar. Asabiyet kanunlarının yönettiği toplum
(umran) ise, varoluşsal bir gerçeklik ve zorun-
luluk olarak karşımıza çıkar. Dahası asabiyet
kanunlarının yönettiği toplum, fizik dünya-
dakine benzer şekilde, ‚maddenin korunumu
kanununa‛ tabidir: orada enerji yok olmaz,
sadece nitelik değiştirir. İbni Haldun, bu ne-
denle Rousseau ya da pek çok Batılı düşünür
gibi, toplumun zaman içinde -bir toplumsal
sözleşmeyle- oluştuğu şeklindeki bir fikri
benimsemez. Toplum, her zaman kendi iç
niteliklerini özünde barındırmaktaydı. O
yüzden, insan ve toplum doğasının çok yönlü
tezahürü olan asabiyet, zaman içinde yeni
ihtiyaç tanımlarına dayalı olarak farklı birey-
sel tipolojiler ve toplumsal yapılar olarak kar-
şımıza çıkabilir.
İbni Haldun, Mukaddime’de asabiyet
kavramının tanımını yapmayıp, daha çok ona
yönelik nitelendirmelerle ne olduğuna dair
göndermelerde bulunur. Bu anlamda asabi-
yet, tanımlanması güç dinamik bir kavramdır
(Demircioğlu, 2013: 97). Kavramın daha anla-
şılır olması için aşağıda bunlardan bazı örnek-
ler verilmiştir (İbni Haldun, 1990: 352-353-
354-357-358-373-374):
- ‚Düşmanların saldırısından korun-
mak ve saldırıları kovmak (ve servet kazan-
mak) ve istilalar kişilerin bir araya gelmesiyle
olur ve buna asabiyet adı verilir.‛
- Asabiyet, ‚bir nesilden gelenlerin bir
araya toplanarak bir kuvvet, kudret ve üstün-
lük sahibi olmaları ve bir ideal etrafında top-
lanmalarıdır.‛
- ‚Üstün gelerek devlet kurmak asa-
biyetin sonudur (amacıdır).‛
- ‚Bolluk ve rahatlığın arızaları asabi-
yetin şiddet ve faydasını giderir, nimetler
içine dalma asabiyetin keskinliğini kırar.‛
- ‚Asabiyet < türlü çağ ve türlü ka-
vimlerde başka başkadır.‛
- ‚Bu kuvvetli boy, diğer boyları ve
soyları kendi idaresi altına alır ve bunları
büyük bir asabiyet haline getirir.
- ‚Bir uruğun hakir düşmesi ve başka-
larına boyun eğmesi, asabiyetin kaybolduğu-
nun bir delilidir.‛
Sonraki başlıklarda farklı olgu ve sü-
reçler, bir yandan da asabiyetin farklı görü-
nümleri olarak ele alınacaktır.
Bedevi Toplum – Hadari Toplum
İbni Haldun toplumların ilk halinin
bedevi toplumlar olduğunu söyler. Bedevi
toplumlar en basit tanımlamayla şehirli olma-
yan toplumlardır. Onlar büyük oranda yerle-
şik hayata geçmemiş, hayvancılıkla uğraşan
göçebe toplumlardır. Ancak tarımla uğraşan
küçük köy topluluklarını da İbni Haldun be-
devi toplumlar olarak değerlendirir. Ona göre
bedevi toplumlar, nispeten küçük çaplı, genel-
likle kan bağıyla bağlı topluluklardır.
Bedevilerin hayat ve geçim şartları
zordur. Bu durum, neredeyse bedevi toplu-
munu karakterize eden bir anahtar faktördür.
Zor coğrafya ve geçim şarlarıyla mücadele,
bedevi toplumun yapısal olarak organizasy-
onunun da aynı şekilde, zorunlu toplumsal
bağlara dayalı olarak teşekkül etmesi an-
lamına gelmektedir. İbni Haldun (1990: 303)
bu koşulları, ‚anca hayatlarını koruyacak ve
286
Metin GÜLTEKİN
anca yaşamlarına yetecek‛ alt limitiyle tarif
etmektedir. İhtiyaçların bu limitte karşılandığı
bir toplumda doğal olarak, her türden
karşılıklı bağımlılık ve yardımlaşma duygusu
hakim olacaktır. İbni Haldun’a (1990: 314-315)
göre göçebeler, zorlu çöllerde yaşarlar,
sığınacak kaleleri yoktur. Kendilerini, aile ve
mallarını kendileri korumaya mecburdurlar.
Tehlikelere karşı her an hazır olmak duru-
mundadırlar. Daima silah taşırlar ve devamlı
etrafına bakınarak yolda giderler< Kendi
kuvvet ve şecaatlerine ve ancak kendilerine
güvenerek çöl ve sahralarda dolaşırlar. Bu
alışkanlıklar insan için bir tabiat ve
yaratılıştan gelen bir özellik gibi bir şey olur.
Bunlar için şecaat yani yiğitlik bir karakter
olur. Bu zor şartlar, insanları birbirine yak-
laştırır, birbirlerinin yardımcısı kılar ve
birbirlerini koruma kollama temayüllerini
arttırır (Özdinç, 2016). Cesaret, onur, sadelik,
kanaatkârlık, yardımlaşma ve fedakârlık,
onlar için bir huy haline gelir. İbni Haldun
(1990: 309), bunu şu doğal sebebe dayandırır:
Nefis ilk yaratılışındaki hulk ve tabiatı üzere
bulunduğu çağında karşılaştığı şeylerin ka-
bule hazır bir halde bulunur. İyilik olsun
kötülük olsun onun ruhuna akseder ve kal-
bine yerleşir". İbni Haldun, öz olarak top-
lumsallığın en saf halinin diğer bir ifadeyle
asabiyetin en güçlü halinin asgari koşulların
belirleyici olduğu bedevi toplumlarda
görüldüğünü söyler.
İbni Haldun (1990: 424), bedevi top-
lumdan hadari topluma geçişte iki temel et-
kenden söz eder. Bunlardan biri, kökleri be-
devi toplum yapısında olan, toplumun üst
çatısı olarak devletin kendisidir. Çünkü Ona
göre, kavimler, devleti ancak çalışarak, müca-
dele ederek ve isteyerek elde ederler. Devleti
elde etmekle amaç hâsıl olduktan sonra, onun
sağladığı güven duygusuna da dayanarak,
yerleşik kazanımları elde etmeye yönelirler.
İkincisi artan ürün bolluğudur. Ona göre,
bedevi tarzı ‚hayat yaşayanlar sonradan hal-
leri genişleyerek ihtiyaçlarından artacak dere-
cede zenginlik ve genişlik elde ederlerse, bu
hal onları bir yerde yerleşmeye ve geniş yaşa-
yışa sevk eder‛ (İbni Haldun, 1990: 303).
İbni Haldun’a (1990: 303-304) göre
yerleşik hayata geçişten sonra kişiler hayat
için zaruret olan nesnelerden fazlasını elde
etmek üzere, (işbölümü mantığı çerçevesinde)
birbirlerine yardım etmeye başlarlar. Yiyecek
maddelerini ve giyeceklerini çoğaltırlar, bun-
ları güzelleştirmeye ve süslemeye, evlerini
genişletmeye başlarlar. Yaşayışlarına daha da
refah geldikten sonra, yiyeceklerinin çeşitleri-
ni çoğaltmaktan başka onları terbiyelerler.
Atlas, diba gibi çeşitli kumaşlardan giyimler
yaparak son derece süslenmek yoluna gider-
ler. Zamanla artan birikime bağlı olarak, yük-
sek binalar yaparlar, binalara sular getirirler.
Sanat ve sanayi alanında ilerlerler. Giderek
şehir hayatı yaşamaya başlarlar. Bunların bir
kısmı sanat ve sanayi, bir kısmı ticaret alanın-
da meslekler edinirler. Hadariler, tabiatın
tehlikelerinden ve başka toplulukların saldırı-
larından koruyan surlarla çevrili yerlerde
yaşarlar. Emniyetlerini sağlama görevini tü-
müyle hükümete tevdi ederler (Kayapınar,
2009: 140). Geliştirdikleri becerilerine dayalı
özel işleriyle meşgul olurlar.
Ekonomik artığın sonuçları ve yerle-
şik hayatın konforu, karşılıklılığı sosyal ve
duygusal olarak kırmış olur. Bu toplumun
insanları doğal olarak daha çok ve daha gös-
terişli şeylere sahip olma ve ilişkilerini çıkar-
ları üzerine kurma eğilimi içine girerler. So-
nucunda İbni Haldun’un (1990: 325) çok
önemli bir tespitiyle, ‚bolluk ve refahın lez-
zetleri ile lezzetlenme adet ve alışkanlıklarının
çeşitlerinin çoğalması bu ihtiyaçların artması-
nı icap ettirir. Böylece < zaruri olan bir ihti-
yacı diğer bir ihtiyaç takip eder‛. Artık hayat,
özel amaçların belirlediği ve birbirinin üstüne
birikerek katlanan ihtiyaçların temin edilmeye
çalışıldığı bir yer haline gelir. İbni Haldun’
göre hadari toplum, ürünler ve isteklerin ihti-
yaç sınırlarının dışına taştığı; artığın ilişki
süreçlerini yönlendirdiği bir toplumdur. İnsa-
nın hayatı kolaylaştırma, dolayısıyla fırsatları
ve imkânları bir gereksinime döndürme doğal
eğilimi, gerçekte ihtiyaç olmayan şeyleri, birer
(yapay) ihtiyaca dönüştürmüştür. Böylece
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 287
yönelimler, odağını karşılıklılığı sağlayan
toplumsal hedeflerden, kazanımı ve birikimi
sağlayan bireysel çabalara kaydırmış olur.
Bu yönelim doğal bir eğilim olmakla
birlikte İbni Haldun’a (1990: 308) göre, gö-
rünmeyen özgün bir enerji olan asabiyetin
tüketilmesi açısından da maliyeti yüksek bir
yönelimdir. Göçebe, çalışması ile özlediği bu
hayata ulaşmıştır. Bu çalışma, bir genişlik
yaratmıştır, genişliğin sonucu olarak değerli
giyim ve kuşama, lüks konutlara vs. kavuş-
makla bolluk ve refah içine girmiştir. Fakat,
kişi kendi ihtiyarı ile bir yandan da farkında
olmadan şehirliliğin kayıt ve bağlarına razı
olmuştur. Bu çözümleme, Wagner’ın (1996)
üzerinde durduğu, modernliğin ana ikilemle-
rinden olan ‚özgürleşme ve disiplin‛ ayrış-
masını çağrıştırmaktadır. Bu modern duru-
mun İbni Haldun’un çözümlemesindeki karşı-
lığı, maddi bir ilerleme karşısında asabiyetin
gerilemesinin ifadesidir. Aynı zamanda iler-
lemeyi salt maddi ilerleme olarak algılayan
yaklaşımın da yapısal paradoksudur. Ne var
ki, modern yaklaşım, maddi ilerlemenin geri-
lettiği asabiyet gerçeğini kabul etmez.
İbni Haldun (1998: 720) hadariliğin
doğasındaki dönüşüm dinamiğini sosyo-
psiklojik düzlemde tüccar mesleği örneği
üzerinden şöyle değerlendirir: ‚(Tüccar al-
danmamak için) kurnazca pazarlık yapma,
inatla fiyat kesme, ustalıkla iş becerme, ihtilaf-
lı davaların içinden çıkmaya alışık olma ve
sıkı bir şekilde tartışma gibi hususlara kesin-
likle ihtiyaç duyar. Bunlar, bu mesleğin husu-
siyetleri (avarızı)dir. (Sonuç olarak,) bu gibi
şeyler beşeri safvete ve insanî faziletlere zarar
verir ve onları tahrip eder. Çünkü fiillerin
tesirleri, mutlaka ruha avdet eder.‛ Ona göre
Hadariler rekabetçi bir biçimde, ‚çeşit çeşit
haz ve zevklerle refahın getirdiği adet ve iti-
yadlarla, dünyaya ve maddi menfaatlerine
yönelmekle, dünyevî şehvetleri üzerinde ıs-
rarla durmakla sık sık karşılaştıkları için, bir-
çok kötü huy ve şerle nefisleri kirlenmiştir‛
(İbni Haldun, 1998: 327). Nesneler toplumsal
yönelimleri bireysel arzulara çevirmiştir ve
(İbni Haldun için erken bir kavram olsa da)
metalaşmış ilişkiler düzenine yol açmıştır.
Bedevilerdeki fedakârlık, paylaşma ve kana-
atkârlık cesaret, metanet, yiğitlik gibi hasletle-
ri yapılandıran işlevsel taban bu biçimde çö-
zülmeye yüz tutmuştur.
Bu yapı doğal olarak daha üretken;
bireylerin paylaşma değil, kazanma ve lüks
arzularını sürekli tetikleyen bir karakteristiğe
sahiptir. Buna rağmen toplumun bu yeni do-
ğası, İbni Haldun’a göre asabiyetin sonu de-
ğil, asabiyetin dönüşmüş biçiminidir. Çünkü,
toplum varlığını ve bütünlüğünü korumakta-
dır, devlet o toplumsal asabiyeti temsilen
işlevini yerine getirmektedir ve büyük oranda
toplum olarak bir arada olmanın amaçlarına
bağlı kalınmaktadır. Üstelik bilimlerdeki,
tekniklerdeki ve düşünüş ve yaşayış biçimle-
rindeki daha önce var olmayan ilerleme hada-
ri düzende karşımıza çıkmış olmaktadır ve
topluca sebebe dayalı, daha medeni yeni bir
asabiyet biçimi gelişmektedir. Henüz modern
endüstriyel kapitalizmin ticari meta üretimine
ve kâr amacına dayalı ilişkiler düzeni ortaya
çıkmadığı için, mevcut yapıda Max Weber’in
yaklaşımıyla amaç yönelimli eylemler değil,
değer yönelimli eylemlerin toplulukçu rolü
egemendir. Fakat araçsallaşma ve bireysel-
leşme eğilimi giderek katmerlenmekte olduğu
için yeni asabiyet istikrarsız bir hal almakta-
dır.
Yerleşik hayata geçişin asabiyeti za-
yıflattığı düşüncesine rağmen, İbni Haldun
(1990: 304), göçebelik ve köy hayatından son-
ra, şehirlerde yaşama çağlarını geçirmenin
insanlar için tabii ve zaruri olduğunu söyler.
Ona göre "kişi ancak zaruri olan ihtiyacını
temin ettikten sonra hayatta mükemmelliği ve
genişliği arar. < Bundan dolayı göçebeliğin
gayesi(nin) medenileşmek olduğunu ve me-
deniyete doğru yürüdüğünü görüyoruz‛ (İbni
Haldun, 1990: 308) der. ‚Medeniyet servet ve
nimete tabi olan bolluk ve genişliğin bir sonu-
cudur‛ (İbni Haldun, 1990: 441).
288
Metin GÜLTEKİN
İbni Haldun (1990: 98-99) şu ifadele-
riyle hem değişime yönelik olgusal durumu
hem de çözümlemesine özgü metodik tutu-
munu dile getirmektedir: ‚Göçebe yaşayıştan
ilk önce bahsetmem, < insanlar ilk önce gö-
çebe hayatı yaşadıkları içindir. Devlet bahsini
şehirler, kasaba ve köyler bölümünden önce
anmamız da aynı sebepten, yani devletlerin
şehir ve kasaba kurulmadan önce kurulmuş
olmasından ileri gelmiştir. Geçinmeyi diğerle-
rinden önce anmamıza gelince, geçinme tabi
bir zaruret ve ihtiyaç olduğu içindir. İlim bir
meziyet ve kemaldir veyahut ihtiyaç ve zaru-
ret sevkiyle öğrenilen bilgidir. Zaruri olan şey
kemal olan nesneden önce gelir‛. Anlaşıldığı
üzere İbni Haldun, toplumun oluşumunu
tarihsel bir sürece dayandırmaz. Ona göre
toplumun var oluşu ve devamı, yaratıcı bir
ilkeye dayalı olarak, potansiyel eğilimleri
içinde barındırır. İbni Haldun topluma -ve
daha genel anlamda bütün varlıklara- Batılı
anlamda, ‚doğanın zamana bağlı bir süreci‛
olarak bakmaz. Bu yüzden önce ekonomik
konulardan bahsetmiş olması, Marx’ın yaptığı
gibi ekonominin toplumsal gerçeğin belirleyi-
ci faktörü olduğunu dile getirmek için değil-
dir. İbni Haldun’un Marx’a benzer biçimde
tarihsel materyalizmin öncüsü olduğunu söy-
leme yaklaşımı, gerçekte Batılı bakışın soyut-
lamacı doğasını yansıtmaktadır. Gerçekten de
İbni Haldun Batıda birbirine kaşıt ya da yakın
hemen tüm önemli klasik düşünürler, fikirler
ve sosyal disiplinlerle ilişkilendirilmiştir. Ger-
çekte bu durum, İbni Haldun’un bütüncül
bakışaçısını ve modernist yaklaşımın parça-
lanmış doğasını yansıtmaktadır.
Asabiyetin Diğer Görünümleri-1:
Coğrafya, İklim, Beslenme
Asabiyetin görünümü açısından be-
devilik ve hadarilik ayrımı temeldir. Ancak
toplumla ilişkili belli başlı bileşenlerden olan
coğrafya, iklim, beslenme, ekonomi, ahlak,
devlet, din, eğitim, adalet ve başka olgular
arasında da asabiyet kavramı açısından tek
tek veya birbirleriyle ilişkileri bakımından
ayrılamaz bağlar vardır. Özellikle hadari top-
lumda bu olguların toplumsal sürece daha
yüksek düzeyde etki ettiği bir evrilme süreci
söz konusudur. Toplumsal değişim asabiyet
dinamiği etrafında döngüsel bir süreç izler-
ken, zikredilen bu olguların süreç üzerinde
nasıl rol aldığı, İbni Haldun’un sosyolojisini
anlamakta yol gösterici olacaktır.
Öncelikle İbni Haldun’a göre, insanın
üzerinde yaşadığı, coğrafya, iklimler, verimli
bölgeler gibi faktörler, onun üzerinde yaşayan
insanların kişilik özelliklerini, toplumların
yaşam tarzlarını, toplum olmanın amacı olan
umranı geliştirme koşullarını ve kurulan me-
deniyetlerin niteliklerini büyük ölçüde etkiler
(Demircioğlu, 2013: 78). O medeniyetlerin
geliştiği bölgelerin, nereler olduğunu eserinde
uzun uzun anlatır ve insan yaşamına daha
elverişli olan yerlerin orta kuzey kuşaktaki
ılıman bölgeler olduğunu söyler (İbni Haldun,
1990). Buralar büyük topluluklar halinde ya-
şamaya ve devletler kurmaya çeşitli imkânlar
sağlamıştır.
İbni Haldun, coğrafya ve iklimle be-
raber, bu bölgelerin insanlar için sağladığı
yaşam imkânlarının da, toplumların yaşam
tarzlarının, beslenme biçimlerinin, bedensel
ve ruhsal niteliklerinin dolaylı bir parçası
olduğunu söyler. Burada yine fazlalık değil,
anca yeterli olma ilkesi güçlü asabiyet için
önem taşımaktadır.
Konuyla ilgili pek çok örnek gösteren
İbni Haldun’dan (1990: 208) birkaç örnek ve-
relim: ‚Bununla beraber hububat ve katıktan
mahrum olan çöllerin bu göçebelerinin vücut
ve ahlakları, bolluk ve genişlik içine dalmış
olan verimli yerlerin ahalisinin vücut ve ahla-
kından güzeldir. Renkleri saf, tenleri temiz,
şekil ve kıyafetleri mükemmel, güzel, ahlakla-
rı itidalden ayrılmamıştır. Akıl ve zihinleri
ilim ve maarifi çok güzel kavrar, anlayışları
çok iyidir. <.. Sinhace’nin bir boyu olan Müs-
limin, çöllerde darlık içinde yaşadıkları halde,
bolluk içinde yaşayanlardan daha güzel ve
ahlakları daha sağlamdır‛. Ona göre çok besin
almak, vücutta bir fazlalığa neden olur. Onun
kötü etkileri beyne sirayet ettiği için, zihinler
ve fikirler körleşir. Bolluk ve genişliğin tende-
ki hal ve tesirleri ibadet ve zahitlikte de gö-
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 289
rülmektedir (İbni Haldun, 1990: 209-211). İbni
Haldun’a göre fazlalık, sadece toplumsal iliş-
kilerle ilgili bir sorun değildir. Fazlalık kişile-
rin ruhsal doğası için de sorundur. Toplum da
İbni Haldun’a göre bireyden yalıtık değil,
onların psikolojik ve ruhsal özelliklerinin bir
yansımasıdır.
Asabiyetin Diğer Görünümleri-2:
Devlet, Ekonomi, Din
Devlet, insanların birbirlerine karşı
düşmanlıklarını engellemek için zorunlu bir
kurum olarak bedevi toplumla birlikte var
olmuştu. İbni Haldun'a (1990: 414) göre ‚dev-
let ancak asabiyetle kurulur ve yaşayabilir‛.
Devlet asabiyete bağlı olarak varlığını sürdü-
rebileceğine göre, hadari toplumlarda da asa-
biyet vardır ve asabiyetin dinamikleri işleme-
ye devam eder. Ancak İbni Haldun’a (1990:
321) göre bedevi toplumlarda yönetim ve
devlet daha çok karşılıklı onura ve onaya
dayalı olduğu için "aralarındaki çekişmelere,
hepsinin kalbi onların vakar ve ululuğuyla
dolmuş olan şeyhlerinin ve büyüklerinin mü-
dahalesiyle son verilir‛. Buna karşılık yerleşik
toplumlarda yönetim, kanun ya da memurlar
gibi ikincil araçlarla yürütüldüğü için, kendisi
de ikincil bir güç olarak işlev görür. Böyle bir
devletin varlığı, hadarilerin kuvvet ve yiğit-
liklerini giderir. Tıpkı uzmanlaşmış öğretmen
ve üstatlarının terbiyesinde ilim ve hüner
öğrenen öğrencilerin secaatlerinin ve atılgan-
lıklarının eksilmiş olduğu gibi (İbni Haldun,
1990: 316-317). Buna karşılık şehirlerin ahalisi
bireysel yönelimlerinden dolayı birbirine
düşman/rakiptirler. Bu zayıf asabiyet koşulla-
rında, ancak devlet otoritesi, idareleri altında
yaşayanların birbirlerine tecavüzde bulunma-
larına mani olabilir (İbni Haldun, 1990: 321).
Yani paradoksal olarak, devletin varlığı hada-
ri toplumlarda daha elzemdir.
İbni Haldun'a göre (1990: 473), asabi-
yete uygun her şey, insan ve toplum doğasına
da uygundur; ona aykırı her şey de onlar için
zararlıdır. Bu gerçek yönetim süreci için de
geçerlidir: Her ne olursa olsun, İbni Haldun'a
göre asabiyeti araksına alamayan ve de ona
hükmedemeyen hükümdar, tam manasıyla
hükümdar değildir. Hükümdarlık meşruiye-
tini araksındaki toplumsal güçten alır ve meş-
ru yetkisini etkin bir biçimde kullanmak zo-
rundadır. İbni Haldun’un perspektifinden
devlet ve toplum birbirini bütünler. Oysa
Rönesansın önemli siyaset düşünürlerinden
Machiavelli açısından iktidar ve toplum birbi-
rine karşıt olgulardır. Etkin bir yönetim için
yöneticilerin ikiyüzlü oldukları farzedilen
topluma karşı, yine ikiyüzlü bir politika izle-
yerek etkin yönetimi gerçekleştirmelerini
tavsiye etmişti (Şener, 2013: 118). Aksine, İbni
Hadun’a göre (1990: 474) şiddet ve istibdat,
devletin düzen ve yapısını bozar. ‚Güzel ah-
lak ve özellikler ise, devletçiliğin boyutların-
dan olup, devletin yapısını tamamlar. Devlet
kurmak asabiyetin gayesi ise, onun dalları ve
onun tamamlayıcısı olan özellikleri de devlet
kurmak için bir vasıta ve hedef teşkil eder,
yani bu özellikler milletleri devletçiliğe götü-
rür‛ (İbni Haldun, 1990: 363).
Devlet ve toplumu yıkıma götüren
nedenlerden biri de ekonomiye dayalı olan-
lardır. İbni Haldun’a (1990: 424-427) göre dev-
letler güçlendikçe ve büyüdükçe, devleti yö-
netenlerde ve toplumda yıkıcı bir güven duy-
gusu gelişir. Geleceği düşünme duygusu gi-
derek sönükleşir. Bu güven duygusu insanları
giderek daha çok maddi kazanımlara yönlen-
dirir. Devletin güçlenmesiyle nimetler ve ser-
vet çoğalır. Servete yönelik birtakım alışkan-
lıklar da artar. Bu boş nesneler onlar için elde
edilmesi gerekli bir (yapay) ihtiyaç ve zaruret
halini alır. İhtiyaçların artmasıyla masraflar
da çoğalır. Aylıkları, maaşları arttırmak mec-
buriyeti hâsıl olur. Masraflar çoğaldığı için
gelirler masrafları karşılayamaz. Ekonomik
farklılaşmanın ürettiği yoksullar mahvolurlar,
zenginler gelirlerini bu yolda tüketirler.
İbni Haldun’a göre toplum ya da asa-
biyet sadece tekil olarak bir toplumun içyapı-
sına dayalı olarak oluşmaz. Asabiyet aynı
zamanda başka toplumlara karşı güçlü olma
290
Metin GÜLTEKİN
çaba ve imkânıdır: ‚Bunların her biri asabiye-
tin, yani bir kavmin bir araya toplanarak ken-
disini korumasından ve düşmana karşı koy-
masından, memleketler fethedip, zafer ka-
zanmayı istemesinden, düşmanı kuvvet ve
şiddetle yenmekten ibaret olduğunun açık bir
delilidir. Asabiyet adı verdiğimiz bu özellikle-
ri kaybeden kavim ve uruğlar bu andıklarımı-
zın her birinden mahrum olurlar‛ (İbni Hal-
dun, 1990: 360). Yıkılmış asabiyet bir boşluk
doğurur. Ancak asabiyetden oluşan toplumsal
dünya boşluk kabul etmez. ‚Yenilmiş kavim-
lerin giyim ve kuşam, mezhep, diyanet ve
başkaca hal ve itiyadlarında kendilerini yenen
kavim ve hükümdarları‛ (İbni Haldun, 1990:
374) kaçınılmaz olarak taklit ederler.
İbni Haldun'a göre toplumsal gerçek-
lik söz konusu olduğunda din vazgeçilmez ve
zorunlu bir olgu olarak karşımıza çıkar. Din-
ler, İbni Haldun için toplumsal gerçekliğin
ontolojik (Canatan, 2013: 72) varlığının gös-
tergesidirler. Çünkü din toplumu evrimsel
değil tümel bir gerçeklik kılar. Bu yüzden
toplum, asabiyet denilen bir öz üzerinden
açıklanabilir. Din, İbni Haldun'a göre özelde
İslam, asabiyetin bir boyutudur. Bununla ilgili
şu açıklamayı yapar: ‚Kalpler batıl olan arzu-
lara ve dünyayı sevmeye çağrılır ise, insanlar
arasında birbiriyle çekişerek yarışma ve bu-
nun bir sonucu olarak da aralarında anlaş-
mazlık baş gösterir. Kalpler hak ve hakikate
döner, dünya ve batılı bırakır, Allah’ı razı
etmek yoluna saparlar ise, onlar amaç ve he-
deflerinde birleşirler (İbni Haldun, 1990: 402).
Bedevilikte de var olan devlet gibi, din de
bedevilikte daha içkin olarak bulunmaktadır.
Daha içkin olarak, çünkü, bedevi toplumun
yaşayışı dinin de va'zettiği fıtrata daha uy-
gundur. Fakat hadari toplumda yaşayışın
daha da biçimselleşmesi dinin de daha görü-
nür ve biçimsel olmasına, sosyal hayatın ku-
rallarına daha fazla müdahil olmasına yol
açmıştır. Bu durumda din, sadece bir ideal
değil, tüm toplumsal yönelimleri düzenleyen
ve kanalize eden, aynı zamanda siyaset gibi,
ekonomi gibi somut bir toplumsal olgu ola-
rak, asabiyet gerçeğiyle birleşen bir gerçekliğe
dönüşür. İbni Haldun (1990: 511) dinin bu
yönüne dair şöyle der: ‚Şari’in maksadı servet
ve devleti kudret ve takat dâhilinde hak ve
şerefli olan maksatlar uğruna kullanmaya
çağırmaktır. Bu takdirde bütün maksatlar doğ-
ru ve hayırlı olur‛. Din, tabanda toplumsal
birliktelikten kaynaklanan doğal asabiyeti,
tavanda birleştirir; ara kademeleri de düzen-
leyerek reel bir toplumsal karşılıklılık alanı
üretir.
İbni Haldun’un (1990: 512) anladığı
din, dünyayı bütünüyle dinselleşti-
ren/ruhanileştiren değil, insana bir uhrevi
amaç tayin eden ve aynı zamanda sınırsız
düyevî yönelimlerini düzenleyen kurallar
sistemidir: ‚şehvetleri kötülemekten Şari’in
maksadı, şehvetleri büsbütün yok etmek de-
ğildir. Çünkü şehvetin büsbütün yok olması
bir eksikliktir. Şari’in bundan maksadı, şeh-
vetleri mübah olan veçhile (kişinin) maslahatı
ve menfaati için kullanmaktır‛. Toplumsal
hayatın var olması ve insanın yaratıcı tarafın-
dan imtihanı için bu gereklidir. Bu durumda,
yeri gelmişken söyleyelim ki, İslam inancında
dünya salt teolojik bir alan olmadığı gibi,
insan da dünyaya salt teolojik bir gözle yak-
laşmaz. Akıl da bu durumda tüm dünyevi
imkânlar gibi kullanılabilir. Nitekim İbni
Haldun'un perspektifi de tam olarak budur.
Ona göre, İslam toplumları ile öteki toplumlar
arasında toplumsal kanunlar itibarıyla bir
farklılık yoktur (Şentürk, 2009: 253). Toplum
doğal ve kaçınılmaz bir gerçekliktir. Dünya ve
toplum bu bağlamda akla dayalı bir bilimin
konusu olabilir, hatta olmalıdır. İbni Haldun,
aklı yaratılmış bu sistemin işleyiş kanunlarını
kavramak için kullanma çabası içerisindedir.
Bir sebep asabiyeti olarak din, bütün
toplumsal yönelimleri, toplumun hayrına
çevirmektedir. Böylece din, bedevi toplum-
larda var olan toplumun karşılıklılık ilkesini,
daha ileri toplumsal aşamalarda daha ileri
taşıyarak, yeni bir asabiyet biçimi olarak ha-
dari toplumda da sürdürülmesine imkân sağ-
lamaktadır. Kan bağının yerine yeni bir kar-
deşlik hukuku koymaktadır. Bu yakınlaşma
doğal olarak, kişileri hadari toplumun yol
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 291
açtığı bencilleşme yöneliminden uzaklaştıra-
cak ve bedevi topluma özgü fedakârlık ve
secaat duygularını geliştirecektir. Bunun ya-
nında siyasal ve toplumsal örgütlenmede,
ticarette, zanaatlarda, sanat, bilim ve teknik-
lerde gerçekleştirilen ilerlemeler de, medeni-
leşme yönünde topluca bir ilerleme olarak
kendini gerçekleştirmiş olacaktır.
İbni Haldun (1990: 402), konuyla ilgili
örneklerini biraz daha ileri taşır: Ona göre din
yeni bir asabiyet kaynağıdır. Devletin din ve
inana çağıması, kuvvetine üstelik bir kuvvet
teşkil eder. Buna şu örneği verir: ‚(bedevi)
Arapların İslamiyetin ilk çağlarındaki halleri-
ne de dikkat et ki uruğları, boylar ve asabiyet
kuvvetleri çok ve bol olduğu için, kendilerine
komşu olan, Şam, Irak ve Mısır’ı ne kadar
çabuk ele geçirdiler‛ (İbni Haldun, 1990: 413).
İslam toplumları zamanla büyüdü ve zengin-
leşti. İbni Haldun bu zenginleşme ve ilerle-
meyi hemen olumsuzlamamıştır. Çünkü onlar
bu serveti "israf derecesinde sarf etmiyorlar-
dı.‛ (İbni Haldun, 1990: 518). Fakat ‚bundan
sonra devletin tabiatını kendilerinin dünyevi
kötü maksatlarına alet edenler halifelik ma-
kamına geçti‛ (İbni Haldun, 1990: 521). ‚Bun-
ların oğulları halife olduktan sonra bolluk ve
israf içine dalarak devletin idaresini çığrından
çıkardılar, dünyaya ve dünyanın devamsız
olan lezzetlerine dalarak dini arkada bıraktı-
lar‛ (İbni Haldun, 1990: 522). Beşeri eğilimle-
rin dinin bağlayıcılık gücünü de kırması, top-
lumları doğal asabiyetin kanunlarıyla baş
başa bırakarak, döngüsel bir yol izlemesinin
yolunu açmıştır.
SONUÇ
İbni Haldun’a göre insan yaratılıştan
gelen eğilimleri, ekonomik, güvenlik ve poli-
tik zorunlulukları dolayısıyla toplumsal bir
varlıktır. Bu dinamik toplumsal bütünü asa-
biyet kavramı altında ifade etme imkânı sağ-
lar. Buna karşılık, toplumların karakterini
yapılandıran coğrafya, iklim, yaşam koşulları
gibi taban faktörler yanında, devlet biçimleri,
ekonomik ve kültürel süreçler ve dinsel ina-
nışlar da asabiyetin boyutlarındandır. Bu
anlamda asabiyet kökenini insanın toplumsal
olma eğiliminden ve toplum olma gerçeğin-
den alır. Toplumsalın bizzat kendisidir, fakat
toplumsalın kendisi sadece iç dinamiklerle
oluşmaz; o diğer topluluk ve toplumların
varlığıyla ve onlarla ilişkisiyle de oluşur. Asa-
biyetin var olması diğerlerinin varlığını zo-
runlu kılar. Birbirini etkileyen bireylerin tüm
eğilimleri toplumsal süreçte bir etkiye sahip-
tir. Fakat bunun yanında, bireylerin bileşkesi
olan toplum, ayrıca bireysel eğilimleri yön-
lendirir de. Bu yüzden sözü edilen bu toplum,
salt bir taslak olmayıp, bireysel geçeklikle
doğrudan ilişkilidir.
Asabiyet, suya atılmış -ama enerjisini
kendinden alan bir dalga gibi merkezden
çevreye, fakat her kademeden çevresel halka-
dan da merkeze etki eden bir gerilim alanı
içinde işler. Toplum ve birey birlikteliği, çev-
resel ve birey-toplum gerilimine dayalı kültü-
rel faktörleri (umran) de içine alarak çeşitli tür
ve derecelerdeki asabiyet biçimlerini üretir.
İbni Haldun’a göre toplumlar yaşam akışı
içinde doğal bir birikim ürettikleri için ve
insanın psikolojik ve entelektüel eğiliminin de
rahatlık ve medenileşme doğrultusunda ol-
ması dolayısıyla, medeniyet asabiyetin doğal
bir yönelimi olarak ortaya çıkar. Fakat mede-
nileşme ilerledikçe, asabiyetin karşılıklılığa
dayalı doğal özelliği, yerini giderek artan araç
ve araçsallıkların neden olduğu hesap ve ras-
yonaliteye dayalı daha istikrarsız bir asabiyet
biçimine bırakır. Bu istikrarsızlık içinde asa-
biyet zamanla tüketilerek, toplumsal çöküşle-
rin ve ardından yeniden oluşumların seyretti-
ği bir tarihsel güzergâh oluşur.
Asabiyet bir duygu değil, bir varsa-
yım da değil, sosyal sistemin somut, duygusal
ve ideal gerçekliklerini çerçeveleyen bütüncül
bir olgudur. Bir merkeze sahip ve etrafından
çevreye doğru yapılanan toplumun tümel ve
dinamik varlığıdır. Toplumun üzerinde yapı-
landığı potansiyel alandır. O bir gerçekliktir,
292
Metin GÜLTEKİN
dolayısıyla onunla beraber açıkla-
nan/tanımlanan kavramlar da birer gerçeklik-
tir. Umran da asabiyet dinamiklerine bağlı
somut bir kavramdır. Modern ‚toplum‛ kav-
ramı gibi, içeriği onu inceleyen kişinin bakış
açısına göre değişen soyut bir kavram değil-
dir. Asabiyet, kendisi çeşitli biçimler halinde
görülebilen, olumlu veya olumsuz, yönelimle-
ri gözlemlenebilen içerikli ve dinamik bir
kavramdır.
İbni Haldun, toplumu inceler. Yakla-
şımı bütünüyle toplum odaklıdır. O gözlemle-
rini asabiyet kavramı çerçevesinde, toplumun
göreli olgu ve süreçleri olarak çözümlemiştir.
Hiçbir faktörü mutlaklaştırmamıştır ya da
hafife almamıştır. Asabiyet anahtar kavramı
ona olgu ve yönelimlerin ideal sınırları ve
tarihsel sonuçları hakkında kanunlara ulaşma
gücü kazandırmıştır. Ayrıca özsel bir kavram
olarak asabiyet kavramına dayalı zaman-dışı
pür toplumsal yaklaşımı, ona en basitinden en
karmaşığına, en dinamiğinden en durağanına
bütün toplumsal dinamikleri görme ve birbir-
leriyle karşılaştırabilme olanağı kazandırmış-
tır. Kendi çağının toplumlarını özgün ve kar-
şılaştırılabilir bağlamlar altında değerlendire-
bilmiştir. Hatta özcü asabiyet yaklaşımına
dayalı çözümleme gücü, zamanını çok çok
aşarak bu günkü modern toplumların yapı-
sından kaynaklanan düşünsel, siyasal, eko-
nomik, kültürel ve başka bazı sorunsalları
kendi çağı içinde gözlemleyebilmesi-
ne/çözümleyebilmesine olanak sağlamıştır.
Örneğin bireyselleşmenin, şehirleşmenin,
uzmanlaşmanın, siyasal baskının, kapitalist
metalaşmanın, tüketici toplumun, narsizmin
doğasına dair güçlü tespitleri göze çarpmak-
tadır. Oysa modern çözümlemede, gerçekliğin
bir kısmı yadsındığı ve idealize edilmiş bir
toplum tasarlandığı için, bastırılmış dinamik-
lerin sonuçları onlar ortaya çıkmadan öngörü-
lememiştir. Örneğin Comte, akılcılığın reel bir
toplumsal durum olduğunu varsayarak, pozi-
tif bir insanlık dininin dünyaya egemen ola-
cağını söylemiştir. Saint Simon sanayileşme-
nin çelişkilerini göz ardı ederek, mutlu bir
geleceğin bizi beklediğini savunmuştur. Marx
için gerçek olan yalnızca ekonomidir. Mağdur
sınıf bizi bu çelişki ve sömürüden kurtaracak,
sorunsuz bir dünya kurulabilecektir. Eleştirel
okul temsilcileri ya da Foucault, sitemin kriz-
lerinin kendi doğasından kaynaklanan sonuç-
larını çözümlemişler ama alternatif bir çözüm
önerememişlerdir. Postmodernistler ise deği-
şimden bütünüyle ümitlerini kesmişlerdir.
Çünkü hepsi kaçınamayacakları bir biçimde
felsefi yani varsayımsal bir akıl yürütme bi-
çiminin egemen olduğu bir düşünce evreni
içinden dünyayı görmüşlerdir.
Nihayet İbni Haldun’un yaklaşımı,
toplumu çok boyutlu olarak okuyabilen, farklı
toplumları da ele almaya elverişli, hiçbir de-
terminist ilkeye başvurmaksızın, toplumun
düzeni ve ikbali açısından iyi ya da kötü olanı
ortaya koyabilen, aynı zamanda toplumun
işleyişi üzerine nedensellik bağlantıları kura-
bilen, somut gözlemlerle belirlenmiş, somut
bir yaklaşımdır. Daha özlü bir biçimde ifade
edecek olursak diyebiliriz ki, son tahlilde İbni
Haldun için toplumsal gerçeklik; insan ve
toplum doğasının imkânları ve sınırları karşı-
sında, insan eğilimleri ve toplumsal belirleyenler
arasında sürekli gerçekleşen bir diyalektiktir.
KAYNAKÇA
Adanır, O. (1991). Can Çekişenler ve
Çırpınanlar ya da Batı ve Diğerleri,
Kaplan, Y. (Der.), Enformasyon Devrimi
Efsanesi. İstanbul: Rey Yayınları.
Albayrak, A. (2000). Bir Medeniyet Kuramcısı
Olarak İbni Haldun. Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
9/9.
Arslan, A. (2014). İbni Haldun. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Arslan, A. (1983). İbni Haldun ve Tarih,
http://egeweb2.ege.edu.tr/tid/dosyalar
/I_1983/TiDI-1983-02.pdf, E.T.:
02.09.2016, 9-30
Bedir, M. (2009). İslam düşünce Geleneğinde
Nakli İlim Kavramı ve İbni Haldun,
Şentürk, R. (Ed.), İbni Haldun –Güncel
Okumalar. İstanbul: İz Yayıncılık.
Bierstedt, R. (1997). 18. Yüzyılda Sosyolojik
İbni Haldun, Modernlik ve Modern Sosyoloji 293
Düşünce, Kocabaşoğlu, U. (Çev.), Sos-
yolojik Çözümlemenin Tarihi, Bottomo-
re, T., Nisbet, R. (Der.), Tuncay, M.,
Uğur, A. (Haz.) Ankara: Ayraç Yayı-
nevi
Bock, K. (1997). İlerleme, Gelişim ve Evrim
Kuramları, Uğur, A. (Çev.), Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, Bottomore, T.,
Nisbet, R. (Der.), Tuncay, M., Uğur, A.
(Haz.). Ankara: Ayraç Yayınevi.
Canatan, K. (2013). İbni Haldun Perspektifinden
Bilgi Sosyolojisi. İstanbul: Açılımkitap.
Demircioğlu, A. (2013). İbni Haldun’un İnsan
Düşüncesi ve Medeniyet Algısı. Yayın-
lanmamış Doktora Tezi. Ankara: Gazi
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitü-
sü.
Durak, N., Tortuk, B. B. (2016). İbni
Haldûn’un Felsefesinde Zaman ve Ta-
rih Tasavvuru, Akademik Sosyal Araş-
tırmalar Dergisi, 22, 349-367
Giddens, A. (1998). Modernliğin Sonuçları,
Kuşdil, E. (Çev.). İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Göcen, G. (2013). İbni Haldun’un Toplum ve
İnsan Yaklaşımının Günümüze Düşen
İzdüşümleri. Toplum Bilimleri Dergisi,
7/14, 175-198.
Hassan, Ü. 2010. İbni Haldun: Metodu ve siyaset
Teorisi. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
İbni Haldun (1990). Mukaddime Cilt I, Ugan,
Z., K. (Çev.). İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
İbni Haldun (1998). Mukaddime Cilt I, Uludağ,
S. (Çev.). İstanbul: Dergah Yayınları.
Karaca, Ç. (2011). İbni Haldun’un Mukaddi-
me’sinde Toplumun Yasalarını Keşfeden
bir Düşünce Tekniği Olarak Tarih. Ya-
yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. An-
kara Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-
titüsü Felsefe Anabilim Dalı
Kayapınar, A. (2009). İbni Haldun’un Asabi-
yet Kavramı: Siyaset Teorisinde Yeni
bir Açılım, Şentürk, R. (Ed.), İbni Hal-
dun –Güncel Okumalar. İstanbul: İz
Yayıncılık.
Kozak, İ. E. (1984). İbni Haldun’a Göre İnsan,
Toplum, İktisat. İstanbul: Pınar Yayın-
ları.
Özdinç, Ö. İbn Haldun’a Göre Bedavet ve
Hadaret’te Fert Toplum İlişkisi, bi-
sav.org.tr/userFiles/yayinlar/makalele
r/İbn_Haldun_651631061.doc, E.T.:
10.08.2016.
Şener, S. (2013). Sosyoloji. İstanbul: İnkılab
Yayınları.
Şentürk, R. (2009). Medeniyetler sosyolojisi:
Neden Çok Medeniyetli bir Dünya
İçin Yeniden İbni Haldun, Şentürk, R.
(Ed.), İbni Haldun –Güncel Okumalar.
İstanbul: İz Yayıncılık.
Yaslıçimen, F., Sunar, L. (2009). Sosyal Bilim-
lerde bir Yenilenme İmkânı Olarak
İbni Haldun, Şentürk, R. (Ed.), İbni
Haldun –Güncel Okumalar. İstanbul: İz
Yayıncılık.
Yavuz, S. (2013). İlm-i Umran’ın Konusu ve
Yöntemi Üzerine Bir Literatür Analizi,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat fakültesi
Dergisi, 40, 319-347.
Şulul, K. (2002). İbni Haldun’un Tarih Görü-
şü. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Dergisi, 15, 145-175
Türker, Ö. (2009). Mukaddime’de Akli İlimler
Algısı: İbni Haldun’un Bireysel Yete-
nekler Teorisi, Şentürk, R. (Ed.), İbni
Haldun –Güncel Okumalar. İstanbul: İz
Yayıncılık.
Wagner, P. (1996). Modernliğin Sosyolojisi, Kü-
çük, İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Yıldız, M. (2010). İbni Haldun’un Tarihselci
Devlet Kuramı. FLSF (Felsefe ve Sosyal
Bilimler Dergisi), 10, 25-55.