imami rabbani - mebde ve mead (necdet tosun)

43
RABBÂNÎ İ LHAMLAR MEBDE' VE MEÂD RİSALESİ İMÂM-I RABBÂNÎ Tercüme: Dr. Necdet Tosun 1

Upload: abdullah-muceddidi

Post on 26-Jun-2015

553 views

Category:

Documents


17 download

TRANSCRIPT

Page 1: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

RABBÂNÎ İLHAMLAR

MEBDE' VE MEÂD RİSALESİ

İMÂM-I RABBÂNÎ

Tercüme: Dr. Necdet Tosun

1

Page 2: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

İÇİNDEKİLER

İMÂM-I RABBÂNÎ .............................................................................................. 4 Mebde' ve Mead Risalesi ................................................................................. 6

MUKADDİME .................................................................................................... 8 1. Bölüm: Manevî Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri............................................... 8 2. Bölüm: İrşad Kutbunun Feyzi ........................................................................ 10 3. Bölüm: İrşad Makamı................................................................................... 10 4. Bölüm: Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi .................................................... 10 5. Bölüm: Nimeti Anmak.................................................................................. 10 6. Bölüm: Allah'a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk........................................ 11 7. Bölüm: Evliya Mertebeleri............................................................................. 11 9. Bölüm: Müşahede........................................................................................ 12 10. Bölüm: Tasavvuf Yoluna Giriş ...................................................................... 12 11. Bölüm: Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zât'ını İdrak ............................................. 14 12. Bölüm: Kalp ve Mertebeleri ......................................................................... 14 13. Bölüm: Ruh ve Manevî Yolculuğu ................................................................. 16 14. Bölüm: Peygamberimizin Ayrıcalığı............................................................... 20 15. Bölüm: Bir Manevî Halin Gelmesi ve Gitmesi.................................................. 21 16. Bölüm: Bir Âyetin İnce Manası..................................................................... 21 17. Bölüm: “Allah'ı Tanıyan Kişiye Günah Zarar Vermez Cümlesinin Manası ............. 21 18. Bölüm: Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi..................................................... 22 19. Bölüm: Aynı Konu Hakkında İlâve Açıklama................................................... 22 20. Bölüm: Görülen ve Hayale Sığan Şeyler Allah Teala Değildir............................. 23 21. Bölüm: Bu Konu Hakkında İlave Bilgi............................................................ 24 22. Bölüm: Mutlak Olanın Yalınlığı ..................................................................... 24 23. Bölüm: İnsanın Melekten Üstünlüğü ............................................................. 24 24. Bölüm: Evliyanın Halktan Biri Gibi Görünmesinin Hakikati ................................ 24 25. Bölüm: Dünyevî Bilgiler ve İlâhî Âleme Ait İlimler ........................................... 25 26. Bölüm: Dünyevî Bilgilerin Geri Dönmesi Kusur Değildir.................................... 25 27. Bölüm: Rıza Makamı .................................................................................. 26 28. Bölüm: Hanefî ve Matüridî Mezheplerinin Fazileti ............................................ 26 29. Bölüm: İrşad İcazeti .................................................................................. 27 30. Bölüm: Yâd Dâştın Mertebeleri .................................................................... 28 31. Bölüm: On Makamı Aşmadan Yolun Sonuna Ulaşılamaz ................................... 28 32. Bölüm: Evliyanın Zahiren Sebeplere Sarılmasının Sırrı..................................... 29 33. Bölüm: Evliyanın Gizli Kalmasının Sebebi ...................................................... 29 34. Bölüm: İnanç Konularında Bid'atın Zararı ...................................................... 30 35. Bölüm: Müteşabih Ayetlerin Tefsiri ............................................................... 30 36. Bölüm: Hz. Peygamber'e (as) Uymak ........................................................... 30 38. Bölüm: Bâtın İlminin Fazileti ve Şeyhin Adabına Riayet ................................... 31 39. Bölüm: Altı Latifenin Mertebeleri ve Yükselişi ................................................. 32 40. Bölüm: Allah'ın Kelâmı ve Zaman Hakkında Özel Bilgi ..................................... 33 41. Bölüm: Tekvin (Yaratma) Hakikî Sıfatlardandır............................................... 34 42. Bölüm: Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf ........................................ 34 43. Bölüm: Yakînin Mertebeleri ......................................................................... 35 44. Bölüm: İradenin Fânî Olması ....................................................................... 36 45. Bölüm: Kur'an-ı Kerim'in Hidayeti ve Hayalî İlahlardan Kaçınmak ..................... 36 47. Bölüm: Kelime-i Tevhid Zikri ....................................................................... 37 48. Bölüm: Kur'an'ın, Kabe'nin ve Hz. Muhammed'in Hakikatleri ............................ 37 49. Bölüm: Kelime-i Tevhid'in Fazileti ................................................................ 38 50. Bölüm: Felâk ve Nâs Sureleri Kur'an'dandır ................................................... 38 51. Bölüm: Büyük Zâtlara Tâbi Olmak ve Onları Taklit Etmek ................................ 39 52. Bölüm: Zatî Tecellî'ye Göre Peygamberlerin Derecelerindeki Farklılık vardır. ....... 39 53. Bölüm: Seyr-i İcmalî, Seyr-i Tafsilîden Üstündür ............................................ 40 54. Bölüm: Rıza Makamının Üstünlüğü ............................................................... 40 55. Bölüm: Sünnet'e Uymak ve Bid'atten Sakınmak ............................................. 40

2

Page 3: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

56. Bölüm: Cinlerin Halleri ............................................................................... 41 57. Bölüm: Velî'nin Kısmî Üstünlüğü .................................................................. 41 58. Bölüm: Velînin Velayeti Peygamberin Velayetinin Bir Parçasıdır ........................ 41 59. Bölüm: Allah'ın Sıfatlarının Üç Kısmı ............................................................. 42 60. Bölüm: Allah'ın Benzeri Yoktur..................................................................... 42 61. Bölüm: Uyarı ............................................................................................ 42 SON SÖZ....................................................................................................... 43

3

Page 4: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

İMÂM-I RABBÂNÎ

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hicrî 971 senesinin Şevval ayında (Mayıs 1564) Hindistan'ın Sirhind kasabasında doğdu. Soylarının, ikinci halife Hz. Ömer el-Faruk'a dayandığı söylenen Kabil asıllı bir aileye mensuptur. Bu sebeple Ahmed Sirhindî'ye “Farukî” ve “Kâbilî” nisbeleri de izafe edilmektedir. Babası Şeyh Abdülehad, Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarından icazetli bir şeyh ve âlim idi. Ahmed Sirhindî ilk eğitimine Sirhind'de, babasının yanında başladı. Hafızlık yaptı ve babasından bazı dersler gördü. Sonra eğitimini geliştirmek için Siyâlkût'a (Sialkot) gitti. Mevlâna Kemal Keşmîrî'den ma'kûlât (aklî ilimler; mantık, felsefe), Mevlâna Yâkûb Sarfı Keşmîrî'den de hadis okudu. On yedi yaşına geldiğinde (988/1581) zahirî ilimleri tamamlamış olarak babasının yanına döndü ve ders vermeye başladı. Bu arada Şeyh Abdurrahman Bedahşî'den icazetli olan Kâdî Behlûl Bedahşanî'den tefsir ve hadis okutma icazeti aldı.

Ahmed Sirhindî ilimle iştigal ettiği gençlik döneminde, takriben 18 veya 20 yaşlarında iken Hindistan'da Bâbürlülerin başkenti olan Agra'ya gitti. Orada Ekber Şah'ın önde gelen bürokratlarından Ebu'l-Fazl Allâmî'nin meclislerinde bulundu ve bir defasında onunla tartıştı. Tartışmanın sebebi Ebu'l-Fazl'ın peygamberlik müessesesi hakkındaki şüpheleri ve filozofları çok övmesi idi. Ahmed Sirhindî bu tartışmanın ardından peygamberliğin önemini anlatmak için İsbâtü'n-nübüvve isimli eserini kaleme aldı. O, yine bu dönemde Şiîlerle Sünnîler arasındaki bir ihtilaf üzerine Risâle-i Redd-i Şia isimli eserini yazdı.

Bir süre sonra Ahmed Sirhindî'yi ziyaret etmek için babası Şeyh Abdülehad Agra'ya geldi. Bu ziyaretin ardından Sirhindî, babasıyla beraber memleketi olan Sirhind kasabasına döndü. Yolda Thânîser'e geldiklerinde, o şehrin önde gelenlerinden Şeyh Sultan'ı ziyaret ettiler. Bu ziyarette Şeyh Sultan, kızını Ahmed Sirhindî'ye nikahladı. Sirhindî memleketine döndükten sonra babasına intisap ederek Çiştiyye ve Kâdiriyye tarikatlarına girmiş oldu. Babasının sohbetine devam etti ve kendisini tasavvufî ve ilmî eğitime verdi. Babası Abdülehad, 1007 (1599) senesindeki vefatına yakın Ahmed Sirhindî'ye hilafet yani müridleri irşad yetkisi verdi. Babasının vefatından sonra 1008 senesinin Rabîulâhir ayında (Ekim 1599) Ahmed Sirhindî hacca gitmek için Sirhind'den yola çıktı. Bu dönemde 37 yaşında idi. Delhi'ye geldiğinde dostu Mevlâna Hasan Keşmîrî'nin tavsiyesi ile Delhi'nin Fîrûzâbâd mahallesinde irşad ile meşgul olan Nakşbendî şeyhi Muhammed Bakî Billah'ı ziyaret etti. Sirhindî, vefat eden babasının Nakşbendiyye'den övgüyle bahsettiğini biliyor ve bu tarikata gıyaben ilgi gösteriyordu. Bakî Billah Ahmed Sirhindî'yi görünce ondaki yüksek kabiliyeti sezdi ve âdeti olmadığı halde, kendisine intisap edip bir süre tekkesinde ve sohbetinde kalmasını rica etti. Sirhindî bu teklifi kabul etti ve Nakşbendiyye'ye intisabı başlamış oldu.

Ahmed Sirhindî'nin intisap ettiği dönemde Bakî Billah mutluluğunu, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle ifade ediyordu: “Sirhind'den Şeyh Ahmed isminde ilmi çok, ameli güçlü bir yiğit birkaç gün bizimle oturup kalktı. Ondan, çok ilginç haller müşahede edildi. Muhtemelen âlemin kendisiyle aydınlandığı bir lamba olacak.”

Ahmed Sirhindî Bakî Billah'ın yanında iki buçuk-üç ay kadar kaldı. O dönemde yaşadığı manevî halleri ve tasavvufî mertebeleri bazı mektuplarında anlatmıştır. Hac zamanı geçtiği için memleketi Sirhind'e dönen Ahmed Sirhindî, bu dönemde şeyhi ile mektuplaştı ve yaşadığı manevî halleri ona bildirdi. Bir süre sonra tekrar Bakî Billah'ı ziyaret eden Sirhindî bu ikinci ziyarette irşad icazeti (hilâfet) aldı. Bu ziyaretin 1009 senesinin Ramazan ve Zilkade ayları arasında iki ay kadar sürdüğü söylenir. Tekrar Sirhind'e dönen Ahmed Sirhindî orada Nakşbendiyye usulüyle halkı irşada başladı.

Bakî Billah'ın vefatından sonra irşad hayatına Sirhind'de devam eden Ahmed Sirhindî müridlerine, dostlarına ve devlet adamlarına (Bâbürlü valilerine) mektuplar yazdı. Müridlerine yazdığı mektuplarda tasavvufî eğitim (seyr u sülûk) ve tasavvufî düşüncenin ince meselelerini ele alıyor, devlet adamlarına yazdığı mektuplarda ise daha ziyade İslâmî kurallara ve ehl-i sünnet mezhebine bağlılık gibi genel konulara temas ediyordu.

4

Page 5: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

1014 (1605) senesinde Ekber Şah vefat etti ve oğlu Cihangir tahta geçti. Ahmed Sirhindî bu duruma çok sevindi. Çünkü Cihangir'in, babasının aksine islâmiyet'e bağlı bir kişi olduğunu düşünüyordu. Ancak 1028 (1619) senesinde başkent Agra'ya, Bâbürlü padişahı Cihangir'in yanına çağrıldı. Cihangir onu sorguya çekti ve Govaliyâr (Gvvalior) Kalesinde hapsedilmesini emretti. Bu hapis olayının sebebi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktaysa da, asıl sebep, Sirhindî'nin müridlerinin artması ve padişahın bu durumu tahtı ve iktidarı için tehlike olarak görmesidir.

Ahmed Sirhindî, Govaliyâr Kalesinde bir yıl hapis hayatı yaşadı. Bu bir yıl içinde hapisteki insanlara islâmiyet'i öğretti, onları irşad etti. Bazı gayr-i müslimlerin de Müslüman olmasına vesile oldu. Bir yıl sonra serbest bırakıldı. Cihangir, Tûzuk-i Cihangiri isimli eserinde, Sirhindî'yi hapisten serbest bırakırken (1029/1620) hediye olarak 1000 rupye para verdiğini ve onu evine dönmek ile ordugâhta kendisinin yakınlarında kalmak arasında serbest bıraktığını söyler. Cihangir'e göre, Sirhindî padişahın yakınında kalmayı tercih etmiştir. Sirhindî, padişahın yakınında bulunmayı, onu İslâmî konulara teşvik etmek için iyi bir fırsat olarak düşünmüş ve ordugâhta kalmayı tercih etmiş olabilir. Nitekim bazı mektuplarında padişahın meclisine katıldığını ve dinî konularda sohbet ettiğini anlatır. Ancak o dönemde müridlerine ve oğullarına yazdığı bazı mektuplarda kışlada zorla kaldığını, sabrettiğini, sultan tarafından bir engelleme olduğunu söyleyerek bir nevî yarı hapis hayatı yaşadığını îmâ etmektedir. Cihangir, Ahmed Sirhindî'yi gitmek ile kalmak arasında serbest bıraktığını söylemiş ise de, Sirhindî'nin müridi Muhammed Haşim Kişmî, onun “padişahın baskısı ile” orduda kaldığını açıkça ifade etmiştir. Dolayısıyla bazı kaynaklardaki “Kışlada kalmak şartıyla zindandan serbest bıraktı” cümlesi, ilk dönemler için muhtemelen daha doğrudur. Ahmed Sirhindî'nin bu dönemde padişahın askerleriyle birlikte iki üç sene boyunca bazı şehirlerde dolaştığı bilinmektedir.

Ahmed Sirhindî'nin h. 1032 (1623) senesinde Ecmir'de (Ajmer) olduğu bilinmektedir. O dönemde padişah Cihangir de Ecmir'de idi. Cihangir 55. doğum gününde (17 Rabîulevvel 1032) yakınlarına hediyeler dağıtırken Sirhindî'ye de 2000 rupye para hediye etmiştir. Bu dönemde Sirhindî ile padişahın iyi ilişkiler içinde oldukları görülmektedir. 1033 (1623-24) senesinde tam olarak serbest olduğu görülen Ahmed Sirhindî bu senenin Rabîus-sânî ayında (Ocak-Şubat 1624) kendisini ziyarete gelen oğullarıyla birlikte Ecmir'den Sirhind'e dönmüş ve ömrünün son yılını memleketi olan Sirhind'de geçirmiştir.

Ahmed Sirhindî son zamanlarını münzevî bir şekilde geçirdi. Cuma namazı haricinde evinden çıkmıyordu. Vefatından birkaç ay önce nefes darlığı çekmeye başladı. 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde vefat etti ve doğum yeri olan Hindistan'ın Sirhind kasabasında defnedildi. Vefat ettiğinde şemsî takvim hesabıyla 60 yaşında idi.

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin “Müceddid-i Elf-i Sânî” (hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi) lâkabına istinaden müridleri ile devam eden Nakşbendî koluna “Müceddidiyye” adı verilmiştir.

Ahmed Sirhindî vefat ettiğinde geriye birkaç yetişkin çocuk, birçok mürid ve halife, çok sayıda mektup ve birkaç risale bırakmıştır.

Eserleri şunlardır: İsbâtü'n-nübüvve, Redd-i Şia (Te'yîd-i Ehl-i Sünnet), Risâle-i Tehlîliyye, Ta'lîkât ber Şerh-i Rubâiyyât-ı Hâce Bakî Billah, Maârif-i Ledünniyye, Mebde' ve Mead, Mükâşefât-ı Gaybiyye, Mektûbât. Sirhindî'nin eserlerinin önemli bir özelliği, başka sûfîlerin sözlerinin muayyen bir sıra ile yazılmasından oluşan bir “derleme” olmayıp, müellifin çoğunlukla kendi tasavvufî tecrübeleri ve keşiflerini ihtiva eden orijinal eserler olmalarıdır.1

1 İmâm-ı Rabbânî hakkında daha geniş bilgi için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî: Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri, İstanbul 2005.

5

Page 6: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî hem yöneticilerin İslâm'a aykırı davranışlarına sessiz kalmamış, hem bid'atlara göz yuman âlimleri eleştirmiş, hem de sûfîler ile âlimleri, tekke ile medreseyi uzlaştırmak için çaba sarfetmiş bir yenilikçidir. O, dini ihya faaliyetleri, tasavvufa getirdiği yeni yorumlar ve sonraki nesiller üzerindeki tesiriyle tarihte iz bırakmış önemli bir şahsiyet, bir müctehid ve bir ekoldür. Onun kişiliği ve fikirleri vefatından asırlarca sonra, özellikle Hint Altkıtasında hem “ilmî” muhitlerce, hem de “özgürlük”, “ıslah” ve “ihya” hareketlerinin önde gelen temsilcileri tarafından yeniden keşfedilmiştir, önemli bir islâm düşünürü ve aynı zamanda Müceddidiyye mensubu olan Şâh Veliyyullah Dihlevî ile 19. yüzyılda Hindistan'da Müslümanların hâkimiyeti için fiilî mücadeleye girişen Ahmed Şehîd Birilvî'nin İmâm-ı Rabbânî'den etkilendikleri anlaşılmaktadır. Kafkaslar'da Ruslara karşı yürütülen millî mücadelenin önderliğini yapan Şeyh Şâmil'in de Müceddidiyye'nin kolu olan Halidiyye'ye mensup olduğu bilinmektedir. Ayrıca 18 ve 19. yüzyıllarda Orta Asya Müslümanları arasında ortaya çıkan ve medrese müfredatı başta olmak üzere din eğitiminde bir dizi yenilik teklif eden Cedîdci ekolün önde gelen temsilcilerinden çoğunun Nakşbendî-Müceddidî mensubu olduğu dikkate alınırsa, İmâm-ı Rabbânî'nin tesir sahasının genişliği daha iyi anlaşılır.2

Mebde' ve Mead Risalesi

Tasavvufî yolculuğun mertebelerini, bazı tasavvufî halleri ve keşfleri, Allah'ın zât ve sıfatları hakkında ince bilgileri ve kelamî konuları ele alan Farsça bir eserdir. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî'nin farklı zamanlarda yazdığı 61 parça yazısının, müridlerinden Muhammed Sıddîk Bedahşî Kişmî (ö. 1050/1640) tarafından 1019 (1610) senesinde derlenmesiyle oluşmuştur. Farklı zamanlarda yazılan müsvedde notların toplanmasıyla oluştuğu için eserde konu bütünlüğü görülmemektedir. Bununla birlikte eser, İmâm-ı Rabbânî'nin tasavvufî görüşlerinin bir hulasasını ihtiva ettiği için oldukça önemlidir ve “Mektûbât'ın özeti” diye nitelenmesi mümkündür. Ayrıca o, Mektûbât'ta bulunmayan birçok yeni bilgiyi de içermektedir. İmâm-ı Rabbânî bu eserde konuları ele alırken çoğunlukla tasavvuf yolunda nail olduğu keşf ve ilhamlara, kendi ruhî tecrübelerine atıflar yapmıştır. Bu da eserin önemini arttırmaktadır. Müellif, eserin ilk bölümlerinde tasavvuf yolundaki manevî yolculuğunu, bu yolculuğun başlangıç (mebde') ve sonunu (meâd) anlattığı için esere Mebde' ve Mead ismi verilmiş olmalıdır.

Mebde' ve Mead’ın Farsça aslı Delhi, Lahor ve Karaçi'de neşredilmiş, İstanbul'da Karaçi neşrinin tıpkı basımı yapılmıştır. Ayrıca eser Gulâm Mustafa Hân tarafından Urduca'ya çevrilmiştir.

Mebde' ve Mead, Osmanlı döneminde Harputlu Beyzade Ali Efendi (ö. 1322/1904) tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, bu çeviri Ali Sırrı tarafından neşredilmiştir (Kastamonu 1290/1873). Ağdalı bir dille yapılan bu tercüme, günümüz Türk okuyucusunun istifadesinden oldukça uzaktır. Bu tercümeden nakledilecek bir cümle, konunun anlaşılması için kâfidir (ikinci bölümün ilk cümlesi): “Dahi câmi-i kemâlât-ı ferdiyyet olan kutb-i irşad ziyâde azîzü'l-vücuddur. Çün kurûn-i ba'îde ve ezmân-ı bî şumârdan sonra bu kısım gevher vücuda getürürler...” (s. 10-11)

Mebde' ve Mead, Arapça'ya Muhammed Murâd Kazânî Minzelevî (ö. 1352/1934) tarafından tercüme edilip yayınlanmıştır.3 Ayrıca Muhammed Masum Ömerî Dihlevî (ö. 1341/1922) tarafından da Arapça'ya çevrildiği bilinmektedir.4

2 Müceddidî mensubu Cedîdcilerden bazıları hakkında Diyanet İslâm Ansiklopedisi'nin şu maddelerine bakılabilir: “Âlimcan Barudî”, “Kursavî”, “Mercânî”. 3 Ahmed Sirhindî, Tercümetü Risâleti'l-Mebde' ve'l-me'âd (trc. M. Murâd Kazânî), Mu'arrabü'l-Mektûbât (ed-Dürerü'l-meknûnâtü'n-nefise), Mekke 1317/1899, kenarında, cilt: II, s. 2-162. 4 Muhammed Ma'sûm Ömerî Dihlevî, Seb'u esrar fi medârici'l-ahyâr (Arp. trc. Ebu'ş-Şeref Muhammed Abdülkadir Müceddidî Medenî), İstanbul 1331, s. 17.

6

Page 7: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Mebde' ve Mead hakkında Demetrio Giordani tarafından Fransızca bir tez yapılmış5 ayrıca eser bu şahıs tarafından İtalyanca'ya çevrilip yayınlanmıştır.6 Mebde' ve Mead İngilizce'ye henüz çevrilmemiş ise de Dr. Arthur Buehler tarafından İngilizce bir makale ile tanıtılmış ve bazı nakiller yapılmıştır.7

Eser, tarafımızdan günümüz Türkçesine ilk defa çevrilirken Farsça aslının iki ayrı baskısı esas alınmıştır. Bunlar Karaçi 1968 baskısı ile, Lahor'da 1965'te Resâil-i Müceddidiyye adıyla yayınlanan mecmua içindeki nüshadır. Eserin aslında bölüm başlıkları bulunmamakla birlikte, Lahor neşrini hazırlayan Mahbûb İlâhî konulara uygun başlıklar eklemiştir. Bu başlıklardan bazıları, okuyucular için faydalı olacağı düşüncesiyle tercümeye alınmıştır.

Mebde' ve Meadın tercümesini okuyucularımıza sunarken, İmâm-ı Rabbânî'nin dört asırdan beri islâm dünyasında, özellikle de Farsça bilen muhitlerde okunan, ancak Türkçe'ye henüz tercüme edilmemiş olan Maârif-i Ledünniyye ve Mükâşefât-ı Gaybiyye gibi Farsça eserlerinin de tarafımızdan tercüme edilmekte olduğunu müjdeleriz.

Dr. Necdet Tosun istanbul 2005

5 Demetrio Giordani, Experiences Mystiques d'un Soufi Indien du XVIle Siec-le: Le Mabda' o Ma'âd de Shaykh Ahmad Sirhindi, Paris, CNRS, 2004. 6 Şâh Ahmad Sirhindi, L'inizio e il Ritorno: Mabda' o Ma'âd (trc. Demetrio Giordani), Milano 2003. 7 Arthur Buehler, “Sirhindi's İndian Mujaddidi Sufısm: Selections from the Mabda' wa Ma'âd”, Journal of the History of Sufısm, IV (2004), s. 209-228.

7

Page 8: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

MUKADDİME

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Her işin başında ve sonunda hamd Allah Teala'ya mahsustur. Habîbi Muhammed (sav)'e ve onun övgüye lâyık olan ailesine selâm ederim.

Bundan sonra derim ki; bu eser, ince ve yüksek işaretleri, hassas sırları ihtiva eden şerefli bir risaledir. Yazarı, yiğitlerin önderi, Allah Teala'nın insanlara delili ve rehberi, aktâb ve evtâdın lideri, abdal ve efradın kıblesi, Fatiha suresinin sırlarını açan, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid), Üveysî, Rahmânî, Rabbânî arif, islâm ve Müslümanların efendisi, şeyhimiz ve imamımız Şeyh Ahmed Farukî Hanefî Nakşbendî'dir. Onun hidayet güneşleri yüksek ufuklarda sürekli parlasın ve insanlar onun feyz bahçelerinden faydalansın. Yardım istenecek yalnız Allah'tır, güvenilecek olan da ancak O'dur.

1. Bölüm: Manevî Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri

Bu dervişin gönlüne tasavvuf yolunun arzusu düşünce, Allah Teala'nın lûtfu onu Hacegan (Nakşbendî) silsilesinin halifelerinden birine (Bakî Billah'a) ulaştırdı. Oradan bu büyüklerin tarikat usûlünü aldı ve bu zâtın sohbetine devam etti. Onun teveccühünün (manevî nazarının) bereketi ile, Kayyûmiyyet sıfatında yok olmak (her şeyi idare edenin Allah Teala olduğunu idrak etmek) suretiyle oluşan Hacegan cezbesi bu dervişte hâsıl oldu. Tasavvuf yolunun sonunda kazanılacak hallerin (yani daimî huzurun) başlangıçta oluşması geleneğinden de bir hisse nasip oldu. Cezbenin oluşmasından sonra sülûkte yani manevî ilerleme yolunda karar kıldı. Bu manevî yükselme yolunu Allah'ın arslanı sıfatıyla anılan Hz. Ali'nin ruhaniyetinin terbiyesi ve yardımı ile nihayete ulaştırdı. Yani terbiyecisi ve feyz kaynağı olan ilâhî isme kadar yükseldi. O isimden de kabiliyyet-i ûlâ ve Hakikat-ı Muhammediyye denen mertebeye kadar Hz. Hâce Nakşbend'in (ks) ruhaniyetinin yardımı ile yükseldi. Oradan, Hz. Ömer el-Faruk'un (radıyallâhü anh) ruhaniyetinin yardımıyla daha yükseğe çıkmak nasip oldu. Oradan o kabiliyetin (ve mertebenin) üzerindeki bir mertebeye çıktı ki, o kabiliyet bu yeni makamın tafsili, bu yeni makam da o kabiliyetin icmali (özeti) gibidir. Bu makam, aktâb-ı Muhammediyye'nin (Hz. Muhammed'in ümmetinde kutub olan velîlerin) mertebesidir. Buraya yükselmek, Hz. Muhammed'in (as) ruhaniyetinin terbiyesi ile oldu. Bu makama ulaşmada bu dervişe bir miktar da Hâce Nakşbend'in halifesi ve kutb-i irşad olan Hâce Alaeddin Attar Hazretlerinin ruhaniyetinin yardımı ulaştı. Kutubların (yani büyük velîlerin) yükselişinin sonu bu makama kadardır. Gölge mertebeleri (daire-i zılliyyet) burada son bulur. Bundan sonra ya “hâlis asıl” vardır ya da “gölge ile karışık asıl”. Efrad (seçkin velîler) bu mertebeye ulaşmakla imtiyaz sahibi olmuşlardır. Kutub derecesindeki velîlerden bazısı efrad derecesindeki velîlerle sohbet etmeleri sebebiyle “gölge ile karışık asıl” makamına kadar yükselebilirler, o mertebeye nazar edebilirler. Ancak “hâlis asıl” mertebesine ulaşmak ya da ona nazar edip bakmak, dereceleri farklı olmakla birlikte efrada mahsustur. “Bu Allah'ın lûtfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. (el-Hadîd, 57/21).”

Bu dervişe kutbiyyet-i irşad hil'ati (irşadın kutbu olmayı sembolize eden manevî cübbe), kutubların makamı olan mertebeye ulaştıktan sonra, din ve dünyanın efendisi Hz. Muhammed (as) tarafından giydirildi. Bu dervişi o makam ile şereflendirdiler.

Sonra Allah Teala'nın yardımı tekrar onun halini kapladı. Bu mertebeden daha yükseğine yöneltti. Birdenbire gölge ile karışık asıl mertebesine götürdü. Önceki makamlarda olduğu gibi, bu makamda da bir tür fena ve bekâ hali oluştu. Buradan asıl makamlarına yükselmeyi nasip edip “aslın aslı”na ulaştırdı. Asıl mertebelerinde ilerleme ve manevî seyahat olan bu son yükseliş (urûc, mîrac) Gavsü'l-azam Abdülkadir Geylanî (ks) Hazretlerinin ruhaniyetinin yardımı ile oldu. O hazret, tasarruf gücü ile bu fakiri o makamlardan geçirip aslın aslına ulaştırdı. Oradan da tekrar âleme (dünyaya) döndürdüler. Her makamı sırasıyla (yukarıdan aşağı geçirerek) geriye getirdiler.

8

Page 9: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Bu dervişe, son yükseliş kendisine has olan ferdiyyet (efrad velilik) nisbetinin mayası, muhterem babasından kalmıştı. Babası da onu güçlü cezbe sahibi ve kerametleriyle meşhur bir zâttan almıştı. Fakat bu derviş, basiretinin zayıflığı ve bu nisbetin ortaya çıkışının azlığı sebebiyle, sülûk (manevî yolculuk) mertebelerini aşmadan önce o nisbeti ve manevî hali kendisinde bulamıyordu. Ondan asla haberi de yoktu. Yine bu dervişe nafile ibadetler, özellikle de nafile namazlar konusunda babasından bir yardım gelmişti. Muhterem babasına da bu saadet, Çiştiyye tarikatındaki şeyhinden ulaşmıştı.

Ayrıca bu dervişe (İmâm-ı Rabbânî'ye) ledünnî ilimler, yani Allah vergisi bilgiler Hızır (as)'ın ruhaniyeti yoluyla ulaşmıştı. Ancak bu durum, kutubların makamından daha yükseğe geçmediği dönemde idi. O makamdan geçip yüksek makamlara çıktıktan sonra ilimleri almak, kendi hakikatından olur. (ilimleri) kendisinde, kendisiyle ve kendisinden bulur. Başkasının araya girmesine yer ve imkân kalmaz.

Bu derviş, “seyr anillâh Billah” diye tabir olunan makamlardan iniş zamanında diğer silsilelerdeki şeyhlerin makamlarından da geçti. Her makamdan bol nasip aldı ve o makamın şeyhleri ona yardımcı oldular. Kendi nisbet ve manevî hallerinin özünden ona bol nasip verdiler. Önce Çiştiyye tarikatı büyüklerinin makamından geçti ve o makamdan büyük bir nasip aldı. O büyük şeyhler içinde Hâce Kutbüddîn (Bahtiyar Kâkî) kendisine diğerlerinden daha çok yardım etti. Gerçekten bu zâtın o makamda büyük bir değeri vardır ve o makamın reisidir.

Sonra Kübreviyye tarikatı büyüklerinin makamından geçmek nasip oldu. (Çiştiyye ve Kübreviyye meşayıhının bulunduğu) bu iki makam, manevî yükseliş itibariyle aynı hizadadırlar. Ancak yukarıdan iniş esnasında (Kübrevîlerin bulunduğu) bu makam, o caddenin sağ tarafında (Çiştîlerin bulunduğu) birinci makam ise sol tarafında yer alır. Bu cadde öyle bir yoldur ki, irşad kutublarının büyüklerinden bazıları bu yoldan ferdiyyet (efrad velîler) makamına giderler ve sonun sonuna ulaşırlar. Sadece efraddan olanlar için ise ayrı bir yol vardır. Kutubluk olmadan bu caddeden geçilemez. (Kübrevîlerin bulunduğu) bu makam, ilâhî sıfatlar makamı ile bu cadde arasında bulunur. O, sanki bu iki makam arasında perde gibidir ve ikisinden de hissesi ve nasibi vardır. (Çiştîlerin bulunduğu) birinci makam, o caddenin diğer tarafındadır. Bu sebeple ilâhî sıfatlarla münasebeti azdır.

Sonra Şeyh Şihabeddin'in reisi olduğu Sühreverdiyye tarikatı büyüklerinin makamından geçmek nasip oldu. Bu makam, Hz. Peygamber'in (as) sünnetine tâbi olma ve yoluna uymanın nuru ile aydınlanmıştır, üstün de üstünü müşahede etme nuru ile süslenmiştir, ibadetlerde başarı ve devamlılık o makamın dostudur, oraya ulaştırır. Nafile ibadetlerle meşgul olan ve gönlünü bu ibadetlerle süsleyen bazı tam olgunlaşmamış sâlikler (tasavvuf yolcuları), ibadetlerin bu makam ile irtibatından dolayı bu makamdan bir nasip almışlardır. Nafile ibadetler asaleten (doğrudan) bu makam ile irtibatlıdır. Diğer tasavvuf yolcuları -manevî yolun başında olsun sonunda olsun- hepsi bir vasıta ile (dolaylı yoldan) bu makamla irtibat kurarlar. Bu makam çok güzeldir. Bu makamda görülen nûrâniyet diğer makamlarda azdır. Bu makamın şeyhleri, Hz. Peygamber'e tam tâbi olmaları sebebiyle yüksek derece sahibidirler ve benzerleri arasında mümtaz şahsiyetlerdir. Onlara bu makamda nasip olan şey (manevî mertebe), diğer mertebelerde -yükseliş yönünden daha yukarıda olsa bile- ele geçmez.

Bundan sonra cezbe makamına indirdiler. Bu makam, sayısız cezbe makamlarını ihtiva etmektedir. Oradan da aşağı indirdiler.

İniş mertebelerinin sonu hakikat-ı camia olan kalp makamıdır. Halkı irşad etmek ve olgunlaştırmak bu makama inmeye bağlıdır. (Bu fakiri) o makama indirdiler. Bu makamda tam olarak yerleşmeden önce tekrar bir yükseliş vuku buldu. O zaman aslı da gölge gibi geçip geride bıraktı. Kalp makamında olan bu yükselişten temkine ulaştı, (kalp makamına yerleşti). Vesselam.

9

Page 10: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

2. Bölüm: İrşad Kutbunun Feyzi

Ferdiyyet kemalâtını (efrad velîlerin yüksek hallerini) da kendisinde bulunduran bir irşad kutbu çok nadir bulunur. Böyle bir cevher birçok asırlardan sonra meydana gelir. Karanlık âlem, onun gelişinin nuru ile aydınlanır. Onun irşad ve hidayet nuru bütün âlemi kuşatır. Arş'ın tepesinden dünyanın ortasına kadar her kime doğru yol, hidayet, iman ve marifet gelse, onun vasıtasıyla gelir, ondan istifade eder. Onun aracılığı olmadan hiç kimse bu nimete ve şansa ulaşamaz. Onun hidayet nuru okyanus gibi bütün âlemi kuşatmıştır. Ve bu deniz donmuş gibi hiç hareket etmez. O büyük zâta ihlâs ile yönelen ya da o zâtın kendisine yönelip haline teveccüh ettiği kişinin gönlünde bu yöneliş ânında bir pencere açılır. O pencere yoluyla bu denizden teveccüh ve ihlâsı nisbetinde içip kanar, gönlüne feyz dolar. Allah'ı zikretmeye yönelen ve bu zâta, inkârından değil de onu tanımadığı için hiç yönelmeyen kişi de bu feyzden istifade eder. Ancak birinci durumdaki feyz, ikinci duruma göre daha fazladır.

Ancak bir kimse, o büyük zâtı inkâr etse, onun büyüklüğünü kabul etmese veya o zât ondan incinse, o kişi Allah'ın zikri ile ne kadar meşgul olsa da, gerçek anlamda doğru yolu bulmaktan mahrumdur. Onun inkârı, feyz yolunu kapatır. O büyük zât, o kişinin istifade etmemesini istemediği ve zarar görmesini arzulamadığı halde, gerçek hidayet ona erişmez. O kişide hidayet varsa bile bu, hidayetin sureti ve görüntüsüdür, özü olmayan görüntünün de faydası azdır. O büyük zâta karşı ihlâs ve muhabbet gösteren kişiler, Allah'ı zikretmekten ve ona teveccühten uzak kalsalar bile, sırf muhabbetleri sebebiyle hidayet nuru onlara ulaşır. Hidayete tâbi olanlara selâm olsun!

3. Bölüm: İrşad Makamı

Bu fakire (maneviyattan) açılan ilk kapı, (Hakk'ı) bulma zevki idi, bulmanın kendisi değildi, ikinci halde bulmak nasip ve müyesser oldu, bulmanın zevki gitti. Üçüncü halde ise bulmanın zevki gibi bulmak da kayboldu, ikinci hal, kemâl (olgunluk) hali ve velâyet-i hâssa (özel velilik) mertebesine ulaşmaktır. Üçüncü hal ise başkalarını kemâle erdirmek, irşad ve Hakk'a davet için halkın arasına dönmektir, ilk hal sadece cezbe yönünde kemâldir. Ona sülûk (manevî yolda ilerleme) eklenince ikinci hal oluşur, sonra da üçüncü hal meydana gelir. Seyr u sülûk yani manevî eğitim yapmamış olan bir meczubun ikinci ve üçüncü hallerden asla nasibi olamaz. Kâmil ve kemâle erdirici olan mürşid, cezbesi sülûkünden önce olandır. Ardından sülûkü cezbesinden önce olan mürşid gelir. Bu iki grubun dışında kalanlar (sadece meczûb ya da sadece sâlik olanlar) kâmil ve başkalarını kemâle erdirici olamazlar. Aklı ermeyenlerden olma! Salât ve selâm insanların en hayırlısı Efendimiz Hz. Muhammed'e ve temiz ailesine olsun.

4. Bölüm: Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi

Bu derviş, Rabîulâhir ayının sonlarında bu büyük silsilenin (Nakşbendiyye) halifelerinden olan bir azizin hizmet ve sohbetiyle müşerref oldu ve bu büyüklerin yolunu ondan aldı. Aynı yıl Recep ayının ortalarında, tasavvuf yolunda sonda ulaşılan hallerin başlangıca yerleştirilmiş olduğu “Nakşbendî huzuru” (sürekli Allah Teala'nın huzurunda olduğunu idrak etme hali) nasip oldu. Bakî Billah (ks) buyurdu ki: “Nakşbendî nisbeti, bu huzurdan ibarettir.” On sene ve birkaç ay sonra Zilkade ayının ilk yarısında, başlangıca yerleşmiş olan son hal, ilk ve orta hallerin perdeleri arkasından yüz gösterdi, peçeyi yırttı ve göründü. Kesin olarak anlaşıldı ki, başlangıçtaki hal, bu isimden bir suret ve görüntü, bu vücuddan bir heykel ve bu müsemmadan sadece bir isim imiş. Aralarında çok büyük fark vardır, işin hakikati ve sırrı burada ortaya çıktı. Tatmayan bilmez.

Salât ve selâm insanların efendisine, muhterem ailesine ve yüce ashabına olsun.

5. Bölüm: Nimeti Anmak

“Ve Rabbinin nimetini şükranla an” (ed-Duhâ, 93/11). Bu derviş bir gün dostlarının fikir

10

Page 11: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

ve tefekkür) halkasında oturmuştu. Kendi perişan halini düşünüyordu ve bu düşünce ona galip gelmişti, öyle ki kendisini bu irşad işine lâyık görmüyordu. Bu esnada “Kim Allah için tevazu gösterirse Allah onu yükseltir” hadis-i şerifinin hükmünce (hakikatten) uzak kalmış bu kulu zillet toprağından kaldırdılar ve onun gönlüne şöyle nida ettiler: “Seni ve kıyamet gününe kadar doğrudan ya da dolaylı olarak seninle bana tevessül eden kişileri (bana yaklaşmak için seni vesile ve aracı yapanları) bağışladım.” Bu sözü o kadar çok tekrarladılar ki, sonunda şüpheye mahal kalmadı. Bunun için Allah Teala'ya bol bol, sayısız şükürler olsun. Rabbimizin beğenip razı olduğu şekilde hamd olsun. Salât ve selâm, en güzel dualar da lâyık olduğu şekilde efendimiz Hz. Muhammed'e ve ailesine olsun. Bundan sonra beni, bu olayı halka anlatmakla görevlendirdiler. Şiir:

Eğer padişah yaşlı kadının kapısına gelirse

Ey hoca! Sen bu duruma dudak bükme

“Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır” (en-Necm, 53/32)

6. Bölüm: Allah'a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk

Seyr ilallâh (Allah'a doğru olan manevî yolculuk), tasavvuf yolcusunun mebde-i taayyünü (Allah'ın ilmindeki hakikati, a'yân-ı sabitesi) olan ilâhî isme kadar süren yolculuğundan ibarettir. Seyr fıllâh (Allah'ta yolculuk) o ilâhî isimdeki yolculuktan ibarettir. Bu yolculuk; ilâhî isim, sıfat, şuûn ve itibarlardan uzak olan sırf Zât-ı Ahadiyyet mertebesine ulaşıncaya kadar sürer. Bu tarif, (seyr fıllâh tabirindeki) “Allah” mübarek ismi ile ilâhî isim ve sıfatları ihtiva eden vücûb mertebesi kastedildiği zaman doğru olur. Ancak bu “Allah” ismi ile Allah'ın (sıfatlardan ayrı) sırf zâtı kastedilirse, o zaman seyr fıllâh da seyr ilallâha dahil olur. Bu durumda seyr fıllâh hiçbir zaman gerçekleşmez. Çünkü Allah'ın sırf zâtındaki yolculuk, sonun sonu noktasında düşünülemez. O noktaya ulaştıktan sonra durmaksızın âleme dönülür. Bu dönüş de seyr anillâh Billah (Allah ile Allah'tan dönüş) diye ifade edilir. Bu bilgi, sonun sonuna ulaşanlara hastır. Bu dervişten başka evliyaullahtan hiç kimse bu konudan bahsetmemiştir. “Allah dilediğini kendisine seçer” (eş-Şûrâ, 42/13). Hamd ve şükür âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm da peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed'e ve tüm ailesine...

7. Bölüm: Evliya Mertebeleri

Kemâlât-ı velayet yani evliya mertebelerindeki yolculuk çeşit çeşittir. Bazıları evliya derecelerinden sadece birinciye ulaşma kabiliyetindedirler. Bazıları iki, bazıları üç, bazıları da dört mertebeye ulaşabilirler. Beş mertebeye ulaşabilenler ise oldukça azdır. Bu beş velilik mertebesinden birincisine ulaşabilmek Allah'ın “fiil tecellîsine” bağlıdır (yani bütün fiilleri yapanın gerçekte Allah Teala olduğunu idrak etme, “Kuvvet yalnız Allah'ındır” [el-Kehf, 18/39] ayetinin tefekkürüne varma hali), ikinci mertebeye ulaşabilmek de Allah'ın “sıfat tecellîsine” bağlıdır (bütün sıfatların gerçekte Allah'a ait olduğunu idrak etme, kulların sıfatlarını Allah'ın sıfatlarının gölgesi olarak görme hali. “...Bir kulumu sevdiğim zaman onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum... [Buhârî, Rikâk, 38] hadis-i şerifini idrak etmek). Son üç mertebe ise, dereceleri farklı olmakla birlikte Allah'ın zatî tecellîlerine bağlıdır. Bu dervişin dostlarından çoğu bu mertebelerden üçüncüsünde bulunmaktadır. Az bir kısmı dördüncü mertebe ile münasebet kurmuş, azın da azı velilik derecelerinin sonu olan beşinci mertebeye ulaşmıştır. Bu dervişe göre muteber olan kemâl bu derecelerin ötesindedir. Cezbe ve sülûk kemâlâtının üstünde olan bu kemal ashab-ı kiramın zamaınndan sonra ortaya çıkmamıştır. Bu kemal ve yüksek derece yann inşaallah Hazret-i Mehdide zuhur edecektir. Salât ve selâm mahlûkatın en hayırlısına.

8. Bölüm: İniş ve Halk Arasına Tam Dönüş

11

Page 12: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Manevî yükselişte sonun sonuna ulaşanlar, geriye dönerken de en aşağıya inerler. Sonun sonuna ulaşmanın alâmeti, işte bu en aşağıya inmektir, iniş bu şekilde en aşağıya olunca, geriye dönmüş olan kişi tamamen sebepler âlemine yönelir. Yoksa onun bir yönü Hak Teala tarafına, bir yönü de insanlara yönelmiş değildir. Çünkü böyle bir durum, sonun sonuna ulaşmamanın ve en aşağıya inmemenin alâmetidir. Bu konudaki son söz şudur: Müminin mîrâcı olan namaz eda edilirken, geriye dönüp halk arasına inmiş olan velînin letaifi (ruhu ve ruhunun farklı mertebeleri) Hak Teala'ya özel bir yöneliş ile yönelir. Namaz bitinceye kadar bu teveccüh devam eder. Namaz bittikten sonra tekrar tamamen halka yönelir. Fakat farz ve sünnet namazları eda ederken altı latife (kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ ve nefs) Hak Teala'ya yönelirler; nafile namazları eda ederken ise bu letaiften sadece en latîf, en ince olanı (yani ahfâ) Allah Teala'ya yönelir.

“Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki...” hadis-i şerifi, namaza mahsus olan bu özel âna işaret olmalıdır. Bu işaretin tespitine delil, “Gözümün nuru (neşem) namazdadır” hadisi olabilir. Bu delilin ilâve ve takviyesi, sahih keşf ve açık ilhamdır. Bu marifet, yorum ve yüksek bilgiler, bu dervişe mahsustur. Meşayıh (önceki büyük şeyhler) bu kemâli iki teveccühü birleştirmekte bilmişler, (inişin son noktası olan) bu mertebenin hem Allah'a hem de insanlara yönelmek olduğunu düşünmüşlerdir. Bu konuda iş Allah'a havale edilmiştir, doğrusunu yalnızca O bilir.

Selâm, hidayete ve Hz. Peygamber'e (as) tâbi olanlara.

9. Bölüm: Müşahede

Meşayıh buyurmuşlardır ki: “Evliyanın velilik mertebesine ulaştıktan sonraki müşahedesi enfüstedir (Hakk'ı kendi gönüllerinde bulurlar, görürler). Tasavvuf yolunda seyr ilallâh (Allah'a doğru yolculuk) esnasındaki âfâkî müşahede (Hakk'ı hariçte görmek) muteber değildir.”

Oysa bu dervişe keşf yoluyla bildirdikleri şudur ki, enfüsteki müşahede de âfâktaki gibi muteber değildir. Enfüsî müşahede Hak Teala'nın hakikatini görmek değildir. Hakk'ın nasıl ve nice olduğu bilinemez. Ne âfâkî ne de enfüsî keyfıyyet aynasına sığmaz. O, âlemin ne içindedir ne de dışında. Dünyaya ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Onu görmek ne âlemdedir, ne de âlemin haricinde. Âlem ile bitişme ve ayrılması yoktur. Bu sebeple ahirette Allah'ı görmenin keyfıyetsiz (nasıl olacağı bilinmez) olduğu söylenmiştir. Bu durum akıl ve hayal sınırının ötesindedir. Dünyada bu sırrı seçkinlerin en seçkinlerine açmışlardır. (Allah'ı görmek, müşahede) her ne kadar görmek değilse de sanki görmek gibidir. Bu, büyük bir nimettir ve ashab-ı kiramdan sonra çok az kimse bununla müşerref olmuştur. Bu söz, bugün her ne kadar anlamdan uzak görülse ve çoğu kimse tarafından kabul edilmese de, büyük bir nimeti izhar ve ifade etmektedir. Dar görüşlüler kabul ederler veya etmezler. Bu manevî hal, bu şekliyle yarın Hazret-i Mehdî'de ortaya çıkacaktır inşaallah.

Selâm, hidayete ve Hz. Peygamber'e (as) uyanlara, onun ailesine ve arkadaşlarına.

10. Bölüm: Tasavvuf Yoluna Giriş

Tasavvuf yolunu talep eden kişi (talip), şeyhin huzuruna gelince, şeyh ona önce istihareyi tavsiye etmeli, bu işin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığı konusunda manevî bir işaret aramasını söylemelidir. Talip üç defadan yedi defaya kadar istihare yapar. Bu istiharelerden sonra talebinde bir tereddüt olmazsa, mürşid onun (intisap) işine başlar. Önce ona tevbe yolunu öğretir ve iki rekat tevbe namazı kılmasını ister. Tevbe olmadan bu yola ayak basmak faydasızdır. Ancak tevbenin ilk adımında tüm günahlara topluca tevbe ile yetinir. Tafsilini (tüm günahlardan ve kötü alışkanlıklardan teker teker tevbe ve uzaklaşmayı) zamana bırakır. Zira bu (ilk) dönemlerde gayretler çok azdır. Eğer yolun başında tafsilli bir tevbe istenirse, onun oluşması için mutlaka bir süre gerekir. Bu süre

12

Page 13: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

içinde müridin talebinde bir gevşeme olabilir, talebinden uzak düşebilir ve belki tevbesini de sona ulaştıramaz.

Tevbeden sonra, mürşid müride, onun kabiliyetine ve karakterine uygun bir zikir öğretir. Onun manevî gelişimine teveccüh edip ilgilenir, haline iltifat eder, gözetir. Yolun (tarikatın) âdâb ve şartlarını ona anlatır. Kur'an, sünnet ve selef-i salihînin görüşlerine tâbi olmaya teşvik eder. Bunlara tâbi olmadan maksada ulaşmanın imkânsız olduğunu bildirir. Kur'an ve sünnete bir kıl kadar bile aykırı olan rüya ve keşiflere itibar etmemesini, aksine tevbe etmesini söyler. İnanç esaslarını, kurtuluşa erecek fırka olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat'ın görüşleri doğrultusunda düzeltmesini öğütler. Bilinmesi zarurî olan fıkhî hükümleri (ilmihal bilgilerini) öğrenmesini ve gereğince amel etmesini ısrarla belirtir. Çünkü bu tasavvuf yolunda inanç ve amelin iki kanadı olmaksızın uçmak ve ilerlemek mümkün değildir. Haram ve şüpheli lokmadan sakınmasını ısrarla söyler. Şeriatın fetvası izin vermediği sürece, her bulduğunu yememesini, her gittiği yerde sofraya oturmamasını tavsiye eder. özetle, bütün işlerinde “Size peygamber neyi verdiyse onu alın, sizi neden men etmişse ondan da sakının” (el-Haşr, 59/7) ayet-i kerimesini gözünün önüne getirir, unutmaz.

Talipler iki halde bulunur. Ya keşf ve marifet ehlidirler ya da cehl (bilememe) ve hayret. Mertebeleri aştıktan ve önlerindeki perdeler kalktıktan sonra her iki grup da vuslata ermiş yani Hakk Teala'ya ulaşmış olur. Bu ulaşmada biri ötekinden daha üstün değildir. Tıpkı birçok konakları ve durakları aştıktan sonra Kabe'ye ulaşan iki kişi gibi. Birisi yoldaki konaklama yerlerini ziyaret ederek ve kabiliyeti nisbetinde her birini bilerek gitmiş, diğeri ise yoldaki konaklardan gözü kapalı olarak geçmiş ve detaylı olarak öğrenmemiş, bu şekilde Kabe'ye ulaşmıştır. Yoldaki durakları bilme konusunda farklı olsalar bile, her iki şahıs da Kabe'ye varma yönüyle birbirine eşittir, birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Maksada ulaştıktan sonra her ikisinin de cehl (bilgisizlik, önceki bilgileri unutma, idrak edememe) halinde olması gerekir. Çünkü Allah'ın zâtı hakkında bilgi sahibi olmak, bilgiden acizlik ve cahillik gerektirir.

Şunu bilmek gerekir ki, seyr u sülûk (tasavvufî yolculuk) merhalelerini aşmak, on makamı kat etmekten ibarettir. On makamı aşmak da üç tecellîye yani ilâhî fiil, sıfat ve zât tecellîlerine bağlıdır. On makamdan “rıza” hariç diğer dokuzu, fiil ve sıfat tecellîlerine (tecellî-yi ef'al ve tecellî-yi sıfat) bağlıdır. Rıza makamı ise, zât tecellîsi ve zatî muhabbet ile elde edilir. Zatî muhabbet (Allah'ı bir sebebe bağlı olmadan sırf O olduğu için sevmek) hâsıl olunca, âşığın nazarında sevgilinin nimeti ve elemi eşit olur (“kahrın da hoş, lütfün da hoş” der). Sonunda rıza makamı elde edilir ve (olayları) çirkin görme hali ortadan kalkar. Bu on makamın tümüne tam anlamıyla ulaşmak, tam fenanın (yokluğun) kendisine bağlı olduğu zâti tecellînin hâsıl olma vaktinde mümkündür. Ancak dokuz makama, fiil ve sıfat tecellîlerinde ulaşılır. Meselâ, tasavvuf yolcusu Cenab-ı Hakk'ın kudretini kendi üzerinde ve bütün eşyada müşahede edip izleyince mecburen tevbeye yönelir, korkar. Vera' (haram ve şüpheli şeylerden sakınma) yolunu tutar. O'nun takdirine sabreder, hiçbir şeye gücünün yetmediğini anlar. Nimetlerin gerçek sahibinin O olduğunu bilip verenin ve alanın O olduğunu idrak edince, çaresiz şükür makamına gelir ve tevekküle ayak basar. Allah'ın lütuf ve şefkati tecellî edip ortaya çıkınca recâ (umut) makamına ulaşır. Onun azamet ve büyüklüğünü müşahede edip alçak dünya kendi gözünde hor ve itibarsız olunca dünyaya itibar etmeme hali ortaya çıkar ve fakrı (fakirlik ve Allah'a muhtaç olduğunu idrak etme halini) tercih eder. Zühdü (dünya malına önem vermemeyi) alışkanlık ve karakter haline getirir.

Şunu da bilmek gerekir ki, bu makamları detayları ve sırasıyla aşmak, sâlik-i meczûb (yani önce tasavvuf yoluna giren, sonra cezbe ile Allah'a yaklaştırılan) kişilere mahsustur. Meczûb-i sâlikin (önce cezbeye kavuşup sonra tasavvuf yoluna giren kişinin) bu makamları aşması özet yoluyla ve topluca olur. Çünkü ezelî inayet ve ilâhî yardım onu bir muhabbete bağlamıştır ki, o makamları detaylı olarak ele alıp meşgul olamaz. O muhabbet ve ilâhî aşk içinde bu on makamın özü ve hulasasını en güzel şekilde elde eder.

13

Page 14: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Öyle ki, onun elde ettiği şey, bu makamlara tafsilatıyla sahip olan kişiye bile müyesser olmamıştır.

Selâm, hidayete tâbi olanlara.

11. Bölüm: Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zât'ını İdrak

Mürid, kelime-i tevhidde “Lâ ilahe” (başka ilâh yoktur) derken içteki ve dıştaki tüm bâtıl ilâhları yok etmeye çalışmalı, “illallah” (sadece Allah vardır) derken ve gerçek mabudu ispat ederken aklına ve hayaline gelen şeyleri de, bâtıl ilâhları gönlünden sildiği gibi silmeli ve sadece Allah'ın mevcudiyetini (varlığını) düşünmekle yetinmelidir. Gerçi bu makamda vücud (varlık) sıfatına da yer yoktur. Vücudun ötesini aramak gerekir. Ehl-i Sünnet âlimleri, “Allah Teala'nın varlığı, Onun Zât'ı üzerine zâiddir (ilave bir sıfattır)” derken ne güzel söylemişlerdir. Varlığa Zât'ın aynısıdır demek ve varlığın ötesinde bir şey olduğunu kabul etmemek dar görüşlü olmaktandır. Şeyh Alâüddevle şöyle demiştir: “Vücud (varlık) âleminin üstünde Melik-i Vedûd (Zât) âlemi vardır.”

Bu dervişi vücud âleminden yukarıya geçirdikleri zaman, bir süre kendi haline yenik düştü, taklidi ilim yoluyla kendisini ehl-i islâm'dan sayıyordu. Mümkinin (sonradan yaratılmış olan insanın) aklına gelen ve hayaline sığan her şey tabiî olarak mümkindir (yaratılmış şeylerdir, Allah'ın zâtı değildir). Mahlûkata kendisini tanıma konusunda sadece acizlik yolunu bırakan Allah'ı teşbih ve tenzih ederim. Bu fena fıllâh ve bekâ billahtan (Allah'ta fâni ve Onunla bakî olmaktan) dolayı yaratılmışların ilâh olacağı zannedilmesin. Çünkü bu imkânsızdır ve hakikatlerin değişmesini gerektirir (oysa bir şeyin hakikati değişmez). Yaratılmış olanlar ilâh olmayacağına göre, insanlar Allah'ı idrakten âcizdirler. Şiir:

Anka kuşu avlanamaz, tuzağı topla

Çünkü burada tuzağa ancak rüzgâr girer

Niyet ve gayreti yüksek olan kişi hiç elde edemediği, nam ve nişan görmediği bu yüksek hedefi arar. Bazıları ise kendi özleri olarak buldukları ve onunla yakınlık elde ettikleri bir hedef peşindedirler, mısra:

“Onlar öyledir, ben de böyleyim yâ Rab!”

Vesselam.

12. Bölüm: Kalp ve Mertebeleri

Hazret-i Hâce Bahaeddin Nakşbend (ks) buyurmuşlardır ki: “Meşayıhtan her birinin aynasında iki yön vardır. Benim aynam ise altı yönlüdür.” Herhalde bu mübarek sözü şimdiye kadar bu büyük silsile halifelerinden (Nakşbendî şeyhlerinden) hiçbiri açıklamamıştır. Hatta işaret ve remiz yoluyla bile ondan söz etmemişlerdir. Sermayesi az olan bu fakirin ne haddine ki bu sözü açıklamaya kalkışacak. Ama Hak Teala sırf lütfü ile bu bilmecenin sırrını bu fakire açıp hakikatini gerektiği gibi gösterince, bu gizli inciyi ifade parmaklarıyla yazı zincirine çekmeyi, dil ile anlatım sahnesine getirmeyi düşündü. İstihare yaptıktan sonra bu konuya başlandı. Allah'tan af ve başarı dilerim.

Bilmek gerekir ki, “ayna”dan maksat, arifin kalbidir. Bu kalp, ruh ve nefs arasında perdedir, “iki yön'den maksat da ruh ve nefs yönleridir. Meşayıh, kalp makamına ulaştıkları zaman iki yönü ortaya çıkar. Bu iki makamın kalbe münasip olan yüksek ilimleri elde edilir. Hazret-i Hâce Nakşbend'in ayrıcalıklı olduğu yol ise böyle değildir. Bu yolda son, başa yerleştirilmiştir (diğer tarikat mensuplarının sonda ulaştıkları haller, bu tarikatta başlangıçta görülür). Bu yolda kalp aynasının altı yönü ortaya çıkar. Açıklaması şudur: Bu yüce tarikatın büyüklerine keşfen bildirilmiştir ki, insanın bütününde var olan

14

Page 15: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

altı letaif, kalpte de bulunmaktadır. Altı yön ifadesiyle; nefs, kalp, ruh, sır, hafi ve ahfâ latifelerini (mertebelerini) kasdetmişlerdir. Binaenaleyh, diğer şeyhlerin manevî ilerlemesi kalbin zahirindedir, bu büyüklerin seyri ise kalbin bâtınında ve iç mertebelerindedir. Bu seyr yani yolculuk ile kalbin içinin içine ulaşırlar. Altı latifeden her birinin yüksek ilimlerini kalp makamında keşfederler. Ancak bunlar, kalp makamına uygun ilimlerdir. Hazret-i Hâce'nin sözünün açıklaması budur. Bu fakir, bu makamda büyüklerin bereketinden bol bol faydalanmış, halin hakikatine ulaştıktan sonra mahiyetini araştırmaya girmiştir. “Ve Rabbinin nimetini dile getir” (ed-Duhâ, 93/11) ayet-i kerimesinin hükmünce o bol bereketten bir remiz ve o araştırmadan bir işaret gösteriyor. Günahtan korunmak ve başarıya ulaşmak O'ndandır.

Bilesin ki, kalbe kıyasla kalbin kalbi (içi) de letaifi ihtiva etmektedir. Ancak kalbin içinde, dairenin (mertebenin) darlığından ya da başka bir sırdan dolayı, adı geçen altı letaiften ikisi, “nefs” ve “ahfâ” münferit olarak görülmemektedir. Üçüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada “hafi” de görülmez. Dördüncü mertebedeki kalpte de durum böyledir, ancak orada öncekilere ek olarak “sır” da görülmez. Sadece “kalp” ve “ruh” görülür. Beşinci mertebede ise “ruh” da görülmez, sadece başka sıfatı olmayan basit (sade) “kalp” kalır.

Sonun sonuna ulaşabilmek için vasıta olacak yüksek bilgilerden burada bilinmesi gereken bazıları şunlardır: Allah Teala'nın başarı ihsan etmesiyle derim ki: Âlem-i kebir olan kâinatta detaylı olarak bulunan her şey, özet halde âlem-i sagirde (küçük evrende) de bulunmaktadır. Âlem-i sagir ile insanı kastediyoruz. Âlem-i sagir olan insan cilalanıp nur ile aydınlanınca evrene ayna olması sebebiyle kâinatta detaylı olarak bulunan her şey onda ortaya çıkar. Çünkü o cilâ ve aydınlanma yoluyla kabını (taşıma hacmini) genişletmiştir. Böylece küçüklüğünün hükmü ortadan kalkmıştır. İşte kalpte de durum böyledir; kalbin insana nisbeti, detay ve özet olma yönüyle insanın kâinata nisbeti gibidir. Daha küçük âlem olan “kalp” cilalanınca ve ona arız olan karanlık giderilince, küçük evren olan insanda tafsilatıyla görülen her şey, ayna olması itibariyle onda (kalpte) da görülür. Kalbe nisbetle kalbin içi hakkında da durum böyledir, saflaşma ve aydınlanma sebebiyle özet olanın detaylı halde zuhur etmesi gibi. özet ve detay konusunda üçüncü ve dördüncü mertebelerdeki kalp de böyledir. Önceki mertebelerde detayların ortaya çıkışı cilalanma ve nurlanma sebebiyledir. Beşinci mertebedeki kalp için de durum aynıdır. O, genişliğine ve üzerinde bir itibar (sıfat) bulunmamasına rağmen, tam bir arınma ve saflaşmadan sonra anlatıldığı üzere âlem-i kebir (evren), âlem-i sagir (insan), âlem-i asgar (kalp) ve diğerlerinde görülen şeyler onda da görülür. O kalp hem dar hem geniştir, hem sade hem uçsuz bucaksızdır, hem az hem de çoktur. Bu güzel latifeden (kalpten) başka, bu özellikte hiçbir şey yaratılmamıştır. Yaratıcısıyla bu kadar çok münasebeti olan bir şey yoktur. Yaratıcısına dair başka yaratılmışlarda görülmeyen ilginç alâmetler, onda görülür. Bu sebeple hadis-i kudside Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Yerim ve göğüm beni içine alamaz, lâkin mümin kulumun kalbi alır.”

Âlem-i kebir olan kâinat zuhur (Allah'ın sıfatlarının görülmesi) için en büyük ayna olmasına rağmen, içindekilerin çokluğu ve tafsili sebebiyle, kendisinde çokluk ve detaylılık olmayan (Allah) ile bir münasebeti yoktur. Allah ile münasebete lâyık olan, dar ve geniş, sade ve yaygın, az ve çok olandır (kalptir). Nitekim bu konu apaçıktır. İrfanı ve yüksek bilgileri tam, müşahedesi de pek kâmil olan bir arif zor ulaşılan bu makama erdiği zaman, bu arif bütün âlemlerin ve zuhuratın kalbi olur. O Velâyet-i Muhammediyye'ye ulaşmış ve Mustafâ'nın (as) davet makamı ile şereflenmiş olur.

Kutublar, evtâd ve abdal derecesindeki evliya, onun velilik mertebesi altındadırlar. Efrad, âhâd ve diğer evliya grupları onun hidayet nurlarının altındadırlar. Çünkü o, Rasûlullah'ın (sav) vekili ve onun hidayeti ile hidayete sevk edendir. Az bulunan bu yüksek manevî hal, muradlardan (Allah tarafından sevilen velîlerden) birine mahsustur. Müridlerin (Allah'ı arayanların) bu yüksek makamdan nasipleri yoktur. Bu en yüce nihayet ve en zirve hedeftir. Onun üzerinde bir makam, ondan büyük bir nimet yoktur. Binlerce yıl sonra böyle bir arif vücuda gelirse ganimet bilinir ve bereketi uzun zaman sürer. Onun sözü

15

Page 16: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

deva, nazarı şifadır. Bu hayırlı ümmet içinde Hazret-i Mehdî bu yüksek makam üzere bulunacaktır. “Bu Allah'ın bir lûtfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük bir lütuf sahibidir (el-Hadîd, 57/21).”

Bu zor nimetin elde edilmesi, seyr u sülûk ve cezbe yollarını tafsilatıyla ve mertebe mertebe tamamlamaya, tam fena ve kâmil bekâ makamlarını derece derece aşmaya bağlıdır. Bu da ancak peygamberlerin efendisi ve Rabbü'l-âlemin'in sevgilisi Hz. Muhammed'in (as) yoluna tam olarak uymakla mümkün olur. Bizi onun yoluna uyanlardan eyleyen Allah'a hamd olsun. Allah'tan dileğimiz, bu uymanın daha iyi ve kâmil olması, onun getirdiği din üzerinde istikametimizin daimi olmasıdır. Âmin diyen kula Allah merhamet etsin. Bu arif, ince sırlardan ve gizli rumuzlardandır. Büyük velîlerden hiçbiri bu konudan bahsetmemiş, seçkin insanlardan hiçbiri bu konuya işaret etmemiştir. Allah Teala bu sırları bu kuluna (İmâm-ı Rabbâniye) mahsus kıldı, Habîbi'nin (sav) sadakası olarak bu sırların ifşasını bu kuluna tahsis etti.

Şu Farsça şiirin manası ne güzeldir:

Eğer padişah yaşlı kadının kapısına gelirse

Ey hoca, sen buna dudak bükme!

Allah Teala'nın kabulü (kulunu sevmesi ve seçmesi) bir şarta ve sebebe bağlı değildir. Allah dilediğini yapar ve dilediği hükmü verir. “Allah rahmeti ile dilediğini seçer (rahmetini dilediğine verir). Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Bakara, 21105)

Allah Teala Efendimiz Muhammed'e, ailesine, bütün peygamberlere, büyük meleklere ve salih kullanna rahmet etsin.

Selâm, hidayete tâbi olanlara ve Mustafâ'nın (as) yoluna uyanlara.

13. Bölüm: Ruh ve Manevî Yolculuğu

Ruh, mahiyeti (nasıl ve nice olduğu) bilinmeyen âlemdendir. Bu sebeple onun özelliği mekânsızlıktır. Gerçi ruhun bilinemezliği, Allah'a nisbetle bilinirliğin ta kendisidir. Yine ruhun mekânsızlığı, Allah'ın mekânsızlıgına nisbetle mekânlı oluşun ta kendisidir. Ruhlar âlemi sanki bu âlem ile mahiyeti bilinemezlik mertebesi arasında bir perdedir. Bu sebeple her ikisinin rengini ve karakterini de taşır. Ve mecburen mahiyeti bilinen âlem (sebepler âlemi), ruhu, mahiyeti bilinmez olarak kabul eder. Mahiyeti bilinmeyen âleme bakmak, bizzat mahiyet ve nasıllıktır. Ruhun iki âlem arasında perde gibi oluşu, onun aslî yaratılış özelliğidir.

Ruh, bu maddî bedene girip bu zulmanî heykel ile irtibat kurduktan sonra perde olma özelliğini kaybetmiş, tamamen mahiyeti ve niceliği bilinen âleme inmiştir. Mahiyeti, bilinmezlik yönü gizlenmiş ve örtülmüştür. Tıpkı Harut ve Marut gibi. Onlar bazı hikmetler ve melâike ruhlarının faydası için beşeriyet çukuruna inmişler, insan şekline girmişlerdir. Nitekim müfessirler bu konudan bahsetmişlerdir (Bakara suresi, 102. ayetin tefsirlerine bakılabilir).

Binaenaleyh, eğer Allah'ın lûtfu yardım eder ve ruh için bu (dünyaya, bedene) yolculuktan geri dönüş vâki olursa, inişten sonra tekrar yükselişe başlarsa, zulmanî nefs ve maddî beden de onunla (ruh ile) birlikte yükselecekler ve mertebeler aşacaklardır. Bu sayede ruhun bedenle irtibat kurmasının ve dünyaya inmesinin gayesi anlaşılacaktır. Kötülüğü emreden nefs, itminan ve huzura kavuşacak, zulmanî olan nûranîye dönüşecektir.

Ruh bu yolculuğu (yükselişini) tamamlayıp inişinin maksadını neticelendirince aslî perde oluş özelliğini tekrar kazanır. Dönüşün son noktası, (ruhun) başlangıç noktasıdır. Kalp

16

Page 17: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

ruhlar âleminden olduğu için o da perde olma mertebesine yerleşecektir. Emr âleminden olan ve kalp ile beden arasında perde olarak bulunan nefs-i mutmainne de aynı yerde yerleşip ikamet edecektir. Dört unsurdan (toprak, su, ateş, hava) oluşan maddî beden, oluş ve mekân âleminde istikrar bulacak, ibadet ve itaate yönelecektir. Bundan sonra bir miktar serkeşlik ve muhalefet vuku bulursa, bu durum dört unsurun karakterlerindendir. Meselâ ateş unsuru bizzat serkeş ve muhalefeti talep eden olduğu için, lânetli şeytan gibi “Ben ondan (Âdem'den) daha hayırlıyım” (Sâd, 38/76) diye bağıracaktır. Serkeşliği bırakmış, Allah'tan razı, Allah'ın da kendisinden razı olduğu nefs-i mutmainnenin serkeşlik ve isyan etmesi düşünülemez. Eğer bir serkeşlik varsa, bu bedendendir. İnsanların en hayırlısı olan Efendimizin (as) “cihad-ı ekber” (büyük cihad) diye ifade ettiği şey şeytanın bu serkeşliğinden dolayı olmalıdır. Zira onun kaynağı beden cüz'üdür. Yine Efendimizin (as), “Benim şeytanım Müslüman oldu” ifadesiyle kasdettiği şey, ya Peygamber Efendimizin yakınında duran âfâkî (dıştaki) şeytandır, ya da enfüsî (içteki) şeytandır. Her ne kadar bu (dıştaki) şeytanın gücü kırılmış ve inadından vazgeçmiş ise de, zâti özellik zâttan ayrılmaz. Mısra:

“Zenciden siyahlık nasıl gitsin ki kendi rengidir”

Ya da maksat, içteki şeytan olabilir. Onun Müslüman olması, serkeşlik ve isyanı tamamen bırakması anlamına gelmez. Azimetle amel etmeyi bırakıp ruhsatları kullanabilir. Küçük günahlar işlemesi de muhtemeldir, zaten onda iyilik ve sevap olmaz. Belki “iyi insanların hasenesi, Allah'a yakın olanlara (daha yüksek mertebedekilere) göre kötülük gibidir” kaidesi bu türdendir. Bütün bunlar serkeşliğin kısımlarıdır. Onda (nefste) serkeşlikten bir miktarın kalması, onun ıslâhı ve manen yükselmesi içindir. Bütün bunlardan (serkeşlikler) sonra -ki noksanlığın sonu daha hayırlı olanı terk etmektir- o kadar pişmanlık oluşur, tevbe ve istiğfar eder ki, sonsuz manevî yükselişler elde edilir.

Maddî beden kendi yeri olan dünyada yerleşince, altı letaifin bedenden ayrılıp âlem-i emrde manen yükselmesinden sonra onların vekilleri bedende kalacak ve onların yerine işlerini yapacaklardır. Bundan sonra bir ilham vâki olursa, hakikat-ı camia olan ve yükselen manevî kalbin bedendeki vekili olarak kalan yüreğe yani maddî kalbe olacaktır. Hz. Peygamber'in (as), “Her kim kırk gün Allah'a karşı ihlâs ve samimiyet üzere bulunursa hikmet pınarları kalbinden diline akar” hadis-i şerifinde kast edilen kalp bu maddî yürek olmalıdır. Allah Teala daha iyi bilir.

Başka bazı hadislerde de bu yüreğe işaret edildiği olmuştur. Meselâ Efendimiz (as), “Kalbime bir bulanıklık geliyor” buyurmuştur. Bulanıklık maddî kalbe yani yüreğe arız olur, hakikat-ı camia olan gerçek ve manevî kalbe değil. Çünkü o bulanıklıktan tamamen uzaklaşmıştır. Başka bir hadis-i şerifte kalbin değişmesi hakkında Efendimiz (as) şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisinin arasındadır.” Yine şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi geniş bir çöldeki bir tüy gibidir.” “Ey kalpleri dönüştüren Allah'ım! Kalbimi senin tâatin üzere sabit eyle!”

Dönüşme ve itaatte sabit olmama durumu bu yürek için geçerlidir. Çünkü hakikat-ı camia olan gerçek kalpte asla dönüşme ve değişme olmaz. Aksine o itminan, istikrar ve huzur üzere sabittir. Hz. ibrahim (as) kalp için itminan (huzur) talep ederken maddî kalbi kasdetmiştir, başkasını değil. Çünkü onun hakiki kalbi şüphesiz itminana ulaşmıştı, hatta nefsi de hakiki kalbine tâbi olarak mutmain olmuş idi.

Avârifu'l-maârif isimli eserin müellifi (Şihabeddin Sühreverdî) -ks- şöyle demiştir: “ilham, kalp makamına yükselen nefs-i mutmainnenin sıfatı ve özelliğidir. Bu mertebede vuku bulan halden hale geçme ve değişmeler de nefs-i mutmainnenin sıfatıdır.” Görüleceği üzere bu ifade, zikredilen hadis-i şeriflere aykırıdır. Şeyhin (Sühreverdî'nin) söylediği şekilde bu makamdan yükselmek mümkün olsaydı, onun söylediğinin doğru olduğu ortaya çıkardı. (Ancak durum böyle değildir. Dolayısıyla) Benim söylediğimin doğru olduğu açıkça ortaya çıkmış, keşf ve ilham ile bize bildirilenler, Hz. Peygamber'in (as) hadislerine uygun düşmüştür. Maddî kalbin hakiki kalbe vekil olması, maddî kalp üzerine

17

Page 18: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

ilhamın gelmesi, onun hal ve değişimlere sahip olması konusunda yaptığım bu açıklamalar, cahil ve işin hakikatini anlamayan kişilere ağır geldi. Pekiyi, Hz. Pembamber'in (as) şu sözüne ne diyecekler: “Âdemoğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman tüm beden iyi olur. O bozuk olduğu zaman tüm beden bozuk olur. işte o kalptir.” Hz. Peygamber et parçasına vurgu ile “kalp” dedi, bedenin iyilik ve kötülüğünü ona bağladı. Hakiki kalp için caiz ve geçerli olan şey, vekâlet ve yerine geçme yoluyla da olsa bu et parçası için de geçerlidir.

Bilesin ki, ruh, ölmeden evvelki ölümle (fenaya ererek) bedenden ayrılınca, Hakk'a vâsıl olan arif kendi ruhunu bedeninin ne içinde ne dışında, bedenine ne bitişik ne de ayrı olarak bulur. Bedenin iyiliği için ruhun onunla ilişkide olduğunu görür, ayrıca kemâli ruha dönecek olan bir maksattan dolayı ruhun bedenle irtibat kurduğunu anlar. Bu irtibat, bedendeki iyilik ve hayrın kaynağıdır. Bu irtibat olmasaydı beden tümüyle kötülük, şer ve kusur olurdu.

Allah Teala'nın ruh ve diğerleriyle (âlem ile) olan ilişkisi de ruhun bedenle olan ilişkisine benzer. Hak Teala âlemin ne içindedir, ne de dışında; ne ona bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Onun âlem ile ilişkisi; yaratma, ayakta tutma, kemalât için feyz verme, nimet ve hayırları ulaştırma şeklindedir.

Eğer dersen ki, hak yolun âlimleri ruh hakkında böyle şeyler söylememişler, hatta bu konuda detaylı açıklamaları uygun bulmamışlardır. Sen az ve çok her konuda onlara tâbi olduğun halde bu açıklamalarının sebebi nedir?

Cevaben derim ki: Âlimler içinde ruhun hakikatini bilen azdır. Bilen bu az grup da ruhun kemalâtı ve yüksek halleri konusunda çok az konuşmuşlar, cahil halkın yanlış anlamasından ve yanlış yola sapmasından korktukları için kısa ve öz cümlelerle yetinmişlerdir. Çünkü ruhun yüksek halleri ve kemalâtı, görünüş itibariyle vücûbî kemalâta yani ilâhî (yaratılmamış, tanrısal) âlemin yüksek hallerine benzer. Aralarındaki fark çok incedir, bu farkı ancak ilimde derinleşmiş olan âlimler anlayabilir. Bu sebeple ruhun hakikatini bilenler bu konuyu özetle geçmeyi, hatta bu konuda açıklama yapan ve ruhun hakikatini anlatanları inkâr etmeyi daha uygun görmüşlerdir. Yoksa ruhun anlatılan yüksek mertebelerini inkâr etmemişlerdir. Bu zayıf kul, ruhun bazı özelliklerini anlatırken Allah'ın yardımı, tevfîki ve Habîbi (as)'nin sadakası olarak kendisine verilen apaçık keşfine dayanmakta ve açıklamaya mâni olacak şüpheleri gidererek anlatmaktadır, iyi anla!

Şu da bilinmelidir ki, beden, ruhtan sayısız kemalât elde ettiği gibi, ruh da bedenden büyük faydalar kazanmıştır. Neticede ruh işiten, gören, konuşan, bir beden ile bedenlenmiş ve bedenler âlemine (dünyaya) uygun işler yapar hale gelmiştir.

Yukarıda anlatıldığı gibi, nefs-i mutmainne ruhanîlere (letaife) katıldığı zaman bedenler âleminde onun vekili olarak akıl kalır. Bu akla “akl-ı mead” (ahiret düşüncesi ön planda olan akıl) denir. Onun tüm düşüncesi ahirete yönelik olur ve dünyevî düşüncelerden, maişet kaygısından kurtulur. Kendisine verdikleri nur ile fıraset ve ince görüşlü olmaya lâyık olur. Bu mertebe, aklın kemâl ve üstünlük mertebelerinin sonudur.

Cahil birisi bu konuda “Aklın kemal mertebelerinin sonu dünya ve ahiretin ikisini de unutmak ile gerçekleşir, çünkü onun düşüncesinin kaynağında Hak Teala'dan başka bir şey kalmaz; ne dünya ne de ahiret” diyerek itiraz etmesin. Bu konuda derim ki: Bu dünya ve ahireti unutma hali manevî yolculuk esnasında fena fıllâh mertebesinde iken ona hâsıl olmuştur. Bizim anlattığımız bu yüksek mertebe (sadece ahireti düşünme hali) ise ondan çok daha üstündür. Burası bilgisizlik ve idrak edememe halinden sonra tekrar ilme ve bilgiye dönme yeridir. Cem halinden sonra fark haline erişme, cem mertebesindeki tarikat küfründen sonra hakikî İslâm'a dönme yeridir. Zavallı filozoflar, akıl için dört mertebe tespit etmişler ve aklın kemalâtını bunlardan ibaret zannetmişlerdir. Bu durum, kemâl konusunda cahilliktir. Akıl ve ona tâbi olan kemalât, (sadece) akıl ve vehim ile anlaşılamaz. Nübüvvet fenerinin nurlarından alınmış doğru bir keşf ve açık bir ilham

18

Page 19: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

lâzımdır. Allah Teala'nın salât ve selâmı umumî olarak tüm peygamberlere, hususî olarak da onların en faziletlisi olan Habîbullah'a olsun.

Eğer, meşayıhın sözleri arasındaki “akıl ruhun tercümanıdır” ifadesinin manası nedir, diye sorarlarsa, derim ki: Mebde-i Feyyaz olan Hak Teala'dan ruhanî telakki yani ilham yoluyla gelen yüksek ilimleri ve marifetleri, ruhlar âleminden olan kalp alır. Onun tercümanı akıldır. Akıl bu yüksek bilgileri yazar, özetler, halk âleminin mahkumları olan insanların anlayacağı hale çevirir. Çünkü o tercümanlık yapmazsa bu ilimleri anlamak zor, hatta imkânsızdır. Aynı şekilde maddî kalp, yani yürek, hakiki kalbin vekili olduğu için, aslın hükmünü alır, onun bilgi alması da ilham yoluyla olur. Bu ilhamın da tercümana ihtiyacı vardır.

Şunu da bilmek gerekir: Akl-ı mead için bir zaman gelir ki, nefs-i mutmainnenin makamına ulaşma arzusu son dereceye varır ve akl-ı mead yükselip bedeni boş bırakır. O zaman düşünme ve anlama yeteneği yüreğe yerleşir. “Bunda, kalbi (aklı, anlayışı) olan kişi için öğüt vardır.” (Kâf, 50/37) O zaman kalbi, kendi kendisinin tercümanı olur. Bu esnada arifin işi bedenle irtibat noktasına gelir. (Önceleri) “Ben ondan daha hayırlıyım” diyen (kibirlenen) ateş unsuru itaate yönelir ve yavaş yavaş hakikî İslâm ile şereflenir. İblislik elbisesini üzerinden çıkarıp onu (ateşi) nefs-i mutmainnenin aslî makamına ulaştırırlar ve ona vekil yaparlar. Böylece bedende hakikî kalbin vekili yürek, nefs-i mutmainnenin vekili de ateş unsuru olur. Mısra:

“Aşk kimyasından vücudumun bakırı altına döndü”

(Dört unsurdan) hava unsuru ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makamına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak Teala zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makamında bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi. Meşayıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak Teala diye ruha taptım. O makamdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı.” Bu hava unsuru (cüz'ü), ruh makamı ile irtibatlı olduğu için bedende ruhun yerine geçer ve bazı işlerde ruhun hükmü ortaya çıkar.

Su unsuru, hakikat-ı camia olan gerçek kalp ile irtibatlıdır. Bu sebeple onun feyzi bütün eşyaya ulaşır. “Her canlı şeyi sudan yarattık.” (el-Enbiya, 21/30) Onun döneceği yer de yürektir. Bedenin en büyük unsuru olan toprak unsuru, kendisinin zâti özelliği olan aşağılık kirlerinden temizlendikten sonra bu bedende hâkim ve galip olur. Bedendeki her şeyde onun hükmü görünür, her şey onun rengine ve mizacına bürünür. Bu durum onun (toprak unsurunun) güçlü kapsayıcılık özelliğinden dolayıdır. Bedendeki bütün unsurlar gerçekte onun cüzleridir. Bu sebeple arz küresi (temeli toprak olan dünya), unsurların ve feleklerin merkezi, dünyanın merkezi de evrenin merkezi olmuştur. Bu vakitte bedenin yolculuğu da nihayete ulaşır, manevî yükselişi sona erer ve iniş gerçekleşir. Halkı irşad etmek vaktin sermayesi olur. Tasavvuf yolunda nihayetin başlangıca dönüşü de budur.

Bilmiş ol ki ruh, mertebeleri ve tâbileriyle beraber her ne kadar yükseliş yolu ile kendi mekânına ulaşsa da, henüz bedenin terbiyesi ileride olduğu için, bu âleme yönelmesi zarurîdir. Bedenin işi sona ulaştığı zaman ruh; sır, hafi, ahfâ, kalp, nefs ve akıl ile birlikte Hak Teala'nın huzuruna yönelir ve bedenden tamamen yüz çevirir. Beden de tamamen kulluğa yönelir. Burada ruh, kendi mertebeleri (letaif) ile birlikte Hakk'ı müşahede ve O'nun huzurunda bulunma şuurunda yerleşmiş, Hak Teala'dan gayrisini görmek ve bilmekten yüz çevirmiştir. Beden tümüyle tâat ve kulluk makamına oturmuştur. Cemden sonraki fark makamı budur. Kemalâtı nasip eden Allah Teala'dır.

Bu dervişin bu makamda özel bir meşrebi ve ilerleyişi vardır. O da, insanları Hak Teala'ya davet etmek için ruhun kendi mertebeleri ile birlikte âlem-i halka dönmesidir. Bu dönemde ruh, beden hükmünü alır ve bedene tâbi olur. İş o noktaya ulaşır ki, beden huzur halinde ise ruh da huzur halinde ve huzur-ı ilâhîde olduğunun bilincinde olur. Eğer beden gafil ise ruh da gafil olur. Ancak namazı eda etme zamanları müstesna. Namaz

19

Page 20: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

kılarken beden gafil olsa bile ruh mertebeleriyle birlikte Hak Teala'ya yönelir, teveccüh eder. Çünkü namaz mü'minin miracıdır, manevî yükselişidir.

Bilmek gerekir ki, Hakk'a ulaşan kişinin (vâsıl) dünyaya ve insanlar arasına bu tam dönüşü, davet makamlarının en üstün olanlarındandır. Onun gafleti, birçok kişinin huzuruna sebeptir. Avamdan olan gafiller, ariflere ait olan bu gafletin mahiyetini bilemezler. Huzur-ı ilâhîde kalanlar (ve halk arasına dönemeyenler de) bu dönüşten habersiz ve cahildirler. Bu makam, kötülemeye benzeyen bir övgüdür, idrâki kısa olanlar buraya ulaşamazlar. Bu (ariflere ait) gafletin üstün meziyetlerini anlatacak olsam hiç kimse huzur makamında kalmayı istemez. Bu öyle bir gaflettir ki, insanların seçkinlerini meleklerin seçkinlerinden daha üstün yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, Hz. Muhammed'i (as) âlemlere rahmet yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, velilikten nübüvvete, nübüvvetten risalete (peygamberliğe) ulaştırır. Bu öyle bir gaflettir ki, evliya-yı işreti (insanlar arasına karışıp onları irşad eden velîleri), evliya-yı uzletten (insanlardan uzak duran velîlerden) daha üstün kılar. Bu öyle bir gaflettir ki, (nübüvvetten önce) bir atın iki kulağı gibi eşit iken, sonradan Hz. Muhammed'i (as) Ebû Bekr Sıddîk'tan (ra) üstün yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, sahvı (ayıklığı) sekrden (manevî sarhoşluk halinden), peygamberliği velilikten üstün eyler. Basiretsiz olanlar anlamasa da, bu öyle bir gaflettir ki, kutb-ı irşadı kutb-ı abdaldan daha faziletli yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, Ebû Bekr Sıddîk'a (ra), “Keşke Muhammed'in hatası (sehvi) olsaydım” dedirtmiştir. Bu öyle bir gaflettir ki, huzur onun basit bir hizmetçisidir. Bu öyle bir gaflettir ki, iniş gibi görünse de aslında yükseliştir. Bu öyle bir gaflettir ki, seçkin insanları avam halka benzetir ve bu hali evliyanın yüksek kemalâtını örten kubbeler yapar. Mısra:

“Bunun açıklamasını yapsam, sonu gelmez”

Az (söz) çoğa delâlet eder. Bir damla, büyük bir denizin varlığından haber verir.

Selâm, hidayete tâbi olanlara, Hz. Peygambere uyanlara ve ailesine.

14. Bölüm: Peygamberimizin Ayrıcalığı

Son peygamber olan Efendimiz (as), diğer peygamberler arasında zâti tecellîye kavuşmakla ayrıcalıklıdır. Bütün kemalâtın üstünde olan bu nimet ona mahsustur. Ona tâbi olanların büyükleri için de bu özel makamdan bir nasip ve hisse vardır. Bu sözü duyan kişi şöyle demesin: “Bu durumda, bu ümmetin büyük velîlerinin diğer peygamberlerden daha üstün olması lâzım gelir. Oysa bu anlayış Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadına aykırıdır. Allah hepsinden razı olsun. Bu zâti tecellî cüzî ve küçük bir fazilet değildir ki bu ümmetin velîlerinin diğer peygamberlerden üstünlüğü şüphesi zail olsun, aksine büyük bir fazilettir, insanların üstünlüğü Allah Teala'ya yakınlıklarına göredir. Bütün üstünlükler ise bunun altında kalır.”

Böyle diyen kişiye cevaben derim ki: Bu ümmetin büyük velîlerinin o makamdan nasibi olması, diğer peygamberlerden üstün olmalarını gerektirmez. Üstünlük, makama ulaşmaya bağlıdır.

Ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin büyüklerinin yükselişinin son noktası, peygamberlerin ayaklarının altına kadardır. Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan Ebû Bekr Sıddîk'ın (ra) yükselişinin son noktası, bütün peygamberlerin altında olan bir peygamberin ayakları altındadır. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu ümmetin içinde Hz. Peygamber'e tâbi olan büyük zâtlar için, peygamberlerine (as) mahsus olan en üstün makamın kemalâtı altındaki makamdan tam nasip vardır. Hizmetçi nerede olursa olsun, efendinin artığı olan yiyecek ona ulaşır. Uzakta olan hizmetçi, efendisinin sırtından bedava geçinme yoluyla öyle nimetlere ulaşır ki, hizmet şerefi olmadan efendiye yakın olanlara bile nasip olmaz. Şiir:

O, kafilededir, bilirim ama ulaşamam

20

Page 21: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Uzaktan çıngırak sesinin bana ulaşması yeter

Şunu da bilmek gerekir ki, bazen müridler şeyhlerinin makamına ulaştıklarını, onlarla aynı seviyeye geldiklerini zannederler, işin aslı anlatılan şekildedir. Aynı seviyeye gelmek, şeyhlerin makamlarına (tam olarak) “ulaşmakla” olur. Yoksa o makamların (kendiliğinden) “hâsıl olması” ile değil. Çünkü makamın hâsıl olması, tufeyli yolla (çalışmadan) elde edilmesidir. Buradan müridin, şeyhinin makamına ulaşıp onunla eşit olamayacağı anlamı da çıkmamalıdır. Çünkü durum öyle değildir. Eşitlik caizdir, hatta vâkidir. Fakat o makama ulaşmak ile o makamın hâsıl olması arasındaki fark çok incedir. Her mürid bu şansa ulaşamaz. Bu farkı anlayabilmek için doğru bir keşif ve açık bir ilham gereklidir. Doğruyu ilham eden Allah Teala'dır.

Selâm, hidayete tâbi olanlara.

15. Bölüm: Bir Manevî Halin Gelmesi ve Gitmesi

Bir derviş şöyle sordu: “Bu tasavvuf yolunun yolcusuna bir hal gelir, bir süre kalır, sonra gizlenir. Bir müddet sonra o hal tekrar görülür, ardından yine gizlenir. Bu şekilde Allah'ın dilediği zamana kadar devam eder. Bunun sebebi nedir?”

Cevabı şudur: insanoğlunun yedi latifesi vardır. Bu latifelerden her birinin bedendeki hakimiyet süresi farklıdır. Binaenaleyh, eğer bunlardan en latif olanına güçlü bir manevî hal gelirse, tasavvuf yolcusunun her yeri o latifenin rengine boyanır, karakterine bürünür. O hal latifelerin hepsine sirayet eder ve o latifenin hakimiyeti müddetince devam eder. O latifenin hakimiyet süresi bitince o manevî hal gider. Bir süre sonra o hal tekrar dönüp gelirse, bunun iki ihtimali vardır: Manevî hal ya önceki aynı latifenin üzerine gelir ki bu durumda ilerleme yolu tasavvuf yolcusuna kapalıdır, ya da hal diğer bir latife üzerine gelir ki bu durumda ilerleme yolu açıktır.

Diğer latifede de iş, birinci latifedeki gibidir. O halin kaybolmasından sonra aynı hal geri dönerse, önceki iki ihtimal yine söz konusudur. Bütün latifelerin durumu böyledir, işte, gelen manevî hal aslî surette bütün latifelere sirayet ederse, halden makama dönüşür, yok olmaktan kurtulur ve kalıcı olur. Halin hakikatini en iyi bilen Allah'tır.

Salât ve selâm insanların efendisine ve temiz ailesine...

16. Bölüm: Bir Âyetin İnce Manası

Allah Teala buyurdu ki: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin.” (el-Bakara, 2/172) Burada “eğer siz” diye başlayan şart cümlesinin yemek ile ilgili şarta bağlı olması muhtemeldir. Yani ibadet ve kulluğu sadece Allah'a yapacaksanız, size rızık olarak verdiğimiz lezzetli şeylerden yiyin. Eğer kulluğu sadece Allah'a yapmayacak, nefislerinizin arzularına kulluk edecekseniz bu lezzetli rızıklardan yemeyin. Çünkü bu durumda siz manevî kalp hastalığına tutulmuşsunuz demektir ve lezzetli rızıklar sizin için öldürücü bir zehirdir. Kalp hastalığınız ortadan kalktığı zaman lezzetli şeyleri yemeniz sizin için uygun olur. Keşşaf sahibi bu ayetteki “tayyibât” (temiz şeyler) kelimesini, ardından şükür talebi geldiğini dikkate alarak, “lezzetli yiyecekler” diye yorumlamıştır.

17. Bölüm: “Allah'ı Tanıyan Kişiye Günah Zarar Vermez” Cümlesinin Manası

Büyük velîlerden bazıları şöyle demiştir: “Allah'ı tanıyan kişiye günah zarar vermez.” Yani marifetullaha ulaşmadan ve Allah'ı tanımadan önceki günahı ona zarar vermez. Çünkü islâm, önceki günahları kesip atar. Gerçek islâm, sûfîlerin yolu ve metodu üzere fena ve bekâ mertebelerinden sonra Allah'ı tanımaktır. Ve bu tanımanın (marifetullahm) elde edilmesi, daha önce oluşan günahları siler ve yok eder. Ayrıca bu sözde “günah” kelimesi ile kastedilen şey, Allah'ı tanıdıktan sonraki günah da olabilir. O zaman bu günah ile

21

Page 22: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

büyük değil küçük günah kastedilmiş olur. Çünkü evliyaullah büyük günah işlemekten korunmuştur. Küçük günahın onlara zarar vermemesi de, günahta ısrarcı olmamaları ve hemen tevbe ile onu gidermeleridir. Yine bu sözün manası “Allah'ı tanıyan kişiden günah sâdır olmaz” şeklinde de olabilir. Günah işlemeyince onun zararı da olmaz. Cümlede gerekli olan (Allah'ı tanımak) zikredilmiş ve onun gerektirdiği şey (günah işlememek) kastedilmiştir.

Yoldan çıkmış bazı mülhidlerin bu cümleyi “Allah'ı tanıyan (arif) kişinin günah işlemesi caizdir, çünkü günah ona zarar vermez” diye yorumlamaları bâtıl, kesinlikle geçersizdir ve açıkça zındıklıktır. “Onlar şeytanın yandaşlarıdır, iyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar.” (el-Mücadele, 58/19) “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lûtfu en bol olan sensin.” (Âl-i İmrân, 3/8)

Salât ve selâm Efendimiz Muhammed'e (as)...

Mağfireti bol olan Allah Teala'dan dilerim ki, zulüm ve kul hakkı türünden olsa bile, hakikî islâm'a erişen arifin bu irfandan önce işlediği günahlar ona zarar vermesin. Çünkü Hak Teala kayıtsız şartsız mâliktir. Kulların kalpleri onun (kudret) parmaklarından ikisinin arasındadır, dilediği gibi çekip çevirir. Bilindiği üzere, mutlak ve genel anlamda islâm (Müslüman olmak) zulüm ve kul hakkı haricindeki günahları yok eder. Bir şeyin hakikati ve kemâlinde ise, genelinde olmayan bir üstünlük vardır.

18. Bölüm: Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi

Allah Teala zâtı ile mevcuttur, vücud (var olma sıfatı) ile değil. Diğer varlıklar ise böyle değildir, onlar vücud ile mevcutturlar. Binaenaleyh, Hak Teala var olma konusunda vücuda muhtaç değildir ki, gayrıya ihtiyacı olmasın diye “Onun vücudu zâtının aynısıdır, zâid değildir” desinler. Böyle olursa vücudun zât ile aynı olduğunu ispat konusunda birçok delillere ihtiyacımız olur ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in çoğuna aykırı düşmüş oluruz. Çünkü bu büyük insanlar vücudun zât ile aynı olduğunu kabul etmiyorlar ve vücudun zâta zâid (ilâve bir sıfat) olduğunu söylüyorlar.

Şurası açıktır ki, vücudun zâid olduğunu kabul etmek, Allah Teala'nın başka bir şeye muhtaç olduğu sonucunu doğurur. Eğer “Hak Teala zâid bir vücud ile mevcuttur” ya da “kendi zâtı ile mevcuttur” dersek ve buradaki “vücud” kelimesiyle araz-ı âm (genel bir sıfat) kastedersek, hem ehl-i haktan olan kelâm ulemasının çoğunun sözü doğru olur, hem de muhaliflerin Allah'ın başka bir şeye muhtaç olacağı konusundaki itirazları ortadan kalkar. Allah Teala'nın zâtı ile mevcûd olduğunu söyleyip vücuda bir tesir vermemek ile “Allah Teala vücud ile mevcuttur” demek ve o vücudu da zâtın aynısı olarak kabul etmek arasında açık bir fark vardır. Bu bilgi, Allah Teala'nın bana tahsis ettiği özel bir bilgidir. Bu sebeple Allah'a hamd olsun. Rasûlüne de duâ ve selâm olsun.

19. Bölüm: Aynı Konu Hakkında İlâve Açıklama

Allah Teala'nın özelliklerinden biri, kendi zâtı ile var olması ve var olmak için vücuda muhtaç olmamasıdır. Vücuda zâtın aynısıdır, demek ile, zât üzerine zâiddir, demek eşittir ve her iki durumda da sakınca vardır (vücud zâtın aynısıdır denirse uzun delillere ihtiyaç vardır ve Ehl-i Sünnet'in çoğuna aykırı düşülmüş olur, vücud zâta zâiddir denirse Allah'ın var olmada başka bir şeye ihtiyacı olduğu zannedilir).

Hak Teala'nın âdeti şöyle cereyan etmektedir ki, kişi bu durumu bilsin ya da bilmesin, vücûb mertebesinde (ilâhî âlemde, Allah'ın sıfatları gibi) var olan her şeyin bir numunesi imkân mertebesinde (evren ve dünyada) bulunmaktadır. Bu özelliğin ve âdetin bir örneği, imkân alemindeki vücudu (varlığı) meydana getirmiştir. Vücud her ne kadar mevcud değil ve ma'kûlât-ı saniyeden (tür ve cins gibi karşılığında bir şey olmayan ve haricî mevcudata hamledilemeyen bir kavram) ise de, Onun vücudu olduğunu farz edelim. Bu durumda Hak

22

Page 23: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Teala kendi zâtıyla mevcûd olacaktır, başka bir vücud ile değil. Diğer varlıklarda ise durum böyle değildir. Onların var olması vücuda muhtaçtır, zâtları yeterli değildir. Ama eşyanın var olmasında etkisi olan vücud, eğer mevcûd olursa kendi zâtıyla mevcûd olacak ve diğer bir vücuda muhtaç olmayacaktır. O halde, varlıkların yaratıcısı olan Allah Teala müstakil olarak kendi zâtıyla var olsa ve vücuda asla ihtiyacı olmasa bunda şaşılacak ne var? Bunu idrak etmekten uzak olanların şaşkınlığı konumuzun dışındadır. Doğruyu ilham eden Allah Teala'dır.

Eğer bir kişi şöyle sorarsa: Filozoflar, Eş'arîler ve bazı sûfılerin vücudun zât ile aynı olduğu hakkındaki sözlerinden maksatları, senin önceki bölümde kaydettiğin “Allah Teala kendi zâtıyla mevcuttur, vücud ile değil” şeklindeki cümlen ile aynıdır. Bu durumda “Zâtının aynı olan bir vücud ile mevcûddur” sözünün manası “Var olan, zâtıyla vardır, vücud ile değil” şeklinde olmaktadır.

Cevaben deriz ki: Bu durumda Ehl-i Sünnet (vücudun zâta zâid olduğunu söyleyen Matüridîler) ile onların (vücudun zât ile aynı olduğunu söyleyenler) ihtilafı birbirine zıt değildir. Böyle olsaydı Ehl-i Sünnet olanların bu meselede onlara zıt olarak şöyle demeleri gerekirdi: “Hak Teala vücud ile mevcûddur, zât ile değil.” Bu durumda vücudun zâid olduğunun ispatı, bu cümlenin doğal sonucu ve ilavesidir. Bu sebeple, vücudun zâid oluşunun ispatı şunu göstermektedir ki, iki grubun ihtilafı vücudun kendisinde değil, belki vücudun sıfatındadır, yani zât ile aynı mı yoksa ona zâid mi olduğu meselesindedir. Her iki grup da Allah'ın vücud ile mevcûd olduğu konusunda hemfikirdirler. İhtilâf ise vücudun zât ile aynılığı ve ziyadeliği meselesindedir.

Eğer derlerse ki: “Allah Teala kendi zâtı ile mevcûd olduğuna göre, O'na 'mevcûd' demenin anlamı nedir? Çünkü mevcudun manası, vücudun (varlığın) kendisiyle ayakta durduğu şey demektir. Burada ise asla vücud yoktur.”

Cevaben deriz ki: Evet, Allah'ın zâtının kendisiyle mevcûd olduğu vücud, Allah Teala hakkında söz konusu değildir. Ama genel sıfat (araz-ı âm) olarak Allah'ın zâtı için söylenen ve iştikak yoluyla hamlolunan vücuda, o vücudun kaim olması itibariyle Allah Teala için “mevcûd” demek mümkündür, hiçbir sakıncası yoktur. Vesselam.

20. Bölüm: Görülen ve Hayale Sığan Şeyler Allah Teala Değildir

Müşahede sahasına gelen, görülen, bilinen, vehim ve hayale sığan tanrıya asla tapmam. Çünkü görülen, bilinen ve hayal edilen şey, gören, bilen ve vehmeden gibi sonradan yaratılmıştır. Mısra:

“Ben, ağıza sığmayan (büyük) lokmayı isterim”

Tasavvufî yolculuğun gayesi perdeleri yırtmaktır, bu perdeler ister ilâhî âlemle (vücûbî) ilgili olsun, ister bu âlemle (imkânî) ilgili. Tüm perdeler yırtıldıktan sonra vasl-ı üryan (Hakk'a tam kavuşma) nasip ve müyesser olur. Bundan maksat, matlûbu avlamak ve bağlamak değildir. Şiir:

Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla

Burada tuzağa ancak hava girer (eli boş kalır)

Allah'ı görme işi ahirete kalmıştır ve bunun gerçek olduğuna inanırız. Ancak bunun nasıl olacağıyla ilgilenmeyiz. Halkın idraki bunu anlayamayacağı için bu konulara girmiyoruz, yoksa seçkin insanlar anlayamaz diye değil. “Görmek” diye adlandırılmasa bile, seçkin insanlar için dünyada bu makamdan bir nasip vardır.

Selâm, doğru yola tâbi olanlara...

23

Page 24: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

21. Bölüm: Bu Konu Hakkında İlave Bilgi

Görülen ve bilinen her şey mukayyettir (kayıtlı, şartlı ve sınırlıdır), mutlaklığın yalınlığından aşağıdadır. Matlûb olan Hak Teala ise bütün kayıtlardan azadedir. O halde onu görüntü ve bilgi sahasının ötesinde aramak gerekir. Bu iş, aklın idrakinin ötesindedir. Çünkü akıl, görülen ve bilinen şeylerin ötesini araştırmayı imkânsız sayar. Şiir:

Perdenin ötesindeki sırrı, mest olmuş rindlerden sor

Çünkü yüksek makâmlı (bile olsa) sûfî bu hali bilemez

22. Bölüm: Mutlak Olanın Yalınlığı

Mutlak yani kayıtsız olan, kendi mutlaklığının yalınlığı üzeredir. Hiçbir kayıt ve bağ ona yol bulamaz. Ama mutlak (Hak Teala) mukayyet aynada zuhur edince (âlemde tecellî edip görününce) O'nun yansıması ve aksi aynanın hükmüne boyanır, mukayyet ve sınırlı olarak görülür, göze ve bilgiye sığar. Dolayısıyla görülen ve bilinen ile yetinmek, matlûb olan Hak Teala'nın (kâinat aynasındaki) akislerinden bir akis ile yetinmektir. Hedefi yüksek olanlar ceviz ve üzümle doymazlar. Allah Teala hedefleri yüksek olanları sever.

İnsanların Efendisi (as) hürmetine, Cenab-ı Hak bizi hedefi ve himmeti yüksek olanlardan eylesin.

23. Bölüm: İnsanın Melekten Üstünlüğü

Tasavvuf yoluna girdiğim ilk dönemlerde müşahedemde gördüm ki bir yerde tavaf ediyorum, başka bir grup da benimle beraber tavaf ediyor. Ancak onlar o kadar yavaş yürüyorlardı ki, ben bir tavaf yapıncaya kadar onlar iki üç adım atabiliyorlardı. O esnada bildirdiler ki, burası Arş'ın üzeridir, tavaf eden bu cemaat da meleklerdir. Peygamberimize ve o meleklere salât ve selâm olsun.

“Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (el-Bakara, 2/105)

24. Bölüm: Evliyanın Halktan Biri Gibi Görünmesinin Hakikati

Velîleri gizleyen kubbeler, onların beşeriyet sıfatlarıdır. Diğer insanlar neye muhtaç ise, bu büyükler de aynı şeylere muhtaçtırlar. Velilik, onları ihtiyaçtan uzaklaştırmaz. Onların öfkelenmesi de diğer insanların öfkesine benzer. Peygamberlerin Efendisi (as), “insanların kızdığı gibi ben de kızarım” buyurunca evliyaya ne düşer? Aynı şekilde bu büyük zâtlar yeme, içme, aile ve akrabaları ile ilişki ve onlarla ünsiyet konusunda diğer insanlarla ortaktırlar, insanlığın ayrılmaz bir özelliği olan farklı dünyevî bağlantılar, seçkin insanlardan da avam halktan da kopup gitmez. Hak Teala peygamberler hakkında şöyle buyurur: “Biz onları yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık.” (el-Enbiya, 21/8) Sadece dış görünüşe bakan kâfirler ise, “Bu nasıl peygamber? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor” (el-Furkân, 25/7) diyorlardı, işte her kim ehlullâhın zahirine ve dış görünüşüne bakarsa mahrum kalır, dünya ve ahirette sermayesi sadece hüsran olur. Bu zahire bakma yanılgısı, Ebû Cehl ve Ebû Leheb'i İslâm nimetinden mahrum bıraktı, ebedî hüsrana attı. Saadete ulaşan o kişidir ki, gözü evliyanın dış görünüşüne bakmaz, onların iç âlemine ait özelliklerine nüfuz eder ve sadece içe bakar. Velîler Mısır'ın Nil nehri gibidir, perdeli olan gafillere belâ, sevilenlere ise su gibidir.

Şu ilginç bir iştir... Beşerî sıfatlar ehlullahta görüldüğü kadar diğer insanlarda görülmez. Bunun sebebi şudur: Karanlık ve bulanıklık, engebeli ve kirli yerde ne kadar çok olursa olsun fazla görünmez, düz ve temiz bir yerde az da olsa çok görünür. Fakat karanlık ve beşerî sıfatlar, avam halkın her yerine sirayet eder; beden, kalp ve ruhuna işler. Havasta, yani seçkin insanlarda ise bunlar sadece beden ve nefste kalır. Seçkinlerin de seçkinleri olan velîlerde ise nefs de arınır, karanlık (dünyevî ve beşerî özellikler) sadece bedende

24

Page 25: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

kalır. Ayrıca bu karanlık, avamda noksan ve hüsrana sebep olurken havasta olgunluk ve parlaklığa sebep olur. Seçkin insanların karanlığı, halkın karanlığını giderir, onların kalplerini temizler, tasfiye eder, nefslerini tezkiye edip arındırır. Eğer (evliyadaki) bu karanlık olmasaydı, halk ile münasebet kuracak bir ortam ve yol bulamazlardı. Fayda verme ve faydalanma yolu kapalı kalırdı. Bu karanlık, seçkin insanlarda uzun süre kalmaz ki onları bulandırsın. O karanlığın ardından bu insanların pişmanlık ve tevbeleri sebebiyle başka birçok karanlık ve bulanıklık da yok olur ve o zâtlar, daha yüksek makamlara erişirler. Bu karanlık, meleklerde yoktur, bu sebeple ilerleme ve yükselme yolu onlara kapalıdır. Buna “karanlık” demek, kötülemeye benzeyen övgü türündendir.

Sıradan insanlar, ehlullâhın beşerî sıfatlarını kendi beşerî sıfatları ve nefsanî özellikleri gibi zannederler, mahrum ve ziyanda kalırlar. Görülmeyeni görülene kıyas etmek fasiddir, geçersizdir. Her makamın kendine mahsus özellikleri vardır, her yerin de gerektirdikleri ayrı ayrıdır.

Selâm, hidayete tâbi olana ve Mustafâ'nın (as) yolunu tutana.

25. Bölüm: Dünyevî Bilgiler ve İlâhî Âleme Ait İlimler

Dünyevî ilim ve bilgilerle sınırlı kalan, masiva nakışlarına takılmış olan kişi, hor ve itibarsızdır. Masivayı yani Allah'tan başka her şeyi unutmak, maneviyat yolunun şartı ve yüce huzura çıkmak için ilk basamaktır. Kalp aynası dünya pasından temizlenmedikçe Hak Teala'nın orada zuhur etmesi ve görünmesi imkânsızdır. Çünkü dünyevî ilimlerin ilâhî âleme ait yüksek ilimlerle bir araya gelmesi, zıtların bir araya gelmesi türündendir (ve imkânsızdır).

Burada güçlü bir soru ortaya çıkar ki şudur: Arifi bekâ ile müşerref ettikleri ve nakıs insanları irşad etmesi için onu tekrar (halk arasına) döndürdükleri zaman, unuttuğu dünyevî ilimler ona tekrar verilir. Bu durumda o arif zâtta dünyevî bilgiler ile ilâhî âleme ait yüksek bilgiler (maarif) bir araya gelmiş olur. Oysa sen buna, iki zıddın bir araya gelmesi diyorsun.

Bu sorunun cevabı şudur: Allah ile bakî olan arifte, bu esnada perde olma hükmü ortaya çıkar. Sanki o, yaratılmış âlem (imkân âlemi) ile ilâhî âlem (vücûb âlemi) arasında bir perdedir ve her iki makamın da rengiyle boyanmıştır. Bu durumda kendisinde dünya ilimleri ile ilâhî maarif bir araya gelse niçin sorun olsun? Çünkü iki zıddın bir araya geleceği yer bir değil, belki birkaç (iki yönlü arif) olmuştur. Bu durumda zıtlar tek bir şeyde birleşmiş sayılmaz.

26. Bölüm: Dünyevî Bilgilerin Geri Dönmesi Kusur Değildir

Fena mertebesinde ortadan kalkan eşyanın (dünyevî şeylerin) bilgisi, bekadan sonra tekrar geri dönerse, bu durum arifin kemaline noksanlık getirmez. Aksine onun kemali, bu bilgilerin kendisine geri dönmesindedir. Halkı irşad edebilmesi de bu bilgilerin dönmesine bağlıdır. Çünkü arif, bekadan sonra Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Eşyanın bilgisi, Allah Teala'da kemalin ta kendisidir ve bunun zıddı (Allah'ın eşyayı bilmemesi) noksanlığı gerektirir. Allah'ın ahlâkı ile bezenen arifin durumu da böyledir. Bundaki incelik şudur: insandaki bilgi, onun zihninde, bilinen şeyin suretinin (imajının) oluşmasıyla meydana gelir. Dolayısıyla bilen kişi, bilinen şeyin şeklinin oluşması ile ondan etkilenir. Bilgi arttıkça bilen kişideki etkilenme de artar, (zihninde) değişme ve halden hale geçme daha çok olur. Bu da noksanlıktır. Hakk'ı arayan talip, bu tür bilgilerin hepsini silmelidir ve eşyanın tümünü unutmalıdır. Allah Teala'daki bilgi ise böyle değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, bilinen şeylerin suretlerinin kendisine dahil olmasından münezzehtir. Aksine sadece bilginin eşyaya taalluk etmesi ile Hak Teala'da eşya (varlıkların bilgisi) görülür. Evrenin yaratılması ile kendi zât, sıfat ve fiillerinde değişiklik olmayan Allah'ı teşbih ederim. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanan arifin bilgisi de bu şekilde olur. Eşyanın bilinen şekilleri arifin zihnine girmez, onu etkilemez, halden hale sokmaz. Bu sebeple onun için

25

Page 26: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

eşyayı bilmek bir kusur değil, aksine kemal ve fazilettir. Bu incelik ve sır, ilâhî sırların en gizli olanlarındandır. Cenab-ı Hak, Habîbi (as) hürmetine, kullarından dilediği kişiye bu sırrı açar.

Ona ve ailesine en güzel salât ve selâmlar olsun.

27. Bölüm: Rıza Makamı

Bu fakiri, tasavvuf yoluna girdikten oniki sene sonra rıza makamına eriştirdiler. Önce nefsini itminana (huzur ve istikrara) kavuşturdular, sonra zamanla ve sırf Allah'ın lûtfu ile bu saadete yükselttiler. Hak Teala'nın rızasından bir ışık parlayıncaya kadar bu nimet ile şereflenmemiş idi. Nefs-i mutmainne Rabb'inden razı oldu, Rabb'i de ondan razı oldu. Bundan dolayı, Allah Teala'ya bol bol, en güzel, sevdiği ve razı olduğu şekilde hamd ederim. Lâyık oldukları şekilde salât ve selâm da elçisi Hz. Muhammed'e ve ailesine.

Eğer “Nefs Mevlâ'sından razı olunca dua etmenin ve belânın kaldırılmasını istemenin anlamı nedir?” diye sorulursa şöyle cevap veririz: Hak Teala'nın fiilinden razı olmak, Onun kullarından da razı olmayı gerektirmez. Hatta çoğu zaman, kulların yaptıklarına razı olmak çirkin bir iş olur. Meselâ, kulların küfür ve isyanı gibi.

O halde (hayrı da şerri de yaratan Allah olduğu için) çirkin fiilin yaratılmasına razı olmak, ancak o çirkin işin kendisini (ve kullar tarafından işlenmesini) kötü bilmek ve ondan razı olmamak gerekir. Madem ki Cenab-ı Hak çirkinin kendisinden razı olmuyor, kul nasıl razı olabilir?! Aksine, kul bu konuda sağlam durmakla görevlidir. O halde kulların yaptığını çirkin görmek, fiilin (Allah tarafından) yaratılmasına razı olmaya aykırı bir durum değildir. Bu sebeple, belânın yok olmasını talep etmek güzel bir anlam taşır. Fiilden razı olmak ile yapılan işi çirkin görmek arasındaki farkı anlayamayan bir grup (sûfî), rızanın oluşmasından sonra, çirkin görme konusunda sıkıntıya düşmüşler, bu problemi halletmekte zorlanmışlar ve şöyle demişlerdir: Çirkin görmek “rıza haline aykırıdır, “rıza makamı”na değil. Doğrusu ise, benim Allah'ın ilhamı ile açıkladığımdır.

Doğru yola uyanlara selâm olsun.

28. Bölüm: Hanefî ve Matüridî Mezheplerinin Fazileti

Bir müddet, imamın arkasında cemaatle namaz kılarken kıraat edebilmek (Fatiha okuyabilmek) için Hanefî mezhebinde bir delil ve açık bir fetva aradım. Madem ki namazda Kur'an okumak farzdır, hakikî kıraati (herkesin okumasını) bırakıp hükmî kıraat (sadece imamın okuması) ile yetinmeyi mâkul bulmuyordum. Nitekim hadis-i şerifte, “Fatiha'sız namaz olmaz” buyrulmuştur. Ama Hanefî mezhebine riayet ederek tercihime uymayıp kıraati terk ediyordum. Bu terk etmeyi de riyazat ve mücahede (çile) sayıyordum. Sonunda Hak Teala mezhebe riayet etmemin bereketiyle, ki mezhep değiştirmek yanlıştır, Hanefi mezhebine göre imama uyan kişinin kıraati terk etmesinin hakikatini bana gösterdi. Basiret nazarıyla bakıldığında, hükmî kıraat, hakikî kıraatten daha üstün göründü. Çünkü imam ve cemaat beraberce Hakk'a dua makamında duruyorlar. Namaz kılan kişi Rabbine yakarır. Bu esnada imamı önder yapıyorlar. O halde, imam ne okursa adeta cemaatin dilinden (onlara vekâleten) okur. Sanki bir grup insan büyük bir padişahın huzuruna çıkıyorlar, hepsinin ihtiyacını arz edip sözcülük yapsın diye içlerinden birisini başkan yapıyorlar. Bu durumda, başkan konuşurken diğerleri de konuşurlarsa âdaba aykırı olur ve padişah memnun olmaz. Dolayısıyla, bu grubun önder tarafından icra edilecek olan hükmî konuşması, onların hakikî konuşmasından daha iyidir, imam namazda Kur'an okurken kendileri de Kur'an okuyan cemaatin durumu böyledir. Bu, karışıklığa sebep olur, edebe uzaktır, icmaa aykırı olan bölük bölük olmaya yol açar. Hanefi ve Şafiî mezhepleri arasındaki ihtilaflı konuların çoğu böyledir. Dış görünüş ve zahir Şafiî tarafını tercih eder, işin iç yüzü ve hakikati ise Hanefi mezhebini destekler.

26

Page 27: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Bu fakire gösterdiler ki, kelâm ilminin ihtilaflı meselelerinde haklı olan Hanefi tarafıdır. Ebû Hanîfe ”Tekvin”i (Allah'ın yaratma sıfatını) hakikî sıfatlardan sayıyor. Bu sıfat zahiren her ne kadar “Kudret” ve “irade” sıfatlarına bağlı ise de, ince görüş ve firaset nuru ile bakıldığında anlaşılıyor ki “Tekvin” müstakil bir sıfattır. Diğer konular da bu şekildedir. Fıkhî konulardaki ihtilafların çoğunda haklı tarafın Hanefî olduğu kesindir, pek azında tereddüt vardır.

Bu fakire, manevî hallerinin orta döneminde, Hz. Peygamber (as) vakıada (rüyada veya bir kendinden geçme ânında) buyurdu ki: “Sen kelâm ilminde müctehidlerdensin.” O zamandan beri kelâm (inanç) konularının her birinde bu fakirin özel bir görüşü ve hususî bir bilgisi vardır. Matüridiyye ve Eş'ariyye mezheplerinin tartışmalı olduğu konuların çoğunda ilk bakışta Eş'arîlerin haklı olduğu akla geliyor, ancak fıraset nuru ve keskin bir nazar ile derin düşünülünce, Matüridiyye'nin haklı olduğu ortaya çıkıyor. İhtilaflı kelâmî meselelerin hepsinde bu fakîr Matüridiyye âlimlerine muvafık ve onlarla hemfikirdir. Gerçek şu ki, bu büyük zâtlar (Matürîdiler) sünnet-i seniyyeye uymaları sebebiyle büyük bir kıymet sahibidirler. Muhalifleri ise felsefi konulara bulaştıkları için o değeri elde edememişlerdir. Her ne kadar iki grup da hak ve doğru yol üzere iseler de, durum böyledir.

Büyük imam ve kâmil önder Ebû Hanife (ra) hakkında ne yazayım ki? imâm Şafiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel dahil müctehidlerin en bilgilisi ve en takva sahibi idi. imâm Şafiî buyuruyor ki: “Fıkıh âlimlerinin hepsi Ebû Hanife'nin çocuklarıdır.” Nakledilir ki, İmâm Şafiî İmâm-ı Âzam Ebû Hanife'nin kabrini ziyarete giderken kendi içtihadını terk eder, kendi görüşüyle amel etmez ve, “Onların huzurunda, onların görüşüne aykırı olarak kendi içtihadımla amel etmekten utanıyorum” derdi, imamın arkasında Fatiha okumayı terk eder, sabah namazında kunut duası okumazdı. Evet, Ebû Hanife'nin büyük değerini imâm Şafiî bilir. Hâce Muhammed Pârsâ Fusûl-i Sitte isimli eserinde buyurduğu üzere, yarın (kıyamete yakın) İsa (as) yeryüzüne inince Ebû Hanife'nin mezhebi ile amel edecektir. Büyük bir peygamberin onun mezhebiyle amel etmesi, İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğüne delil olarak yeterlidir. Başka yüz fazilet, bu bir fazilete denk tutulamaz. Hocamız Bakî Billah (ks) buyuruyorlardı ki: Ben de birkaç defa imamın arkasında Fatiha okudum. Sonunda bir gece İmâm-ı A'zam'ı rüyamda gördüm. Kendisinin medhine dair yazılmış güzel bir kasideyi okuyordu. Muhtevasından şu anlaşılıyordu: “Benim mezhebimde nice velîler bulunmuştur.” O zamandan sonra imamın arkasında iken Fatiha okumayı bıraktım.

29. Bölüm: İrşad İcazeti

Bazen kâmil bir mürşid, tarikatı öğretmesi için nakıs yani henüz tam olarak olgunlaşmamış bir müridine icazet verir. O nakıs müridin manevî hali kendi mürid grubu arasında tamamlanır. Hâce Nakşbend Hazretleri Mevlâna Yakûb Çerhî'ye kemâl derecesine ulaşmadan önce icazet vermiş ve, “Ey Yakûb! Benden sana ulaşan şeyleri halka ulaştır” demişti. Mevlâna Yakûb Çerhî'nin tekamülü daha sonra Hâce Alaeddin Attar'ın hizmetinde sona ulaştı. Bu sebeple Mevlâna Abdurrahman Câmî, Nefahât isimli eserinde Yakûb Çerhî'yi önce Alaeddin Attar'ın müridlerinden saymış, sonra Hâce Nakşbend'e nisbet etmiştir.

Kâmil bir mürşidin, istidad ve kabiliyeti velilik derecelerinden bir dereceye kadar olan ve o dereceyi elde eden müridine icazet vermesi bu türdendir. O mürid, bir yönden olgundur, bir yönden ise eksik. Kabiliyeti velilik derecelerinden iki ya da üç derece olan müridin durumu da böyledir. O bir yönden kâmildir, bir yönden nakıs. Çünkü sonun sonuna ulaşmadıkça bütün dereceler bir yönden olgunluk, bir diğer yönden eksikliktir. Bununla birlikte kâmil bir şeyh ona, kabiliyetinin yettiği dereceye ulaştıktan sonra tarikatı öğretme icazeti verir.

Demek ki icazet, mutlak bir kemale, tam bir olgunluğa bağlı değildir. Bilmek gerekir ki, manen eksiklik her ne kadar icazete mânî ise de, kâmil ve kemale erdirici bir mürşid

27

Page 28: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

eksik bir müridini kendisine vekil tayin eder ve onun elini kendi eli sayarsa, o eksikliğin başkalarına zararı olmaz.

Bütün işlerin hakikatlerini Allah Teala bilir.

30. Bölüm: Yâd Dâştın Mertebeleri

Yâd dâşt, Allah'ın zât mertebesini sürekli akılda tutma, daima onun huzurunda olma bilincidir. Bu hal bazen (tasavvuf yolunun başında), kalbin kapsayıcı olması sebebiyle, kalp mertebesindeki sâliklerce de hissedilir. Çünkü detay farkı olsa da, insanın bütününde var olan her şey tek başına kalpte de vardır. Bu sebeple, kalp mertebesinde de zât-ı ilâhînin huzurunda bulunma hali daimî olarak mümkün olur. Ancak bu hal, yâd dâştın sureti ve görüntüsüdür, hakikati değildir. “Son halin başlangıca yerleştirilmesi” derken, yâd dâştın bu suretine işaret etmiş olmaları muhtemeldir. Yâd dâştın hakikatinin elde edilmesi ise nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesinden sonradır.

Eğer “Zât mertebesi” derken Allah'ın vücûbî sıfatlarını ihtiva eden “vücûb mertebesi” kastediliyorsa, bu durumda yâd dâştın elde edilmesi bütün imkânî (yaratılmış âleme ait) mertebelerin aşılmasından sonra, bu vücûb mertebesinin sadece görülmesiyle (şuhûd) mümkün olur. Sıfat tecellîlerinde de bu hal gerçekleşir. Çünkü bu durumda ilâhî sıfatları düşünmek zât mertebesinin huzurunda bulunmaya aykırı değildir.

Ancak, “Zât mertebesi” derken isim, sıfat, nisbet ve itibarlardan uzak, sırf “Ahadiyyet” mertebesi kastediliyorsa, bu durumda yâd dâştın elde edilmesi bütün isim, sıfat, nisbet ve itibar mertebelerini aştıktan sonra mümkün olur. Bu fakîr her nerede “yâd dâşt” demişse ikinci manayı kastetmiştir. Gerçi o mertebede “huzur” kelimesini kullanmak uygun değildir, erbabına malumdur. Çünkü o hal, huzur ve gaybetten üstündür. Huzur halinde ilâhî sıfatlardan bir sıfatı düşünmek gerekir. Huzur lafzına uygun olan şey, yâd dâştın ikinci manadaki yorumudur. Bu durumda yâd dâşta nihayet (son) demek, görme (şuhûd) ve huzur itibarıyladır ki bu mertebenin üzerinde görme ve huzur yoktur. Ya hayret, ya cehl (anlayamama) ya da marifet (bilme ve anlama) vardır. Ancak bu marifet, senin marifet dediğin şey değildir. Senin marifet dediğin şey, ilâhî fiil ve sıfatlara ait bilgidir. Bu makam ise, isim ve sıfatların birçok mertebe üzerindedir.

Salât ve selâm, insanların efendisine ve temiz ailesine olsun.

31. Bölüm: On Makamı Aşmadan Yolun Sonuna Ulaşılamaz

Bu yolun tamamlanması ve sonun sonuna ulaşmak meşhur on makamın aşılmasına bağlıdır. Bu makamların ilki tevbe, sonuncusu rızadır. Kemal mertebelerinde, rıza makamından daha üstün bir mertebe düşünülemez. Ahirette Allah'ı görmek de rızadan üstün değildir. Rıza makamının hakikati gerektiği şekilde ahirette ortaya çıkacaktır. Diğer makamların ise ahirette elde edilmesi düşünülemez. Tevbenin orada bir anlamı yoktur. Zühd oraya sığmaz, tevekkül oluşmaz, orada sabrın da yeri yoktur. Evet, şükür orada (ahirette) gerçekleşse de, bu şükür rızanın bölümlerindendir, rızadan ayrı bir şey değildir.

Şöyle bir soru sorulabilir: Kâmil ve başkalarını kemâle eriştiren, bir mürşidin bazen dünyaya rağbet ettiği görülüyor, kendisinden tevekküle aykırı durumlar, sabra aykırı olan -tahammülsüzlük gibi- haller izleniyor. Rızaya (Allah'tan razı olmaya) aykırı olarak bazı olayları çirkin görme durumu bulunuyor. Bunun açıklaması nasıldır?

Cevap olarak derim ki: Bu makamların elde edilmesi kalp ve ruh mertebelerine bağlıdır. Seçkinlerin en seçkinlerine göre bu makamlar nefs-i mutmainnede de hâsıl olur. Ama beden, hiddet ve şiddeti kırılsa bile bu manevî makamlardan uzak ve nasipsizdir.

Birisi Şiblî'ye sordu: “Sen Allah'ı sevdiğini iddia ediyorsun. Senin bu şişmanlığın muhabbete aykırıdır.” Şiblî ona cevaben şu şiiri okudu:

28

Page 29: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Kalbim sevdi, bedenim ise habersizdir

Bedenim sevse idi, şişman kalamazdı

O halde, bu on makama aykırı olan durumlar kâmil bir zâtın bedeninde görülürse, o makamların bu büyük zâtın içinde bulunmasına zarar vermez. Kâmil zâtın haricindeki diğer insanlarda ise, o makamlara aykırı olan durumlar hem bedende hem de ruhta görülür. O kişi zahiri ve bâtınıyla beraber dünyaya rağbet eder. Tevekküle aykırı olan durum o kişinin suretini ve hakikatini kaplar. Hem kalbinde hem de bedeninde tahammülsüzlük, ihtiyaç ve sıkıntı zuhur eder. Ruhu ve bedeniyle rızasızlık ve olayları çirkin görme hali oluşur.

Hak Teala kendi velîlerini halktan gizlemek için bu durumları kubbe yapmıştır. Halkın çoğunu bu büyük zâtların yüksek hallerinden mahrum bırakmıştır. Bu tür durumların velîlerde bırakılmasında anlaşılması zor bir hikmet vardır. O da, imtihan yeri olan bu dünya hayatının gereği olarak hak ve bâtılın, doğru ile yanlışın birbirinden ayrılmamasıdır. Bu tür durumların velîlerde bırakılmasının diğer bir hikmeti de, sureten de olsa, onların manevî ilerlemeleridir. Bu durumlar velîlerden tamamen kaldırılırsa manevî ilerleme (terakki) yolu kapanır ve melekler gibi (bir mertebede) hapsolup kalırlar.

Selâm, doğru yola uyanlara ve Mustafâ'nın (as) yolunu tutanlara.

32. Bölüm: Evliyanın Zahiren Sebeplere Sarılmasının Sırrı

Yâ Rabbi! Bu ne haldir ki, velîlerinin iç âlemini âb-ı hayat ve ölümsüzlük iksiri eyledin, ondan bir damla içen ebedî hayata kavuşur. Velîlerinin dış görünüşünü de öldürücü bir zehir yaptın, oraya bakan ebedî ölümle ölür. Onların içi rahmet, dışı zahmettir. Onların içine, bâtınına bakan kişi onlardandır. Dışına bakan ise kötülerdendir. O velîler, dışarıdan arpa gibi (değeri az) görünürler, hakikatte ise buğdaydırlar. Zahiren halkın avamındandırlar, bâtınen ise meleklerin seçkinlerinden. Görünüşte yerdedirler, manen ise gökyüzünde. Onlarla arkadaş olan isyandan ve kötü yoldan kurtulmuştur. Onlarla dost olan saadete bağlanmıştır. “Onlar Allah'ın cemaatidir. Dikkat edin, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın cemaatidir.” (el-Mücadele, 58/22)

Dua ve selâm, Efendimiz Muhammed'e ve ailesine...

33. Bölüm: Evliyanın Gizli Kalmasının Sebebi

Hak Teala velî kullarını öyle gizlemiş ve örtmüştür ki, o velîlerin zahiri (dışı ve aklı) bile kendi bâtınî (içe ait) hallerinden ve kemalâttan habersizdir. O halde başka insanlar nasıl bilsinler? Velîlerin iç âleminin, nasıl ve niceliği bilinmeyen mertebeyle olan ilişkisi de gizlidir. Onların iç âlemi ve gönül dünyası âlem-i emrden (ruhlar âleminden) olduğu için niceliği bilinmemekten bir nasibi vardır. Tümüyle mahiyeti ve niceliği bilinen zahir (dış), o bâtının hakikatini nasıl anlasın? Hatta bilgisi olmadığı ve irtibat kuramadığı için o manevî halin varlığını bile inkâr edebilir. Ya da manevî halin oluştuğunu bilir ama onun kime bağlı ve kime ait olduğunu bilemez. Çoğu zaman da gerçekte bağlı olduğu kişiyi inkâr eder.

Bütün bu durumlar o manevî halin yüksekliği ve zahirin alçaklığı sebebiyledir. O kişinin bâtını ve gönlü, o manevî hale mağluptur. Görmek ve bilmekten geçmiştir. Neye sahip olduğunu ve kimi bulduğunu nasıl bilsin? Bu sebeple, marifete ve Hakk'ı tanımaya, bilgisizlikten başka bir yol kalmaz. Bu sebeple, Sıddîk-ı Ekber Hz. Ebû Bekr (ra) buyurdu ki: “Anlamaktan âciz kalmak, idraktir.” İdrâkin kendisi öyle özel bir haldir ki, onu idrakten âciz kalmak gerekir. Çünkü anlatıldığı gibi, idrak sahibi haline mağluptur, idrakini bilemez, başkaları da onun halini bilemez.

29

Page 30: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

34. Bölüm: İnanç Konularında Bid'atın Zararı

Sûfî kıyafetinde birisi vardı, inanç konularında bid'at ve hurafeye mübtela idi. Bu fakir onun hakkında tereddüt ediyordu. O sırada (manen) gördüm ki, bütün peygamberler toplanmış ve hepsi bir ağızdan o şahıs hakkında, “Bizden değildir” diyorlardı. O esnada, bu fakirin tereddüt ettiği bir başka şahsı sormak aklına geldi. Onun hakkında, “Bizdendir” buyurdular.

Kötü inançtan ve büyük peygamberlere dil uzatmaktan Allah'a sığınırız.

35. Bölüm: Müteşabih Ayetlerin Tefsiri

Bu fakire bildirdiler ki, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen, Hak Teala'nın kullarına yakınlığı (kurb), beraberliği (maiyyet) ve kuşatması (ihata) Kur'an'ın müteşabihat (anlaşılması zor) grubundandır. Tıpkı (Kur'an'da Allah'a nisbet edilen) “el” ve “yüz” gibi. “Evvel” (ilk), “Âhir” (son), “Zahir” (görünen), “Bâtın” (görünmeyen) ve benzer lafızlar da böyledir. O halde Hak Teala için “yakın” deriz ama yakınlığın manasını bilmeyiz. Aynı şekilde “Evvel” (O ilktir) deriz ama ilkten maksadın ne olduğunu bilmeyiz. Hak Teala, bizim bilgi ve idrak sahamıza giren “yakınlık” ve “ilklik”ten münezzeh ve üstündür. Bizim keşf ve görüşümüze sığan şeyden Hak Teala münezzehtir. Bazı sûfîlerin Allah'ın yakınlığı ve beraberliği konusunda keşf yoluyla anladıkları mana ve Allah Teala'yı o keşfî mana ile yakın ve beraber bilmeleri güzel değildir. Mücessime (Allah'ı cisme benzetenler) mezhebine adım atmaktır.

Bazı âlimlerin, bu lafızların yorumunu yaparken, yakınlıktan maksadın “ilmî yakınlık” (bilmek) olduğunu ifade etmeleri, “el”i kudret ile, “yüz”ü de zât ile tevîl etmeleri gibidir. Tevîli (bu tür lafızları yorumlamayı) caiz görenlere göre bu durum caizdir. Biz ise tevîli caiz görmüyoruz ve onların yorumunu Hak Teala'nın ilmine havale ediyoruz, ilim, Allah Teala'nın kalındadır.

Hidayete tâbi olanlara selâm olsun.

36. Bölüm: Hz. Peygamber'e (as) Uymak

Bu fakîr vitr namazını bazen gecenin evvelinde eda ederdi, bazen de gecenin sonunda. Bir gece gösterdiler ki, vitr namazının ertelenmesi durumunda kişi uyur ve gecenin sonunda kalkıp vitri eda etmeye niyet ederse, sağ tarafındaki melekler bütün gece vitri kılıncaya kadar ona sevap yazarlar. O halde kişi vitri ne kadar geç kılarsa o kadar iyidir.

Bununla birlikte, bu fakirin vitrin önce ya da sonra kılınmasında insanların efendisi Hz. Peygamber'e (as) uymaktan başka bir düşüncesi yoktur ve hiçbir fazileti ona uymaya denk görmez. Hz. Peygamber vitr namazını bazen gecenin evvelinde bazen de sonunda kılardı. Bu fakîr, mutluluk ve saadetini, işlerinde o öndere (as) benzemekte biliyor, isterse bu benzeme şeklen olsun, insanlar bazı sünnetleri icra ederken (Peygamberin sünnetine tâbi olmanın yanısıra) geceyi ihya etmek ve benzeri niyetleri de ekliyorlar. Onların dar görüşlülüğü ne kadar ilginçtir. Bin defa geceyi ihya etmeyi, Peygambere uymanın yarım arpası ile değişmeyiz.

Ramazan ayının son on gününde itikafa oturduk. Dostları toplayıp dedik ki: Peygamber Efendimize uymaktan başka bir şeye niyet etmeyin. Bizim inziva ve halktan ayrılmamızdan ne çıkar. Peygambere bir kere tâbi olmak uğruna yüz dünyevî bağlantıya razı oluruz. Ama ona uyma ve tâbi olma vesilesi olmadan, bin tane inziva ve halktan uzaklaşmayı kabul etmeyiz. Şiir:

Sevgilinin sarayında olan kişi

Bağ, bahçe ve lâlezâra bakmaz

30

Page 31: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Cenab-ı Hak, bizi ona (as) tam olarak tâbi olmakla rızıklandırsın.

37. Bölüm: Zâti ve Sıfatî Muhabbet Arasındaki Fark

Bir ara dervişlerden bir grup ile oturmuştum. Bu fakir, Peygamber Efendimize (as) olan muhabbetinden dolayı şöyle dedi: “Efendimizin sevgisi beni öyle kapladı ki, Cenab-ı Hakk'ı Muhammed'in Rabbi olduğu için seviyorum.” O mecliste bulunanlar bu söze şaşırdılar ama itiraz edemediler. Bu söz, Rabiatu’l-Adeviyye'nin sözünün tersidir. O şöyle demişti: “Efendimize (as) rüyada şöyle dedim: Hak Teala'nın sevgisi beni öyle kuşattı ki, sizin sevginize yer kalmadı.”

Bu sözlerin ikisi de sekr yani muhabbet sarhoşluğundan söylenmişse de, bizim sözümüz daha asildir. Rabia sekrin içinde iken bu sözü söylemiştir. Ben ise sahvın (ayıklığın) başlangıcında söyledim. Onun sözü sıfatlar mertebesindedir, benim sözüm ise zât mertebesinden döndükten sonradır. Çünkü zât mertebesinde bu tür muhabbet yer almaz. Bütün nisbetler ve haller o mertebeden aşağıdadır. Orası tümüyle hayrettir (şaşırmadır) ya da cehldir (bilgisizlik ve idrak edememedir). Belki zevk ile o mertebede muhabbeti yok sayar, hiçbir şekilde kendisini Onu sevmeye lâyık göremez. Sevme ve tanıma sadece sıfatlarda olur. Zâtî muhabbet (Allah'ın zâtını sevmek) dedikleri şeyde zât, zât-ı ahadiyyet (sırf zât) değildir, belki bazı itibarlarla (sıfatlarla) birlikte zâttır. O halde Rabia'nın muhabbeti sıfatlar mertebesindedir (zâti değil sıfatî muhabbettir).

Doğruyu ilham eden Allah Teala'dır. Salât ve selâm insanların efendisine ve temiz ailesine...

38. Bölüm: Bâtın İlminin Fazileti ve Şeyhin Adabına Riayet

Bir âlimin değer ve fazileti, ilim sahibi olduğu konunun değeri nisbetindedir. İlim adamının konusu ne kadar üstün ise onun bilgisi de o kadar üstündür. O halde sûfîlerin ayrıcalıklarından olan bâtın (maneviyat) ilmi, zahir âlimlerinin nasibi olan zahirî ilimlerden daha üstündür. Zahirî ilimler de hacamatçılık (kan alma) ve dokumacılıktan daha üstündür. Bu sebeple insanlar, bâtın ilmini aldıkları şeyhe, zahir ilimlerini aldıkları hocalarından daha çok hürmet ederler. Aynı şekilde, zahir ilimlerini aldıkları hocalarıyla olan adaba, kan alma ve dokuma ustasıyla olan adaptan daha çok riayet ederler. Bu farklılık zahirî ilimlerin kendi içinde de geçerlidir. Kelâm ve fıkıh hocası, sarf ve nahv (dil grameri) hocasından daha öndedir. Sarf ve nahv hocası, felsefî ilimler hocasından daha üstündür. Felsefe ilimleri muteber ilimlerden değildir. Konularının çoğu faydasız ve neticesizdir. Konularının az bir kısmını da, ki bunları Islâmî kitaplardan almışlardır, değiştirmişlerdir. Cehl-i mürekkeb içindedirler yani bilmezler, bilmediklerinin de farkında değildirler. Çünkü bu konularda akim yeri ve gücü yoktur. Nübüvvet (peygamberlik) tavrı, felsefî akıl tavrının ötesindedir.

Bilmek gerekir ki, şeyhin hakkı, diğer hak sahiplerinin üzerindedir. Hatta şeyhin hakkı diğerlerinin hakkıyla kıyaslanamaz. Hak Teala'nın nimetleri ve Rasûlünün ihsanlarından sonra, herkesin gerçek şeyhi ve rehberi Rasûlullah'tır (as). Maddî (tabiî) doğum her ne kadar anne babadan ise de, manevî doğum şeyhtendir. Maddî doğum için hayat birkaç gündür, manevî doğumda ise ebedî hayat vardır. Müridin manevî kirleri için şeyh, kalbi ve ruhu ile çöpçülük ve süpürücülük yapar, onun midesini temizler. Şeyh bazı müridlere manen nazar ve teveccüh ettiğinde hissedilmektedir ki, onların batinî (kalbî) kirlerini temizlerken teveccüh eden şeyhe de biraz kir gelir ve bir süre bulanık kalır. Müridlerin kendisi vasıtasıyla Hak Teala'ya ulaştıkları zât, şeyhtir. Bu ulaşma ve vuslat, dünyevî ve uhrevî bütün mutlulukların üzerindedir. Bizzat kirli olan nefs-i emmare, şeyh vasıtası ile arınır ve temizlenir. Kötülüğü emredici halden kurtulup itminan ve huzura kavuşur. Karakterindeki küfürden hakiki İslâm'a erişir. Mısra:

“Bunun açıklamasını yaparsam sonu gelmez”

31

Page 32: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Öyleyse, mürid kendi mutluluk ve saadetini şeyhi kabul ve tasdik etmekte, bahtsızlığını da şeyhi reddetmekte bilmelidir. Bundan Allah'a sığınırız. Cenab-ı Hakk'ın rızasını, şeyhin rıza perdesinin ardına koymuşlardır. Mürid şeyhin rızasında kendini kaybetmedikçe Hak Teala'nın rızasına ulaşamaz. Müridin âfeti, şeyhin incinmesindedir. Bunun dışındaki bütün hataları telâfi etmek mümkündür. Ama şeyhi incitmek telâfi edilemez. Mürid için şeyhi incitmek esas bahtsızlıktır. Bundan Allah'a sığınırız. Islâmî inançlarda kusur ve dînî hükümleri yerine getirmede eksiklik, bunun (şeyhi incitmenin) neticelerindendir. Bâtınla ilgili olan haller ve vecdler hakkında ne söyleyeyim?! Şeyhi incitmekle beraber manevî hallerden bir iz ve eser kalmışsa, bunu istidrac (hîle ve aldatmaca) saymak gerekir. Çünkü sonuçta müridi harap ve perişanlığa çekecek, zarardan başka netice vermeyecektir.

Hidayete tâbi olanlara selâm olsun.

39. Bölüm: Altı Latifenin Mertebeleri ve Yükselişi

Kalp, âlem-i emrden yani ruhlar âlemindendir. Ona âlem-i halk (evren ve insan) ile bağlantı ve sevgi vermişler, âlem-i halka indirmişler, göğsün sol tarafındaki et parçası (yürek) ile özel bir irtibat bahsetmişlerdir. Tıpkı padişahın bir hizmetçi kıza âşık olması ve bu sebeple hizmetçi kızın evine inmesi gibi. Kalpten daha ince ve daha hassas olan “ruh” sağ taraf ehlindendir (göğsün sağındadır). Ruhun üstünde olan üç latife (sır, hafi ve ahfâ) ise, “işlerin en hayırlısı ortasıdır” şerefiyle müşerreftirler (göğsün ortasındadırlar). Daha latif ve daha hassas olan (ahfâ), ortaya daha lâyıktır. Sır ve hafi ise ahfânın iki tarafındadır; biri sağda, diğeri soldadır. “Nefs” hislere (duyulara) komşudur ve beyin ile irtibatlıdır.

Kalbin terakkisi yani manevî yükselişi, ruh makamına ve daha üstteki makamlara ulaşmasına bağlıdır. Ruhun ve onun üstündeki latifelerin manevî yükselişi de aynı şekilde onların üst makamlara ulaşmasına bağlıdır. Ancak bu ulaşma önce hal şeklinde (gelip geçici) olur, sonunda ise makam şeklindedir (yerleşip kalır). “Nefs”in manevî yükselişi başlangıçta hal yoluyla, sonda makam yoluyla “kalp” makamına ulaşarak olur. İşin sonunda bu altı latife “ahfâ” makamına ulaşırlar ve hepsi birlikte âlem-i kudse doğru uçmaya başlarlar. Bedeni boş ve yalnız bırakırlar. Ancak bu uçuş da başlangıçta hal yoluyla, sonunda makam yoluyladır, işte o zaman fena (yokluk) elde edilir, “ölmeden evvel ölmek” dedikleri şey, altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır. Bunların ayrılmasından sonra, bedende his ve hareketin kalmasının hikmeti başka yerlerde anlatılmıştır. Oradan arayıp okumak gerekir. Bu kâğıt, detaylı anlatmaya elverişli değildir, işaret ve rumuzla anlatmakla yetiniyoruz.

Bütün latifelerin bir makamda birleşmeleri ve oradan uçmaları şart değildir. Bazen kalp ve ruh, ikisi beraber bu işi yaparlar. Bazen üçü, bazen de dördü. Daha önce anlattığımız durum (altı latifenin bir makamda birleşerek uçması) en üstün ve en kâmil olanıdır ve velâyet-i Muhammedi'ye (Muhammedi meşreb velîlere) mahsustur. Onun dışındakiler veliliğin kısımlarından bir kısımdır. Altı latife bedenden ayrılıp kuds makamına ulaştıktan ve o âlemin rengine boyandıktan sonra, eğer tekrar bedene dönerler ve sevgi irtibatı dışında bir irtibat kurarlarsa beden hükmünü alırlar. (Letaif ile beden arasındaki) bu birleşmeden sonra fenanın bir türü hâsıl olur ve ölü hükmünü alırlar. Bu esnada özel bir tecellîye kavuşurlar. Tekrar hayat bulup canlanırlar, bekâ Billaha (Allah ile var olmaya) kavuşurlar. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanırlar.

Bu esnada, eğer onlara hil'at (manevî cübbe, makam ve vazife) bahşedip tekrar âleme gönderirlerse, iş dünüvden (Hakk'a yaklaşmadan) tedellîye (dünyaya inmeye) dönüşür. Burada, halkı irşad etmenin başlangıcı oluşacaktır. Eğer âleme tekrar döndürmezlerse ve Hakk'a yaklaştıktan sonra dünyaya inme hâsıl olmazsa, bunlar uzlet velîlerinden olurlar. Müridlerin terbiyesi ve nakıs insanların irşadı bunların eliyle olmaz.

32

Page 33: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Rumuz ve işaret ile yolun başlangıç ve sonu hakkında anlatılabilecek olan budur. Bu mertebeleri aşmadan önce bunu anlamak imkânsızdır.

Selâm, doğru yola tâbi olanlara, Mustafâ'nın (as) yolunu tutanlara ve ailesine...

40. Bölüm: Allah'ın Kelâmı ve Zaman Hakkında Özel Bilgi

Cenab-ı Hak ezelden ebede kadar tek kelâm ile konuşandır. O kelâm bölünmez ve parçalanmaz. Sükût ve konuşmama durumu, Hak Teala hakkında imkânsızdır. Hak Teala üzerine zaman geçmeyeceğine göre, madem ki ezelden ebede kadar olan süre tek bir ândır, o bir ânda tek ve kapsamlı bir söz (konuşma) meydana gelmiştir. Ve o söz, bağlı bulunduğu şeylerin sayısınca sözün birçok kısımlarının kaynağı olmuştur. Meselâ, ilâhî söz emredilen bir şeyle ilgili ise ondan Allah'ın emri (farz) doğar, eğer yasaklanan bir şeyle ilgili ise yasak (haram) adını alır, eğer bir durumu bildiriyorsa bildirme (haber) fiili oluşur. Söylemek istediğimiz şudur: (Allah'ın kelâmında, meselâ Kur'an'da) geçmiş ve gelecek zaman ile ilgili fiil kalıpları bazı insanlar için problem olmuştur. Delâlet edenin (sözdeki fiilin) önce veya sonra olmasından yola çıkarak delâlet edilenin (işaret edilen işin) önce veya sonra oluşuna hükmediyorlar. Oysa burada problem yoktur. Çünkü geçmiş ve gelecek zaman, bir zamanın (devir) özel sıfatlarındandır ve o bir ânın genişlemesiyle oluşmuşlardır. Delâlet edilen mertebesinde ise, o bir ân kendi hali üzere olup orada hiçbir genişleme vuku bulmamıştır, geçmiş ve gelecek zamana yer yoktur.

Mantık ehli demiştir ki: Bir tek mahiyyetin, vücud-ı haricî (gerçek varlık) olmak hasebiyle kendine has gerekleri vardır, vücud-ı zihnî (hayalî varlık) olmak hasebiyle de ayrı sıfatları vardır: Madem ki bir tek şeyde varlık ve hüviyetin farklılığına göre sıfatlar ve gereklerin farklı olması caizdir, o halde gerçekte birbirinden ayrı olan delâlet edici ve delâlet edilen şeyde bu farklılığın olması öncelikle caizdir. “Ezelden ebede kadar geçen tüm süre, bir tek ândır” demek, anlatım zorluğundan ve ibare darlığındandır. Yoksa oraya ân da sığmaz. Ân da zaman gibi oraya ağır gelir.

Bilmek gerekir ki, Allah'a yaklaşma makamlarında, imkân dairesinden (yaratılmış âlemden) dışarıya adım atan kul, ezel ve ebedi (zamanın evvelini ve âhirini) birleşik ve tek olarak görür. Peygamber Efendimiz (as) mîrâc gecesinde yükseliş makamlarında Yûnus (as)'u balığın karnında bulmuş, Nûh tufanının oluşunu görmüş, cennetlik insanları cennette, cehennem halkını da cehennemde müşahede etmiştir. Yine Hz. Peygamber sahabenin zenginlerinden olan Abdurrahman b. Avf'ın, diğer insanların cennete girişinden dünya hesabıyla beş yüz sene, ahiret hesabıyla yarım gün sonra cennete girdiğini görmüş, bu gecikmenin sebebini sormuş, o da kendi engellerini ve sıkıntılarını anlatmıştır. (Geçmiş ve gelecekle ilgili) bütün bu olaylar bir ân gibi görünmüştür. Orada geçmiş ve gelecek zamana yer yoktur.

Bu fakîr de bazı zamanlar Hz. Peygamber'in (as) sadakası ile bu halleri yaşamış, meleklerin Hz. Âdem'e secde ettiğini ve henüz başlarını secdeden kaldırmamış olduklarını, illiyyîn meleklerinin bu secde ile emr olunmadıkları için secde edenlerden ayrı durduklarını ve gördükleri manzara karşısında istiğrak ve kendilerinden geçmiş vaziyette olduklarını görmüştür. Ahirette vâdedilen halleri kendisine göstermişlerdir. Bu olay ve müşahede üzerinden uzun zaman geçtiği için ahiret hallerini detaylı olarak anlatmıyorum. Çünkü kendi hafızama güvenmem. Fakat bilmek gerekir ki, bu haller ve görüntüleri Peygamber Efendimiz beden ve ruhu ile yaşamış, hem beden hem de ruh gözü ile görmüştür. Ona vâris olan diğer insanlar ise tâbi olma hali el verirse bu halleri sadece ruh ve kalp gözleriyle görürler.

Şiir:

Kafilede onun bulunduğunu bilirim, ama ulaşamam

Kervandaki develerin çıngırak sesi uzaktan ulaşsa, bana o da yeter

33

Page 34: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Peygamberimize ve ailesine en güzel dua ve selâmlar.

41. Bölüm: Tekvin (Yaratma) Hakikî Sıfatlardandır

Tekvin (yaratma), Cenab-ı Hakk'ın hakiki sıfatlarındandır. Eş'arîler Tekvini izafî sıfatlardan sayarlar, Kudret ve İrade sıfatlarını âlemin yaratılması için yeterli görürler. Ama doğrusu, Tekvin'in Kudret ve Irade'nin ötesinde, müstakil ve hakiki bir sıfat olmasıdır. Bunun izahı şudur: Kudret, bir işi yapmaya veya yapmamaya gücün yetmesidir. İrade, Kudret'in iki tarafından birini tercih etmek, bir şeyi yapmayı veya yapmamayı dilemektir. O halde Kudret'in rütbesi İrade'nin rütbesinden yüksektir. Bizim hakiki sıfatlardan saydığımız Tekvin'in (yaratma) rütbesi ise Kudret ve İrade'nin rütbesinden sonradır (aşağıdadır). Bu sıfatın işi, irade ile tercih edilen tarafın yaratılmasıdır. O halde, Kudret fiili ve işi gerçekleştiren (kuvvet), irade onu tercih eden, Tekvin de yaratıp var edendir. Öyleyse Tekvinden uzak kalmak mümkün değildir.

Bunun benzeri, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kullara nisbet ettikleri “fiil ile birlikte olan istitaat”tir (işe yetenek ve güç yetirebilmedir).

Şüphe yok ki bu istitaat, kudretten sonradır. Belki İrade'nin bir işe irtibatından ve onu dilemesinden de sonradır. O işin oluşması, bu istitaate bağlıdır. Hatta bu istitaat, fiili (iş yapmayı) gerekli kılmaktadır, orada işi yapmama durumu yok olmuştur. Allah'ın Tekvin sıfatının durumu da böyledir. Bu sıfatla yaratmak, gereklilik yoluyladır, ama bu gereklilik Allah Teala'ya zarar vermez. Çünkü Tekvin'in oluşması, işi yapma veya yapmama konusundaki Kudret'ten ve İrade'nin tercihinden sonradır.

Filozoflar ise buna aykırı görüştedirler. Onlar “Allah dilerse yapar, yaratır” şeklindeki birinci şartın gerekli olduğunu, “dilemezse yapmaz” şeklindeki ikinci şartın ise imkânsız olduğunu düşünmüşler ve Allah'ın irade (dileme) sıfatını yok saymışlardır. Bu, açıkça Allah'ı bir iş yapmaya mecbur tutmaktır. Allah Teala bundan münezzehtir. İrade'nin bir şeye bağlanıp onu dilemesinden ve güç yeten iki durumdan (yapma ve yapmama) birinin tercih edilmesinden sonra oluşan zorunluluk, ihtiyarı (tercihi) gerektirir, ihtiyarı yok etmez, aksine destekler. Fütuhat sahibinin (Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin) keşfi de filozofların görüşüne uygundur. Kudret'te birinci şartı (Allah dilerse yapar) vacip ve gerekli sayıyor, ikinci şartı ise imkânsız. Bu söz Allah'ı mecbur saymaktır, bu durumda Allah'ın irade sıfatı boşta kalır. Çünkü birbirine eşit iki şeyden (yapma ve yapmama) birini tercih etmek burada yok olmuştur. Eğer (Kudret’i değil de) Tekvini bu manada kabul ederlerse bu mümkündür. Çünkü bu, zorunluluktan ve Allah'ı mecbur saymaktan uzaktır. Bu ince bir farktır, bunu daha önce çok az kimse anlatmıştır. Matüridiyye âlimleri her ne kadar Tekvin sıfatını hakiki sıfat olarak kabul etmişlerse de, bu keskin görüş ve derin düşünceye vâkıf olamamışlardır. Hz. Peygamber'in (as) sünnet-i seniyyesine tâbi olmaları, onları diğer kelâm âlimleri arasında mümtaz ve seçkin bir konuma getirmiştir. Bu fakîr, o büyüklerden nasip alan, onların çiçeklerinden toplayanlardandır. Allah Teala bizi Peygamberlerin Efendisinin (as) hürmetine, onların doğru itikatları üzere sabit eylesin.

42. Bölüm: Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf

Hak Teala'yı ahirette görmek müminler için haktır ve gerçektir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat'ten başka İslâmî fırkalar ve filozoflardan hiçbiri buna cevaz vermemişlerdir. Onların inkârının sebebi, gaibin şahide kıyas edilmesidir (Allah'ı dünyada göremediğimize göre ahirette de göremeyiz, derler). Bu ise yanlış bir hükümdür. Görülecek olan (Allah) madem ki nasıl ve niceliği bilinemeyendir, o halde Onu görme işinin de nasıl olacağı bilinmemektedir. Buna inanmak ama nasıl olacağıyla uğraşmamak gerekir. Bu sırrı bugün evliyanın seçkinlerine göstermişlerdir. Bu her ne kadar görmek değilse def görmemek de değildir. “Sanki sen O'nu görüyormuşsun gibi” olur. Yarın kıyamette bütün müminler baş gözleriyle Cenab-ı Hakk'ı görecekler ama hiç anlayamayacaklardır. “O'nu gözler idrak

34

Page 35: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

edemez.” (el-Enâm, 6/103) Bu müşahededen iki şey elde edeceklerdir: 1. Gördüklerine dair kesin bilgi, 2. Allah Teala'yı görmekle oluşan lezzet.

Bu iki şeyin haricinde, görmenin gerektirdiği haller vuku bulmaz.

Bu mesele, kelâm ilminin en zor ve kapalı meselelerindendir. Akıl bunu anlamak ve anlatmaktan âcizdir. Peygamberlere tâbi olan âlimler ve sûfîler nübüvvet nurlarından alınmış olan fıraset nuru ile bunu anlamışlardır. Aklın anlamaktan âciz ve hayret içinde kaldığı kelâm ilminin diğer meseleleri de böyledir.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin sadece firaset nuru vardır. Sûfîlerin hem fıraset nuru, hem de keşf ve müşahedesi vardır. Keşf ile fıraset arasındaki fark, hadsiyyât (güçlü tahmin ile bilinen şeyler) ile hissiyyât arasındaki fark gibidir. Firaset, nazarî (teorik) konuları hadsiyyât (güçlü tahmin ile bilinen şeyler) yapar; keşf ise onları hissiyyât (hissedilen, algılanan şeyler) yapar. Ehl-i Sünnet'in söylediği, muhaliflerinin de akılla reddettiği meselelerin hepsi bu türdendir. Ehl-i Sünnet âlimleri o konuları fıraset nuru ile bilmiş, sahih keşf ile görmüşlerdir. Onlar eğer bu konularda açıklama yapmışlarsa, gayeleri anlatmak ve uyarmaktır, yoksa teorik delillerle ispat etmek değildir. Çünkü bu meselelerin ispat ve anlatımında aklın görüşü kördür. Bu meselelerde kendilerini delil getirme makamında gören ve muhaliflere karşı delillerle ispat etmek isteyen âlimlere şaşılır. Bu mümkün olmaz, sona da ulaşamaz.

Muhalifler düşünürler ki, bunların meseleleri de delilleri gibi zayıf ve eksiktir. Meselâ Ehl-i Sünnet âlimleri, istitaatin (bir işe güç yetirmenin, yeteneğin) fiille birlikte olduğunu ispat etmişlerdir. Bu mesele fıraset nuru ve sahih keşf ile bilinen doğru meselelerdendir. Ama onu ispat için getirdikleri deliller zayıf ve eksiktir. Bu meselenin ispatı için öne sürülen delillerin en kuvvetlisi, arazların (sıfatların) iki ayrı zamanda yani iki zaman birimi içinde bakî kalamayacağı meselesidir. Eğer iki araz bakî kalırsa, arazın araz ile kâim olması gerekir ki bu imkânsızdır.8 Muhalifler bu delilin zayıf olduğunu görünce, Ehl-i Sünnet'in bu mesele hakkındaki görüşünün de delil gibi eksik olduğunu düşündüler. Bilemediler ki, onların bu ve buna benzer meselelerde ölçüleri nübüvvet nurlarından alınmış olan firaset nurudur. Ancak bu bizim kusurumuzdur. Hadsî ve bedihî (apaçık) bilinen şeyi muhaliflerin nazarında sanki nazarî ve aklî delil yoluyla bilmiş gibi yapıyoruz ve zorlanarak onu ispata çalışıyoruz. Bu konuda söylenecek olan şudur ki, bizim hadsî ve bedihî olarak bilmemiz, muhalifler için delil değildir. Varsın olmasın. Bizim üzerimize bildirme ve tebliğden başka bir vazife yüklememişlerdir. islâm'ın güzelliğine sahip olanlar bunu ister istemez kabul edeceklerdir. Nasipsiz olan kişinin ise inkârdan başka bir nasibi olmayacaktır.

Ehl-i Sünnet âlimleri arasında Şeyh Ebû Mansûr Mâtürîdî ashabının yolu ne güzeldir. Maksatlar ile yetinmişler, felsefî sorgulardan yüz çevirmişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat âlimleri arasında felsefî düşünme ve aklî delil getirme metodu Şeyh Ebu'l-Hasan Eş'arî'den doğmuştur. O, Ehl-i Sünnet'in inanç esaslarını felsefî delillerle tamamlamak istemiştir. Ancak bu iş zordur, din büyüklerine dil uzatma konusunda muhalifleri cesaretlendirmek ve selefin yolunu terk etmektir. Cenab-ı Hak bizi nübüvvet nurlarından alınmış olan Ehl-i Hakk'ın görüşlerine tâbi olmada sabit ve daim eylesin.

43. Bölüm: Yakînin Mertebeleri

“Ve Rabbinin nimetini anlat” (ed-Duhâ, 93/11) ayet-i kerimesinin hükmünce, şu büyük nimet anlatılacaktır: Bu fakirin, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in inanç esaslarına uygun olarak kelâmî konulardaki kesin inanç ve bilgisi öylesine oluşmuştur ki, bu kesin inanç ve bilgi yanında apaçık bilinen diğer şeyler zan ve vehim ile bilinenler gibi kalır. Meselâ, kelâm

8 İstitaat arazdır, istitaat fiilden önce bulunsaydı, fiil ânında yok olurdu ve dolayısıyla fiil onunla değil, fiil ânında ortaya çıkan yeni bir istitaat ile ya da istitaatsiz olarak gerçekleşirdi. Bu da imkânsızdır. Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “İstitaat”, Diyanet islâm Ansiklopedisi, istanbul 2001, XXIII, 399-400.

35

Page 36: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

meseleleri hakkında oluşan kesin bilgimi Güneş'in varlığına olan kesin bilgim ile kıyaslarsam, kelâmî konulardaki bilgiye nisbetle Güneş'in varlığına dair olan bilgime “yakîn” yani kesin bilgi demek yazık olur. Akılla hükmedenler bu durumu ister kabul etsinler, ister etmesinler. Herhalde bunu kabul etmezler. Çünkü bu konu, aklın düşünce sahasının ötesindedir. Sadece zahire (dışa) bakan aklın bu mertebede inkârdan başka nasibi yoktur.

İşin gerçeği şudur: Kesin bilgi, kalbin işidir. Meselâ kalbin Güneş'in varlığına olan kesin bilgisi (göz gibi) casus hükmündeki hisler ve duyular vasıtası ile olur. Kalbin kelâm meselelerinden biri hakkındaki kesin bilgisi ise bir şeyin aracılığı olmaksızın gerçekleşir. Hak Teala tarafından ilham yoluyla vasıtasız olarak verilmiştir. O halde, kalbin duyular vasıtası ile Güneş'in varlığına inanması ilme'l-yakîn türündendir. Kalbin ilham ile bilmesi ise ayne'l-yakîn yerindedir. Aralarında büyük fark vardır. Mısra:

“Duyulan şey, görülen gibi nasıl olabilir?”

44. Bölüm: İradenin Fânî Olması

Eğer Hakk'ı arayan talibin gönül sahası Allah'ın lûtfu ile bütün arzu ve dileklerden arınır ve orada Hak Teala'dan başka istek kalmazsa, o esnada yaratılmasının gayesi ortaya çıkar, kulluğun hakikati yerine gelir. Bundan sonra o kişiyi eksik insanları terbiye için geri (dünyaya) döndürmek isterlerse, Allah katından ona bir irade ve ihtiyar hediye edilir. Böylece o kişi izin verilmiş bir kul gibi, sözlü ve fiilî işlerinde tercih sahibi ve izinli olur. Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma makamı olan bu mertebede, irade sahibi kişi ne isterse diğer insanlar için isteyecek, diğer insanların iyiliğini ve menfaatini düşünecektir, kendi menfaatini değil. Nitekim Allah Teala'nın iradesinin durumu da böyledir. “En yüksek örnekler (sıfatlar) Allah'a aittir.” (en-Nahl, 16/60) Bu irade sahibi kişinin her ne isterse meydana gelmesi de gerekmez, hatta caiz değildir. Çünkü bu şirktir ve kulluk bunu kaldırmaz. Cenab-ı Hak Habîbi'ne (as) şöyle buyurur: “Sen istediğin (irade ettiğin) kişiyi hidayete ulaştıramazsın, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.” (el-Kasas, 28/56) Madem ki insanların efendisinin (as) irade ve dilemesi durduruluyor, o halde diğer insanların ne gücü olabilir?

Aynı şekilde, bu irade sahibi kişinin bütün isteklerinin Hakk'ın rızasına uygun olması da lâzım değildir. Böyle olsaydı Peygamber Efendimizin (as) bazı iş ve sözleri hakkında Cenab-ı Hak'tan itiraz gelmezdi. Ancak ayetlerde (itiraz gelmiş ve) şöyle buyrulmuştur: “Bir peygamber için uygun değildir ki ...” (Âl-i İmran, 3/161; el-Enfal, 8/67; et-Tevbe, 9/113) Ve yine Peygamber için afv kelimesini kullanmak uygun olmazdı, (oysa Peygamber için affin bir anlamı vardır) nitekim Allah Teala, “Allah seni affetti” (et-Tevbe, 9/43) buyurmuştur ve afv kusurlar için düşünülebilir. O halde, Hak Teala'nın dilediği her şey O'nun razı olduğu şeyler değildir, küfür (Allah'ı inkâr) ve günah işlemek gibi.

45. Bölüm: Kur'an-ı Kerim'in Hidayeti ve Hayalî İlahlardan Kaçınmak

Bu işte benim imamım ve rehberim Allah'ın kelâmıdır, pirim Kur'an-ı Kerim'dir. Eğer Kur'an'ın hidayeti ve yol göstermesi olmasaydı gerçek mabuda ibadet yolu açılmazdı. Bu yolda her latif (ince, ruhanî) ve daha latif olan şey “Ben Allah'ım” diye nida eder ve tasavvuf yolunun yolcusunu, kendisine ibadet tuzağına düşürürdü. O latif şeyin nasıl ve niceliği bilinmekle birlikte, kendisini mahiyeti bilinmez gibi gösterirdi. Maddî şeylere benzese bile kendisini bunlardan münezzeh gibi takdim ederdi. Burada imkân ile vücûb, yaratılmış ile yaratılmamış olanın ayırt edilmesi zordur. Bâtıl hak gibi, dalâlet hidayet gibi görünür. Tasavvuf yolcusu, kör bir yolcu gibi bunların her birine “Rabbim budur” (el-En'am, 6/76) diyerek yönelir. Hak Teala kendisini “Göklerin ve yerin yaratıcısı” diye övüyor. Kendisinin “Doğunun ve Batı'nın Rabbi” olduğunu ifade ediyor. Manevî yükseliş esnasında tasavvuf yolcuları (sâlikler) Allah'a ait bu özellik ve sıfatları hayalî ilahlara atfedip onlarda bu sıfatları arayınca, hayalî ilahlar bundan kaçarlar ve yok olmaya yüz tutarlar. Sâlikler de şüphesiz “Batanları (yok olanları) sevmem” (el-En'am, 6/76) diyerek

36

Page 37: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

hepsinden yüz çevirirler ve yöneliş kıblelerini Cenab-ı Hakk'ın zâtından başkasına döndürmezler.

“Bizi buna hidayet eden Allah'a hamd olsun. Allah bizi doğru yola ulaştırmasaydı biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir.” (el-A'raf, 7/43)

46. Bölüm: Şeyhe Muhabbet

Biz şeyhimizin (Bakî Billah'ın) sohbet ve hizmetinde dört kişi idik ve insanların nazarında diğer müridlerden daha seçkindik. Her birimizin şeyhimize karşı özel bir muhabbeti ve ayrı bir irtibatı vardı. Bu fakîr kesin olarak inanıyordu ki, Peygamber Efendimizin zamanından sonra böyle bir sohbet ve beraberlik yaşanmamıştır. Yine bu fakîr, Peygamber Efendimizin sohbetine yetişemediyse de, şeyhimizin bu sohbetinden mahrum kalmadığı için şükrediyordu. Şeyhimiz o diğer üç arkadaşın halini şöyle anlatırdı: Falan kişi bizi halkı kemale ulaştırmaya lâyık görür ama irşada lâyık görmez. Ona göre irşad, tekmilden (kemale erdirme) üstündür. Falan kişinin bizimle bir işi yoktur. Üçüncü kişi hakkında ise, “O bizi inkâr ediyor” derdi. Her birimize, şeyhimize olan muhabbet ve inanç nisbetinde nasip ulaştı.

Bilmek gerekir ki, müridin şeyhinin üstünlüğü ve kemaline olan inancı, muhabbetin ve bağlılığın neticesidir. Bu da fayda verme ve faydalanmaya sebeptir. Ancak şeyhini, (peygamberler ve sahabe gibi) üstünlükleri şeriatta bildirilen kişilerden daha yüce görmemelidir. Çünkü bu durum muhabbette aşırıya gitmektir. Bu da kötü bir şeydir. Şia, Ehl-i Beyt'e yani peygamber nesline olan aşın sevgisi yüzünden harap olmuştur. Hıristiyanlar Hz. isa'ya (as) olan aşırı sevgileri sebebiyle ona “Allah'ın oğlu” demişler ve sonsuz bir hüsranda kalmışlardır. Ancak mürid, şeyhini diğer insanlardan üstün tutarsa bu caizdir, hatta tarikatta gereklidir. Şeyhini üstün görmek, müridin kendi tercih ve ihtiyarı ile değildir. Mürid, istidad ve kabiliyet sahibi ise, bu sevgi ve üstünlük inancı onda kendiliğinden oluşur. Bu vesileyle de şeyhinin kemalât ve yüksek hallerini kazanır. Şeyhi üstün bilme durumu müridin kendi irade ve tercihi ile ya da zorlamayla oluşursa bu caiz değildir, bir netice ve fayda da vermez.

47. Bölüm: Kelime-i Tevhid Zikri

“Lâ ilahe illallah” kelime-i tevhidi ile nefy u ispat yapmanın en üstün mertebesi şudur: Sâlik, görülen, bilinen ve müşahede alanına giren her ne varsa, hepsini “Lâ” (yoktur) kelimesinin altına dahil etmeli, gönlünden çıkarmalı, isbat tarafında ise kalbin muvafakati ile oluşan “illallah” (sadece Allah vardır) ifadesinden gayrı şeylerle ilgilenmemelidir. Şiir:

Anka kuşunu kimse avlayamaz, tuzağı topla

Burada tuzağın eline havadan başka bir şey geçmez

Selâm, hidayete uyanlara, Mustafâ'nın (as) yolunu tutanlara ve ailesine...

48. Bölüm: Kur'an'ın, Kabe'nin ve Hz. Muhammed'in Hakikatleri

Kur'an'ın ve Kabe'nin hakikatleri, Hz. Muhammed'in (as) hakikatinden (Hakikat-ı Muhammedi'den) üstündür. Bu sebeple Kur'an'ın hakikati, Muhammed'in hakikatine imam olmuştur. Kabe'nin hakikati de Kur'an'ın hakikatinden üstündür. Orası (Kabe'nin hakikati) tümüyle sıfatsızlık ve renksizliktir. Sıfatların asılları olan şuun ve itibarlar oraya giremez. Tenzih ve takdis o mertebede dolaşamaz. Mısra:

“Orada olan her şey beyandan da yüksektir, anlatılamaz”

Bu yüksek bilgi konusunda ehlullahtan hiçbiri dudak açmamış, işaret ve rumuzla bile ondan bahsetmemişlerdir. Bu dervişi, bu üstün bilgi ile şereflendirdiler ve akranları

37

Page 38: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

arasında mümtaz eylediler. Bütün bunlar, Allah Rasûlünün (as) sadakası ve bereketi iledir. Ona ve ailesine en güzel salât ve selâm olsun.

Bilmek gerekir ki, Kabe'nin sureti yani binası, eşyanın (ve insanların) suretlerinin secde yeri ve kıblesi olduğu gibi, Kabe'nin hakikati de o eşyanın hakikatlerinin secde yeridir. Bu sözü daha önce kimse duymamış, hiçbir haberci bildirmemiştir. Allah Teala'nın bana lütuf ve keremi ile bildirmesi ve ilhamı sayesinde söylüyorum.

Hz. Peygamber'in (as) vefatından bin küsur yıl geçtikten sonra bir zaman gelecek ki, Hz. Muhammed'in hakikati (Hakikat-ı Muhammedi) kendi makamından yükselecek ve Kabe'nin hakikati ile birleşecektir. O zaman Hakikat-ı Muhammedi, Hakikat-ı Ahmedî ismini alacak ve zât mertebesine mazhar (ayna) olacaktır. İki mübarek isim (Muhammed ve Ahmed), müsemma ile hakikate erecek, önceki makam Hakikat-ı Muhammedi'den boşalacak ve Hz. İsa'nın (as) dünyaya inişine kadar bu durum devam edecektir. Hz. İsa inince, onun hakikati (Hakikat-ı isevî) kendi makamından yükselecek, boş kalan Hakikat-ı Muhammedi makamına yerleşecektir.

49. Bölüm: Kelime-i Tevhid'in Fazileti

“Lâ ilahe illallah” kelime-i tevhidi olmasaydı, Cenab-ı Hakk'a giden yolu kim gösterirdi, tevhidin yüzünden perdeyi kim açardı, Cennet kapılarının açılmasını kim söylerdi? Beşerî sıfatlar ve insandaki kötü huylar bu “Lâ” kazması kullanılarak dağ dağ sökülür, bu nefy kelimesinin (Lâ ilahe: Başka ilâh yoktur) tekrarı bereketiyle gönüldeki dünyevî bağlantılar grup grup yok edilir. Bu kelime bâtıl ilahları yok eder, gerçek mabud ve ilâhı ispat eder.

Tasavvuf yolcusu imkân âleminin mertebelerini o kelimenin yardımıyla aşar. Arif, vücûb mertebelerine onun bereketi ile yükselir. Fiil tecellîlerinden sıfat tecellîlerine götüren odur, sıfat tecellîlerinden zât tecellîsine ulaştıran da odur. Şiir:

Lâ süpürgesiyle yolu süpürmedikçe

İllallah (tek ilâh Allah'tır) sarayına ulaşamazsın

Selâm, doğru yola uyanlara, Mustafâ'nın (as) yolunu izleyenlere ve ailesine...

50. Bölüm: Felâk ve Nâs Sureleri Kur'an'dandır

Şeyh Şerefüddin Menirî9 Mektûbât'ında şöyle yazmıştır: “Felâk ve Nâs surelerini farz namazlarda okumamak gerekir. Çünkü İbn-i Mesûd (ra) onların Kur'an'dan olduğu konusundaki çoğunluğun görüşüne muhalefet etmiştir. O halde, kesin farz olan bir hususta bu iki sureyi okumamak gerekir.”

Bu fakîr de okumuyordu, derken bir gün bu fakire şöyle gösterdiler: Sanki Felâk ve Nâs sureleri bir mecliste bulunuyorlar ve farz namazlarda okunmalarını men ettiği için Şeyh Şerefeddin Menirî'yi şikâyet ederek “O bizi Kur'an'dan çıkardı” diyorlardı. O zamandan sonra Menirî'nin men edişine uymadım, farz namazlarda onları okumaya başladım. O iki sureyi farz namazlarda her okudukça ilginç haller müşahede ediyorum. Şeriat ilmine müracaat edilince, o iki surenin farz namazlarda okunmasını men etmenin bir izahı görülmüyor. Aksine bu, hakkında ümmetin icma ettiği ve hemfikir olduğu bir meselede, “Mushaf'ın iki kabı arasındaki Kur'an'dır” hükmü gereğince gönüllere şüphe atmaktır. Ayrıca (Şeyh Menirî “Kesin farz olan bir hususta yani kıraatte bu iki sureyi okumamak gerekir” demiştir, oysa) namazda Fatihadan sonra sure eklemek farz değil vaciptir ki bu

9 Hindistanlı Kübrevî şeyhidir. 783 (1381) senesinde vefat etmiştir. Nisbesi “Menirî” olmakla birlikte Diyanet İslâm Ansiklopedisi'ne yanlışlıkla Mânerî şeklinde kaydedilmiştir. Hayatı hakkında bk. Iqtidar Husain Siddiqui, “Mânerî, Şerefeddin”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2003, XXVII, 567.

38

Page 39: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

da zannî hükümdür. O halde, bu iki surenin okunmasını men etmek -var sayalım ki Kur'an'a ait oldukları kesin değil zannî bile olsa- hiçbir şekilde doğru ve açıklanabilecek bir hüküm değildir. Çünkü onların okunması Fatiha'ya ek olmaktadır (Fatiha okununca zaten kıraat şartı yerine gelmiş olur). Kendisine uyulan bir şeyhin böyle bir hüküm vermesi çok ilginç!

Salât ve selâm insanların efendisine ve temiz ailesine olsun.

51. Bölüm: Büyük Zâtlara Tâbi Olmak ve Onları Taklit Etmek

Kimin fıtratında ve yaratılışında taklit ve tâbi olma karakteri daha fazla ise, onun tasavvuf yolundan, hatta İslâm dininden nasibi daha fazladır. Burada işin merkezi taklit ve tâbi olmaktır. Peygamberlere uymak kişiyi yüksek derecelere ulaştırır, asfiya yani gönlü saf olan büyüklere tâbi olmak büyük mertebelere çıkarır. Hz. Ebû Bekr'de bu fıtrat daha ön planda olduğu için hiç durmadan peygamberi tasdik etme saadetine koştu ve sıddîkların başkanı oldu. Lânetli Ebû Cehl'de ise tâbi olma ve taklit kabiliyeti daha az olduğu için o saadete yükselemedi, ziyanda kaldı.

Mürid, kemal ve olgunluktan her ne elde ederse, şeyhini taklit sayesinde elde eder. Şeyhin hatası, müridin doğrusundan daha iyidir. Bu sebeple Hz. Ebû Bekr Hz. Peygamber'in (as) hatası olmayı istemiş ve, “Keşke Muhammed'in hatası olsaydım” demiştir. Hz. Peygamber de Bilâl hakkında şöyle demiştir: “Bilâl'in Sin harfi Allah katında Şîn'dır.”

Bilâl, Acem olduğu için (ezan okurken dili tam dönmez) Sin harfi ile “Eshedü” derdi. Allah katında onun “Eshedu'sü “Eşhedu'dür. O halde Bilâl'in hatası diğerlerinin doğrusundan daha üstündür. Mısra:

“Bilâl'in Eshedu'sü senin Eşhedü'ne güler”

Aziz ve değerli bir zâtın şöyle dediğini duydum: Şeyhlerden nakledilen bazı dualarda şeyhlerin gramer hatası yaptıkları ve yanlış okudukları görülmektedir. Onlara tâbi olanlar bu duaları şeyhlerinin okuduğu gibi okurlarsa tesiri olur.

Allah Teala bizi Habîbi (as) hürmetine peygamberlerini taklit ve evliyasına tâbi olma konusunda sabit eylesin. Peygamberimize, diğer peygamberlere ve onlara uyanlara dualar ve selâmlar.

52. Bölüm: Zatî Tecellî'ye Göre Peygamberlerin Derecelerindeki Farklılık vardır.

Allah Rasûlü Muhammed (as) bütün peygamberlerin efendisidir, o halde diğer insanlardan nasıl üstün olmasın ki? Hz. İsa ve Musa'nın zâtî tecellîden kendi mertebe ve istidadlarına göre nasipleri vardır. Nitekim Hak Teala Musa (as)'ya hitaben, “Seni kendim için seçtim” (Tâhâ, 20/41) yani “zât”ım için seçtim, buyurmuştur.

Hz. İsa Ruhullah ve Kelîmullah'tır, Peygamber Efendimiz (as) ile de çok münasebeti vardır. (Hz. Musa ve İsa (as) bütün bu meziyetlere sahip olduğu halde) İbrahim (as) sıfat tecellîsi mertebesinde olmasına rağmen (diğer ikisine göre) keskin görüşlüdür. Bizim peygamberimize “zâtî tecellî” makamında nasip olan özel hal, aralarındaki istidad farkıyla birlikte Hz. ibrahim'e “sıfat tecellîsi” makamında hâsıl olmuştur. Hz. İbrahim bu itibarla Hz. İsa ve Musa'dan üstündür. Hz. İsa da Hz. Musa'dan üstündür, rütbesi Hz. Musa'nın üzerindedir, daha keskin görüşlüdür. Onlardan sonra Hz. Nuh (as) vardır. Hz. Nuh'un makamı sıfatlar mertebesindedir. O, Hz. İbrahim'den her ne kadar yukarıda ise de, Hz. İbrahim'in o makamda özel bir yeri ve diğerlerinde olmayan keskin bir görüşü vardır. Ancak Hz. İbrahim'in evlâdı olan peygamberlerin de, tâbiiyyet yoluyla bu makamdan nasipleri vardır. Hz. Âdem, Hz. Nuh'tan sonradır.

39

Page 40: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

Peygamberimize ve bütün peygamberlere salât ve selâm olsun. Bu, Rabbimin bana bildirdiği, lûtfu ve keremi ile ilham ettiği şeydir, ilim, Allah'ın katındadır.10

53. Bölüm: Seyr-i İcmalî, Seyr-i Tafsilîden Üstündür

Manevî yolculuğu ilâhî isim ve sıfatların tafsiline (yani detaylarına) düşen sâlik için vuslat (Hakk'a kavuşma) yolu kapanmıştır. Çünkü isim ve sıfatların sonu yoktur. En yüksek gayeye (Allah'ın zâtına) bu isim ve sıfatlar aşıldıktan sonra ulaşılabilir. Meşayıh bu makamdan haber vermişler ve, “Vuslat mertebelerinin sonu yoktur” demişlerdir. Çünkü mahbûb olan Hakk'ın kemalâtının nihayeti yoktur. Buradaki “vuslat” yani kavuşma kelimesi ile kastedilen de ilâhî isim ve sıfatlara ulaşmaktır. Manevî yolculuğu isim ve sıfatlarda icmal (özet) yoluyla olan, yani seyr-i icmalî yapan tasavvuf yolcusu saadete ulaşmıştır. O, süratle zât mertebesine kavuşur. Zât'a ulaşanlar, bu kavuşmadan sonra halkı Hakk'a davet için tekrar dünyaya dönmelidirler. Oradan dönmemek düşünülemez. Orta mertebedeki tasavvuf yolcuları ise böyle değildir. Onlar istidadlarının son noktasına ulaştıktan sonra geri dönmeyebilirler. Ancak dönmeleri de mümkündür, orada kalmaları da. O halde tasavvuf yolunda sona ulaşanlar (müntehiler) için vuslat mertebelerini tamamlamak düşünülebilir, hatta gereklidir. İlâhî isim ve sıfatların tafsiline dalan, yani seyr-i tafsîlî yapan orta halli sûffler (mutavassıtlar) için ise vuslat mertebelerinin sonu yoktur.

Bu bilgi, bu fakire has bilgilerdendir. İlim, Allah Teala'nın katındadır.

54. Bölüm: Rıza Makamının Üstünlüğü

Rıza makamı, velayet (velilik) makamlarının hepsinin üzerindedir. Bu yüce makamın elde edilmesi seyr u sülûk ile cezbenin tamamlanmasından sonra mümkün olur. Şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın zâtından, sıfatlarından ve fiillerinden razı olmak gereklidir ve imanın içinde bu zaten istenmektedir. O halde hiçbir mü'min bu rızadan uzak kalamaz. Durum böyle olunca, onun sülûk ve cezbeden sonra elde edileceğini söylemenin anlamı nedir?

Cevap olarak derim ki: imanın diğer rükünleri gibi rızanın da bir sureti (zahiri), bir de hakikati vardır, önce sureti gerçekleşir, sonra hakikati. Rızaya aykırı bir şey oluşmadıkça şeriat rızanın hasıl olduğuna hükmeder. Tıpkı kalbin tasdiki gibi. Tasdike aykırı bir durum görülmedikçe tasdikin meydana geldiğine hükmederler. Bizim söz konusu ettiğimiz şey ise, rızanın hakikatinin oluşmasıdır, sureti ve görüntüsü değil. Allah Teala daha iyi bilir.

55. Bölüm: Sünnet'e Uymak ve Bid'atten Sakınmak

Sünnet ile amel etmek ve bid'atten, hurafeden sakınmak gerekir, özellikle de sünneti ortadan kaldıran bid'atten. Peygamber Efendimiz (as) şöyle buyurmuştur: “Kim bu dinimizde yeni bir şey (bid'at) uydurursa o reddedilir.” Din kemale erdikten ve tamamlandıktan sonra ona bazı şeyler uydurup ekleyen ve bununla dini tamamlamak isteyen kişilere şaşılır. Uydurdukları bu hurafe ile sünnetin ortadan kalkacağından hiç korkmuyorlar. Meselâ, sarığın ucunu iki omuz arasından arkaya sarkıtmak sünnettir. Bazıları sarığın ucunu sol taraftan sarkıtmayı tercih etmişler ve bununla ölüye benzeyeceklerini düşünmüşlerdir. Bu işte birçok insan da onlara uymuştur. Bilmiyorlar ki bu iş bir sünneti ortadan kaldırmaktır, sünnetten bid'ata götürür. Hz. Muhammed'e benzemek, bir ölüye benzemekten daha iyidir. O (as), ölmeden önce ölmek şerefine nail olmuştur. Eğer ölüye benzemek istiyorlarsa yine ona (as) benzemek daha uygundur.

10 İmâm-ı Rabbânî daha sonra kaleme aldığı bir mektupta şöyle demiştir: “Mebde' ve Me'âd risalesinde bazı bölümler (cümleler) yazmıştım. Onlar büyük peygamberlerin birbirinden üstünlüğü anlamında idi. Ancak bütün bu yazılanların dayanağı (kesinlik değil) zan ifade eden keşf ve ilham idi. Şimdi onları yazdığıma pişman oldum.” Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, cilt: 1, mektup no: 209.

40

Page 41: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

İlginçtir ki, ölünün kefenine sarık koymak da zaten bid’attir. Sarığın ucu meselesi nasıl bid'at olmasın? Sonraki âlimlerden bazıları, bir âlim vefat edince onun kefenine sarık takmayı güzel görmüşlerdir. Fakire göre ise dinde ilâve yapmak nesh etmektir, nesh de sünneti ortadan kaldırmaktır. Cenab-ı Hak bizi Hz. Peygamber'in sünnet-i seniyyesine tâbi olmada sabit eylesin.

Sünnetin kaynağı olan Efendimize salât ve selâm olsun. “Âmîn” diyen kulu Allah Teala bağışlasın.

56. Bölüm: Cinlerin Halleri

Bir gün bu dervişe cinlerin hallerini gösterdiler. Gördü ki cinler sokaklarda tıpkı insanlar gibi dolaşıyorlar ve her cinin başının üstünde görevli bir melek var. Cinler, kendileriyle görevli olan meleklerin korkusundan başlarını kaldıramıyorlar, sağa sola bakamıyorlardı. Bağlanmış tutsaklar gibi dolaşıyorlar ve Allah'ın dilediği kadarı müstesna, asla meleklere muhalefet edemiyorlardı. O anda malum oldu ki, sanki görevli her meleğin elinde demirden bir gürz vardır, eğer cinden azıcık muhalefet hissederse bir vuruşta onun işini bitirir. Şiir:

Üstü ve altı yaratan Allah

Her elin üstünde bir el yarattı

57. Bölüm: Velî'nin Kısmî Üstünlüğü

Bir velî elde ettiği her kemâli ve ulaştığı her dereceyi kendi peygamberine tâbi olmak sayesinde kazanmıştır. Peygambere uymak olmasaydı iman bile yüz göstermezdi ki yüksek mertebelere nasıl yol açılsın? O halde bir velîde, peygamberde olmayan kısmî bir fazilet meydana gelirse ve peygamberde olmayan yüksek derecelerden özel bir derece nasip olursa, peygamberin de o kısmî faziletten ve özel dereceden tam bir nasibi var demektir. Çünkü o kemâlin ve yüksek derecenin elde edilmesi, o peygambere tâbi olmak sayesinde olmuştur ve onun sünnetine tâbi olmanın neticesidir. Öyleyse, mutlaka peygamberin de o kemâlden tam bir nasibi vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kim güzel bir sünnet (gelenek) başlatırsa onun sevabını alır, ayrıca onunla amel edenlerin sevabı kadar da sevap alır.” Ancak velî, bu kemâlin ve derecenin hâsıl olması konusunda öndedir. Velînin böyle kısmî ve cüz'î bir konuda peygamberden üstün olmasını caiz görmüşlerdir ki bu, peygamberin külli ve genel üstünlüğü ile çelişmez.

Füsûs sahibi (Muhyiddin İbnu’l-Arabî) diyor ki: “Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, yüksek ilim ve marifetleri, veliliğin son mertebesindeki kişiden (hâtemü'l-velâyetten) alır.”

Bu cümle, yukarıda anlattığımız ve bu fakirin ayrıcalıklı olduğu bilgi ile irtibatlıdır, baştan sona da şeriata uygundur. Füsûs şarihleri bunu doğru bir şekilde yorumlayabilmek için çok zorlanmış ve şöyle demişlerdir: “Veliliğin en üstünde olan kişi, peygamberliğin en üstünde olan kişinin hazine bekçisidir. Eğer padişah kendi hazinesinden bir şey alırsa bu durum padişah için bir eksiklik değildir.” İşin aslı ise benim anlattığım şekildedir. Zorlanmanın kaynağı işin hakikatine ulaşamamaktır. Bütün işlerin aslını Allah bilir.

Salât ve selâm insanların efendisine (as) ve temiz ailesine olsun.

58. Bölüm: Velînin Velayeti Peygamberin Velayetinin Bir Parçasıdır

Bir velînin veliliği, onun peygamberinin velilik yönünün cüzlerinden bir cüzdür. Bir velîye, yüksek manevî derecelerden ne ulaşırsa, o cüz'î dereceler, o peygamberin derecelerinin cüzleri olacaktır. Parça ne kadar büyük görünse de, bütünden daha az olacaktır. Çünkü “Bütün, parçadan daha büyüktür” kaidesi apaçık bir hükümdür. Parçanın büyüklüğünü

41

Page 42: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

hayal edip onu bütünden daha büyük zannetmek ahmaklıktır. Çünkü bütün, o parça ve diğer parçalardan oluşmaktadır.

59. Bölüm: Allah'ın Sıfatlarının Üç Kısmı

Cenab-ı Hakk'ın vâcib sıfatları üç kısımdır. Birinci kısım izafî (kâinat ile ilişkili) sıfatlardır, yaratıcılık ve rızık vericilik gibi. ikinci kısım hakikî sıfatlardır ama izafîlikten bir renk taşırlar; ilim, Kudret, irade, Sem' (işitme), Basar (görme) ve Kelâm (konuşma) gibi. Üçüncü kısım ise sırf hakikî sıfattır, Hayat gibi. Onda izafilik ile karışma durumu yoktur, izafilik derken âlem ile ilişkisini kastediyoruz. Sıfatların üçüncü kısmı, üçü arasında en üstün, en kapsamlı ve asıl olanıdır.

İlim sıfatı kapsamlı olmasına rağmen Hayat sıfatına tâbidir. Sıfatlar ve şuunat mertebesi Hayat'la son bulur. Matlûb olan Hakk'a ulaşma kapısı ve koridoru da Hayat sıfatıdır. Hayat sıfatı ilim sıfatından daha üstün olduğuna göre, oraya ulaşmak İlim sıfatı mertebelerini aştıktan sonra mümkün olacaktır. Hem zahirî hem de bâtınî ilimleri, hem şeriat hem de tarikat ilimlerini aşmak gerekir. Bu koridora girenler son derece azdır. Bazıları sokakların arkasından içeriye bakmışlardır. Bunlar da azdır. Bu makamın sırlarından bir remz ve işaret söylersem boğazım kesilirdi. Şiir:

Bunun ötesinde şifadan ince olan şey vardır

Onu gizlemek (anlatmamak) daha iyi ve daha güzeldir

Hidayete tâbi olanlara, Mustafâ'nın (as) yolunu tutanlara ve ailesine selâm olsun.

60. Bölüm: Allah'ın Benzeri Yoktur

Cenab-ı Hak, benzeri (misli) olmaktan münezzehtir. “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûra, 42/11) Ama O'nun misalinin (sıfat, tecellî, sembol) bulunmasını caiz görmüşlerdir. “En yüce sıfatlar (misaller) Allah'a aittir.” (en-Nahl, 16/60) Tasavvuf yolcularını ve keşf ehlini misal (sıfatın sembolik görüntüsü, tecellî) ile teselli ederler ve hayal ile huzur bahşederler. Mahiyeti bilinmeyeni bilinir gibi gösterirler. İlâhî olanı imkânî (âleme âit) gibi yaparlar. Çaresiz, tasavvuf yolcusu da misali, misal sahibi; sıfatı, sıfat sahibi; suret ve görüntüyü görüntü sahibinin kendisi (Allah) zanneder. Bu sebeple Hak Teala'nın kuşatmasını eşyada görür ve o kuşatmanın misalini âlemde müşahede eder. Zanneder ki gördüğü şey, Hakk'ın ihatasının gerçeğidir. Oysa durum öyle değildir. Aksine Allah'ın ihata ve kuşatması, niceliği ve mahiyeti bilinemeyen bir şeydir, görülmekten münezzehtir. Allah Teala'nın her şeyi kuşattığına inanırız ama kuşatmasının nasıl olduğunu bilmeyiz. Bizim bildiğimiz şey, o kuşatmanın benzeri ve misalidir. Allah'ın yakınlığı ve beraberliği de böyledir. Bunlardan görülen ve keşf olunan şey, onların benzeri ve misalidir, hakikati değil. Onların hakikatinin niceliği bilinemez, inanırız ki Hak Teala yakındır ve bizimle beraberdir. Ama yakınlığın ve beraberliğin hakikati nedir, bilmeyiz. Hadis-i şerifte rivayet edilen, “Rabbimiz gülerek (güler gibi) tecellî eder” ifadesi, misali (sembolik) suret itibariyle olabilir. Çünkü misalde, rızanın kemalinin meydana gelişi gülme suretinde görülür. Allah için el, yüz, ayak ve parmak kelimelerinin kullanılması da (hakikî değil) misali (sembolik) suret itibariyle olur.

Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimdir. “Allah rahmetini dilediği kişiye verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Bakara, 2/105)

Efendimiz Muhammed'e (as) ve ailesine selâm olsun.

61. Bölüm: Uyarı

Bu yazıları yazan zâtın manevî haller, vecdler, ilimler ve marifetler konusunda yazdığı cümlelerde eğer bir çelişki ve tezat görülürse, yazarın onları yazdığı zamanki manevî

42

Page 43: Imami Rabbani - Mebde Ve Mead (Necdet Tosun)

43

hallerinin farklılığına bağlamak gerekir. Çünkü her vakitte ayrı bir hal, vecd ve ilhamlar vardır. Her durumda ilimler ve marifetler ayrıdır, öyleyse çelişki ve tezat olmaz. Bunun örneği, şer'î hükümlerdir. Hükmün kalkması (nesh) veya değişmesinden sonra, önceki ve sonraki hüküm birbirine zıt gibi görünür. Vakit ve şartların farklılığı dikkate alındığında bu çelişki ortadan kalkar. Bunda Allah'ın hikmetleri ve faydalar vardır. Şüphecilerden olma.

Salât ve selâm Efendimiz Muhammed'e ve ailesine olsun.

SON SÖZ

Bu değerli nükteleri derleyen zayıf kul, Hidaye lakaplı Muhammed Sıddîk Bedahşî Kişmî der ki: “Mebde' ve Mead isimli bu kıymetli bilgileri (İmâm-ı Rabbânî'nin müsveddelerinden) derleyip yazma işini (hicrî) 1019 senesi Ramazan ayının sonlarında, itikafta iken tamamladım. Rubaî:

Bu Mebde' ve Mead isimli eserdir

Büyüklerin övgüsü olan hazretin (İmâm-ı Rabbânî'nin) güzel sözlerindendir

Hidayet (lakaplı Muhammed Sıddîk) samimiyetle iktibas etti

Bin on dokuz senesinde tamam oldu.”