AY
LIK
-İLİM
KÜ
LTÜ
R V
E E
DE
BİY
AT
DE
RGİSİ
TE
MM
UZ
20
08
93
93
24 Fatih:Şehrin Kapılarını Hakîkat’e Açan Lider 48 İslam’da Üstün
Nitelikli YöneticiDergisi Hediyesi...
Fiyatı: 7 YTL TEMMUZ 2008AYLIK İL İM-KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
To Manage and to be managed are both arts
YÖNETMEK DE, YÖNETİLMEK DE
BİR SANATTIR
Hayatta başarılı olmak için evvela güzel düşünüp olgun davranışlar sergilemek gerekir. İç dünya-
sındaki iyilikleri harekete geçirebilenler kendini keşfedebilen özünü kavrayabilen insanlardır. Olayla-
ra iyi tarafından bakabilmek olumlu düşünebilmek bir erdemdir. İnsan ellerini ayaklarını nasıl hare-
ket ettirmeyi kendi kontrolü altında tutuyorsa, düşüncelerini de kontrol altına alabilir.
Bedenimizdeki enerjiyi harekete geçiren duyguların da olgunluk içinde olması esastır. Duygular in-
sana pusula gibi çoğu zaman doğru istikameti gösterir. Acı veren duygular bile bize bazen rehberlik
yaparlar. Duygularına sahip olma, mesajlarını doğru algılayabilme kabiliyetini geliştirenler, düşünce
ve davranışlarında daha itidalli davranırlar. Kendimizi öz eleştiri yapabildiğimiz müddetçe, dikkatimiz
gelişir, iç dünyamızın derinliklerine doğru yol alabiliriz.
Yönetmek de yönetilmek de bir sanattır. Ailede olsun, iş hayatında olsun, kendini ve insanları iyi
tanıyabilen, insanca yaklaşımı benimseyen, takdir etmeyi, eleştiriyi, eşit davranmayı gerektiğinde ce-
zalandırmayı doğru zamanda yapabilenler etrafındaki insanlar tarafından her zaman saygı görürler.
“Önce insan” ilkesi sevgi ve ilgiyi doğurur, kalite ve üretimi artırır. İnsan karşısındakine değer verdikçe
değer görür takdir görür. Marifeti takdir etmek, çalışma heyecanını artıran en önemli faktörlerdendir.
Yönetilenler kadar yönetenlerin de takdir edilmeye saygı duyulmaya ihtiyaçları vardır. Sadece hata-
ları görmek, güzellikleri göz ardı etmek ve bunu sık sık ifade etmek insanlara en sıkıcı gelen şeylerden-
dir. Eleştirinin asıl amacı hatayı düzeltmek ve işin daha iyi yapılmasını sağlamak olmalıdır. Eleştiriler
kişiliklere değil yapılan iş ve davranışlara karşı olmalıdır. Aksi takdirde insan onuru incinir, gönül kı-
rılmış olur.
Yönetilenlerin yönetenleri dikkatli dinlemesi, daha doğrusu iyi anlaması, saygı kuralları içerisinde
davranması, insan iç zenginliğinin bir belirtisidir. Duymaktan çok anlamak gereklidir. İyi öğrenenler,
duyduklarını iyi anlayan kimselerdir. Zaten tepkiler ve eleştiriler de çoğu zaman, duyulan şeylerin sıh-
hatli anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.
Eğitimli, yetkisini kullanabilen, sorumluluk taşıyan, güvenilir, doğru, sistemli ve planlı çalışmayı
hedef edinmiş insanların oluşturduğu toplumlarda yönetmek de yönetilmek de bir sanat harikası ola-
rak kendini gösterir…
If we want to be successful in our lifes, we have to think beautiful and better, have to show mature behaviours. People who make inte-
rior goodness to be taken actions are the people who discover and comprehend themselves. To look at the events from good ways and
to think positive is a virtue. The human can control his own physical moves and must control thoughts too.
To manage and to be managed are both arts. In family and business life. The people who know themselves and others, to consider
humanly, to appreciate others and to become equitable are being respected by people. The principle of “Human First”, help us to
spread love and relations and increases the quality and production.
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
KurucusuA.Semsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 15 SAYI: 93 Temmuz 2008 Basım Tarihi: 01 Temmuz 2008
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi VakfıAdına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Yapım ARTWORKS
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY
Tashihİbrahim ŞAHİN - Yusuf HALICI
ArşivMuharrem AKIN
Abone İşleri ve ReklamYusuf YILMAZ
Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaVİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Fax: (422) 615 28 79www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
CTP - Kalıp Çıkış Filmsan: (312) 395 27 27
Baskı & ÜretimAjans Türk Basın ve Basım Sanayi A.Ş
İstanbul Yolu 7. Km. Necdet Evliyagil Cad.No: 24 Batıkent / ANKARA Tel: (312) 278 08 24
Tek Sayı : 7 YTL - Kurum Abone : 120 YTL1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 YTLAvrupa 1 Yıllık Abone : 72 EUROAvrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USDPosta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001
TASAVVUF YOLUNUN ÖNDERLERİ
Kadir ÖZKÖSE
Tasavvufta üzerinde önemle durulan hususlardan biri de mürşid ve özellikleridir.
14
KİEV İZLENİMLERİ-1
Fatih ERKOÇOĞLU
Ukrayna, Osmanlı imparatorluğuna bağlı Kırım Hanlarının köle ve ganimet devşirme mekânıydı.
64
93
24 Fatih: ehrin Kap lar n Hakîkat’e Açan Lider 48 slam’da Üstün
Nitelikli YöneticiDergisi Hediyesi...
Fiyat : 7 YTL TEMMUZ 2008AYLIK L M-KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
KUR’ÂN’DAN LİDERLİK İLKELERİ - Ali AKPINAR (6) BAHADIR... - Ahmet Mahir PEKŞEN (11)
DUÂMIZ MÜSTECÂB OLSUN - Mehmet AKKUŞ (12) ŞEHZÂDEM - Yavuz Bülent BÂKİLER (19)
ER-REŞÎD - Ramazan ALTINTAŞ (20) LİDERLİK ÖĞÜTLERİ - Musa TEKTAŞ (30)
7. SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ KÜLTÜR ETKİNLİKLERİ (34)ANADOLU AŞKI - Ahmet Süreyya DURNA (37)
İKİ YÖNETİCİ İKİ ÂKİBET/ÖLÜM - Bayram Ali ÇETİNKAYA (38) YEMEN ŞEHİTLERİNE - Mehmet SERTPOLAT (43)
Şehrin Kapılarını Hakîkat’e Açan Lider : FATİH
ÜSTÜN NİTELİKLİ YÖNETİCİ
Sadık YALSIZUÇANLAR
Fütûhât, insanın, kendi varlığının esrârının kendi görüşüne açılması; varoluşun gerçeğinin tecellî etmesidir.
Abdullah KAHRAMAN
İslâm’ın Yöneticilik İçin Önerdiği Bazı İlkeler...
24 48
“ULU ÇINARIN KÖKLERİ”
ÇOCUKLARIN GELİŞİMİNDE ÖZGÜVEN
Vedat Ali TOK
Kemal Arkun’un “Ulu Çınarın Kökleri” serisinden kitapları yayınlandı: Osman Gazi, Orhan Gazi, Sultan Yıldırım Bayezıt ve Timur Han...
Sefa SAYGILI
Sosyo - ekonomik seviyesi düşük ortamdan gelen çocukların başarısızlığına yol açan bazı faktörler...
70 74
KLASİKLERİ OKUMA YÖNTEMİMİZ ÜZERİNE - Enbiya YILDIRIM (44) GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARININ AHLÂK ANLAYIŞı - Hüseyin PEKER (52)
SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (58) RÖPÖRTAJ: “LİDERLİK DÜNYADAKİ DİĞER ROLLERDEN BİRİDİR” - İbrahim YARIŞ (60)
GİDEN GELMEZ - Rıfat ARAZ (63) ŞEHZADE MEHMET’İN HOCASI MOLLA GÜRANÎ - İbrahim ŞAHİN (76)
DAĞLAR VAR ARA YERDE - Ümit Fehmi SORGUNLU (78)ÇOCUK TERBİYESİNDE ALTIN TAVSİYELER - Ali ÖZKANLI (80)
KÖY PEYNİRLERİ ve BURUSELLA - Ş. Adil AYDIN (84)DARENDE BURMA BAKLAVASI - Mesude SARI (86)
Temmuz 20084
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Gönüller Sultanı
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Meyl eyledi dil sen gibi dil-dâra efendim
Derdimi ne hâcet sana izhâra efendim
Her neye nazar kılsa bu dîdem sana müştâk
Etmez olup artık nazar ağyâra efendim
Eyledi fi râk âteşi cânım evin ihrâk
Bu derdlerime eyle n’olur çâre efendim
Göz göz oluban cism-i zaîfi m amân ey yâr
Hasret yüreğe açdı nice yâre efendim
Aşıkına ma’şûk nice çevirmez aceb yüz
Bülbül ki kılar nâleyi gül-zâra efendim
Ma’mûrelerim oldu harâb-ı hicr ile tahrîb
Ta’miri sana kaldı yetiş zâra efendim
Dûr eyleme bu bendeni feyz-i nazarından
Lutf eyle Hulûsî gibi bî-âra efendim
5
Temmuz 20086
İlim ve HayatAli AKPINAR*
LİDERLİK
KUR’ÂN’DAN
İLKELERİ
Kur’ân, bize
hayvanların
da ümmet ol-
duğunu, onların hayatında da
hiyerarşik bir yapının olduğunu
haber verir.1 Bu durum, sosyal
hayatta bireylerin birbirlerine
muhtaç bulunduklarını, arala-
rında sevgi ve saygıya dayalı bir
dayanışma ve iş bölümünün ge-
rekli olduğunu anlatması ba-
kımından önemlidir. Zira top-
lumda hiyerarşi yoksa anarşi
var demektir.
İnsan, hemcinsleriyle birlik-
te yaşamaya muhtaç olan sos-
yal bir varlıktır. Bu birlikteliğin
huzurlu bir şekilde devam ede-
bilmesi, herkesin sorumluluk
ve haklarını bilmesi ve bunla-
rın gereklerini yerine getirmesi
ile mümkündür. Bunun için de
herkesin konumunu bilip ona
göre hareket etmesi şarttır.
Kur’ân, her insanı lider ol-
maya yönlendirir. Ancak bu
herkesin lider olacağı anlamına
gelmez. Elbette ehliyetli olan,
layık olan lider olacaktır. Lider
olan, liderliğin hakkını verdi-
ği sürece o makamda kalacak,
hakkını veremediği zaman da
oradan ayrılmasını bilecektir.
Mü’minlere dua örneği sunan
bir ayette liderlik bilinci şöy-
le dile getirilir: “Rabbimiz, bize
göz aydınlığı eşler ve çocuklar
lutfeyle ve bizi müttakîlere ön-
der yap!”2
Peygamberimiz, “Üç kişi ol-
duğunuzda içinizden birini
imam seçin.”3 buyurarak yö-
netim ve yöneticinin önemi-
ne vurgu yapmıştır. Öte yan-
dan, “Hepiniz yöneticisiniz ve
hepiniz yönettiklerinizden so-
rumlusunuz.”4 buyurarak da,
içerisinde yaşadığı toplumda
her insana görev düştüğünü
beyan etmiştir. Bu yönlendir-
mesi ile Peygamberimiz, her
mü’mini yönetime ortak ol-
maya davet etmiştir. Başka bir
hadiste, “Hiçbir gölgenin/ko-
rumanın olmadığı bir günde
Allah’ın arşının gölgesi/koru-
ması altında bulunacak olan
sınıfın en başında adaletli ida-
reci zikredilerek.”5 denilerek
konunun önemine dikkat çe-
kilmiş ve bir yandan yönetime
katılmak, hatta yönetimin en
başında yer almak teşvik edi-
lirken, diğer yandan yöneti-
ci olmanın sorumluluğuna işa-
ret edilmiştir. Peygamberimiz,
kendisi fetânet sahibi olması
yanında, ilahî donanımla des-
teklendiği halde ashâbı ve eşle-
ri ile istişâre etmiş ve “Danışan
kazanır, danışmayan kaybe-
der.”6 buyurmuştur.
7
“Kur’ân ve sünnetle şekillenen kültürümüzde, “Mahkeme
kadıya mülk değildir” özdeyişi meşhurdur. Fatih’in babasının,
güç ve kuvveti yerinde iken tahtını, geleceğin Fatih’ine
bıraktığını herkes bilir, ancak kimse aynı konumda olmayı
istemez. Bizde elde ettikleri koltukta, son nefeslerine kadar
oturmayı şiar edinenler vardır. Hele bir de layık olmadıkları
halde işgal ettikleri makamlarda oturdukları halde,
“Ölüyoruz, mahvoluyoruz” diyerek sızlananlar vardır.”
Temmuz 20088
Kur’ân ve sünnetle şekille-
nen kültürümüzde, “Mahkeme
kadıya mülk değildir.” özdeyişi
meşhurdur. Fatih’in babasının,
güç ve kuvveti yerinde iken tah-
tını, geleceğin Fatih’ine bırak-
tığını herkes bilir, ancak kimse
aynı konumda olmayı istemez.
Bizde elde ettikleri koltukta, son
nefeslerine kadar oturmayı şiar
edinenler vardır. Hele bir de la-
yık olmadıkları halde işgal et-
tikleri makamlarda oturdukları
halde, “Ölüyoruz, mahv oluyo-
ruz.” diyerek sızlananlar vardır.
Hâlbuki bir makamda oturmak
nimet ise, bu nimetten başkala-
rını da yararlandırmak; külfet
ise bunu başkalarıyla paylaş-
mak esas olmalıdır. Bu şekilde
başka insanlar da yönetme sa-
natına hazırlanacaklar ve kat-
kıda bulunacaklardır. Nitekim
son anlarında kendisine oğlu
Abdullah’ı, Müslümanların ba-
şına halife tayin etmesini iste-
yenlere Hz. Ömer şu cevabı ver-
miştir:
“Hayır, ben ailemden biri-
nin bu göreve gelmesini iste-
miyorum. Eğer bu iş hayırlı ise
biz ondan nasîbimizi aldık, şa-
yet bu kötü bir işse bu iş için bir
kurban yeterlidir…”7
Kur’ân’da, Hz. Tâlût’un İs-
railoğullarına hükümdar atan-
ma gerekçeleri anlatılırken, yö-
netici olmanın temel ilkelerine
de dikkat çekilmektedir:
“Muhakkak ki Allah, size
onu seçti. Ona bilgice ve vü-
cutça bir üstünlük verdi. Allah
mülkü (idareyi) kime dilerse
ona verir. Allah’ın (nimeti) bol-
dur. Allah hakkıyla bilicidir”8
Tâlût, kral soyundan değildi
ve fakirdi. Bu yüzden İsrailoğul-
ları onun yönetici seçilip atan-
masına itiraz etmişlerdi. Oysa
yöneticilikte liyâkat esastı, soy
sop ve zenginlik değil. Zira ilim
ve kudret, insanın özünde bulu-
nan ve ondan ayrılmayan kemal
vasıfl arındandı. Onun vücut-
ça üstün olması, onun organla-
rının yerli yerince olması, yakı-
şıklı olması yanında, onun güçlü
kuvvetli olmasıdır. Ayette onun
ilmî gücü, bedenî gücünden
önce anılmıştır. Çünkü rûhî güç,
bedenî güçten öncedir.9
Buna göre lider makamı-
na getirilecek olan kimsede ön-
celikle bulunması gereken şart-
lar şunlar: İnanç, ilim, liyâkat,
dirâyet, cesâret, adalet…
Râşid/mükemmel halife-
lerin ilki olan Hz. Ebubekir’in
hayatına baktığımızda bu özel-
9
liklerin onda mevcut olduğu-
nu görürüz. O, hilafete seçildiği
gün yaptığı şu tarihî konuşma-
sında çok önemli mesajlar ver-
miştir:
“Ey insanlar! Ben sizin en
hayırlınız olmadığım halde ba-
şınıza geçmiş bulunuyorum.
Eğer iyilik yaparsam bana yar-
dımcı olunuz, kötülük yapar-
sam beni doğrultunuz. Doğru-
luk emanettir, yalan ihanettir.
İçinizdeki en zayıfınız, hakkını
alana kadar yanımda en güçlü-
nüz olacaktır. Cihadı terk eden
millet zelîl olur. Toplumda fuh-
şun yaygınlaşması, toplumsal
belaların gelmesine sebeptir.
Allah’a ve peygamberine bağlı
kaldığım sürece bana itaat edi-
niz, aksi durumda bana itaat
etmeniz gerekmez.”10
İlk halifenin bu anlamlı söz-
lerinden, yönetime gelen kişi-
nin insanlardan farklı olmadığı,
onlardan biri olduğu anlaşı-
lır. Ardından o, kendisinin hiç-
bir konuda lâ yüs’el/sorgulana-
maz ve dokunulmaz olmadığını
belirtip sürekli denetlenmesi-
ni istiyordu. Daha sonra adalet,
sadâkat, cihad, iffet ve itâat gibi
erdemlere dikkat çekmiş ve bu
konulardaki kararlılığını belirt-
miştir.
Herkes, Layık Olduğu Yönetimle İdare
Edilir!
Liyakatli insanları yetiştire-
cek olan ve onları başa getire-
cek olan da toplumun kendisi-
dir. Hadislerde “Nasıl olursanız
öyle yönetilirsiniz, amelleri-
niz yöneticilerinizdir.” buyu-
rularak bu hususa işaret edil-
miştir. Nitekim önceki ilahî
kitaplarda şu kudsî cümlelerin
yer aldığı bildirilmiştir: “Ben
hükümdarlar hükümdarı Alla-
hım. Hükümdarların gönülle-
rine ben hâkimim ve onları ben
çekip çeviririm. Halk, Bana
itâat ederse, onların yönetici-
lerini rahmet vesîlesi kılarım.
Halk Bana isyan ederse, onla-
rı kötü yöneticilerle cezalandı-
rırım. Bu durumda onlar yö-
neticilerine kabahat bulmakla
oyalanmasınlar, tevbe edip
Bana dönsünler ki onlar, on-
lara merhamet etsinler.” Pey-
gamberimiz de bir dualarında
şöyle buyurmuştur: “Allah’ım,
günahlarımız sebebiyle bize
merhamet etmeyenleri başımı-
za musallat kılma!”
Zulmü ile meşhur olan
Haccâc’a bir adamın beddua et-
tiğini işiten Ka’b el-Ahbâr’ın şu
uyarıları da oldukça manidar-
dır: “Böyle yapma, zira sizin
başınıza gelenler kendi yaptık-
larınız yüzündendir.”11
İki müslüman taraf arasında
cereyan edip yetmiş binden faz-
la müslümanın katledilmesi ile
sonuçlanan Sıffi n Savaşı öncesi
bir adam Hz. Ali’ye sorar: “Hz.
Ebubekir ve Ömer dönemlerin-
de fi tne ve fesat yoktu. Hz. Os-
man ve senin zamanında bun-
lar ortaya çıktı, bunun sebebi
nedir, Ey Ali?” Kendisini fi t-
ne ve fesadın sebebi imişcesine
suçlayan bu soruya o büyük in-
sanın cevabı şöyle olur:
“Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer
benim gibilerinin yöneticisi
idiler. Bugün bense senin gibi-
lerin yöneticisiyim. Beni suçla-
mayı bırakın da, siz kendinize
bakın.”12
İnsanların İmamları İle Çağrılacağı Bir
Güne Hazır Olmak!
Yüce Rabbimiz, bir ayetinde
kıyamet gününe dikkatlerimi-
zi çekiyor. O güne, bugünden
hazırlanalım diye şöyle buyu-
ruyor: “Her milleti, imâmıyla
çağırdığımız gün, kimlerin
Kitabı sağından verilirse işte
onlar, Kitaplarını okurlar ve
en ufak bir haksızlığa uğratıl-
mazlar.”13
Ayette geçen imamlardan
kasıtla ilgili beş görüş vardır:14
1. Onları reis/başkan-ları ile çağırırız. İyile-
re uyup doğru yolda kalmış-
sa onu o yola getiren, o yolda
tutan iyi önderleriyle çağırı-
rız. Sapmış, yoldan çıkmışsa,
bu sefer de onu sapıtan lide-
riyle birlikte çağırırız. “Ey fa-
lan sâlih zatın peşinden gi-
denler, ey fi lan azgının izini
sürenler.” diye çağrılacaktır.
Yani dünyada kime uymuşsa,
kimin izinden gitmişse, kimin
güdümüne girmişse onunla
birlikte çağırırız. O liderlerle
çağrılacak ve sonuçta onlarla
haşr olup onların gittiği yere
gidecektir. Buna göre kimler-
le düşüp kalktığımıza, kime
uyduğumuza, kimi kendimize
önder/lider kabul ettiğimize,
kime bağlanıp izinden gittiği-
mize dikkat etmeliyiz.
2. Onları, amelleriy-le çağırıp haşrederiz. Her-
kes ameline göre muamele gö-
rür. Sözgelimi o gün insanlar,
“Ey şirk koşanlar, ey nifakçı-
lar, ey zinakârlar, ey ayyaş-
lar, ey hırsızlar!” diye çağrıla-
caktır. O gün iyilikleriyle gelen,
onun karşılığını; kötülükleriy-
le gelen de onun karşılığını gö-
recektir. Buna göre, o gün için
sâlih amellerimizi artırmaya,
sâlih adamların adamı olma-
ya, kötü amellerden kurtulma-
ya bakmalıyız.
3. Onları peygamberle-riyle çağırırız. Her ümmet
kendi peygamberi ile birlikte
çağrılıp Allah’ın huzuruna çıka-
caktır. Son peygamberin ümme-
ti de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
önderliğinde haşrolunacaktır,
tabii ki onun peygamberliğini
kabul etmiş, ona inanmış, onu
tanımış ve onu izlemişse. O gün
insanlar, “Ey Musa peygambe-
rin ümmeti, ey İsa peygambe-
rin tabileri, ey Muhammed’in
izinde gidenler.” diye çağrıla-
caktır. “Her ümmete peygam-
berini şâhid getirdiğimiz gün,
ey Muhammed seni de bütün
hepsine şâhid getirdiğimiz gün,
onların hali nice olur!?”15 Buna
göre kendimizi, o güzel insana
layık hale getirmeye gayret et-
meliyiz. Bu ise o güzel insanı
doğru bir şekilde tanımak, onu
canımızdan çok sevmek, onun
izinden gitmek ve ona layık ol-
makla olacaktır.
4. Onları kitaplarıyla ça-ğırırız. Her toplum, kendileri-
ne inmiş olan kitaplarıyla çağı-
rılıp o kitabın gereklerini yerine
getirip getirmediklerinden sor-
gulanacaklardır. Bu ümmet de
Kur’ân’la birlikte çağırılacak
ve Kur’ân’ı ne kadar kendileri-
ne düstur edindiklerinden sor-
gulanacaktır. O gün insanlar,
“Ey Tevrat’a muhatap olan-
lar, ey İncil’e muhatap olanlar,
ey Kur’ân’a muhatap olanlar!”
diye çağrılacaktır. Buna göre
Kitabımız Kur’ân’ı tanımaya,
onu anlayıp gereklerini yerine
getirmeye gayret etmeliyiz.
5. Onları amel defterle-riyle çağırırız. Yapıp ettik-
lerinin yazıldığı amel defterle-
ri ile birlikte çağırıp onlardaki
kayıtlara göre onları hesaba çe-
keriz. Buna göre amel defterle-
rimizi, o gün yüzümüzü ağar-
tacak güzelliklerle doldurmaya
gayret etmeliyiz. Zira o gün, iyi-
lere amel defterleri/karneleri,
sağ tarafl arından verilecek, kö-
tülere ise sol tarafl arından ve-
rilecektir. Dünyada yapıp ettiği
her şeyin o defterde yazılı oldu-
ğunu görecek ve hayretler içeri-
sinde şöyle diyeceklerdir: “Bu
defterlere ne olmuş da, büyük
küçük her şeyi kaydetmiş!?”16
“Ah, keşke defterim/karnem
bana verilmeseydi!”17
Sonuç olarak şunları söyleye-
biliriz: Sosyal bir varlık olan in-
san, ya yöneten yahut yönetilen
olarak yönetim sanatının içeri-
sindedir. Önemli olan bu alana
katkıda bulunabilmektir. Bu-
nun için donanımlı insanlar ol-
maya gayret etmeliyiz. Unutma-
yalım ki, her mü’min hayırlıdır,
ancak iman-akıl-ilim-variyet-
bedenî güç bakımından kuv-
vetli mü’min daha hayırlı ve
Allah’a daha sevimlidir.
Temmuz 200810
* Prof. Dr.
1 “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar.” 6/En’âm, 38.
2 25/Furkân, 74.3 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, I, 431 (Müslim, Nesâî,
Ahmed).4 Buhârî, Cuma 11, Cenâiz 32; Müslim, İmâre 30.5 Tirmizî, Cihâd 27; A. b. Hanbel, II,5,54,55.6 Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, II, 280.7 İmadüddin Halil, İslam’da Liderlik, s, 41.8 2/Bakara., 247.9 Razî, Tefsîr.10 İmadüddin Halil, İslam’da Liderlik, s, 25.11 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 47.12 Şemseddin Ahmed, Dört Büyük Halife, İst. 1976,
318.13 17/srâ, 71.14 İbnü’l-Cevzî, Tefsîr, V, 64-65.15 4/Nisâ, 41.16 18/Kehf 49.17 69/Hâkka 25.
Dipnot
11
BAHADIR...Görmez misin milleti, umut sende, göz sende,
Herkes birşey söyledi, kürsü sende, söz sende,
Ufukta güneş dursun, zamana bir düğüm at,
İşte senin altında, Fatih’te gördüğüm at!
Kalemini hazırla, kılıcı çekme kından,
Gönülleri fethetmek gaye bu son akından....
Nefer mi istiyorsun, sahralar kadar dolu,
Duada evliyalar, secdede Anadolu.
Anadolu tetikte, Anadolu ayakta,
Diriler kahkahada, ölüler ağlamakta...
Denilirse inanma, “Daha dur, az daha dur”...
Kaybedecek anın yok, zaman hızlı bahadır....
Şimdi dünya avcunda, nefes alsan duyan var,
Yazık!... Batan gemide yan gelip uyuyan var.
Uzay gemilerini fezada yürüt artık,
Sana dar bu hudutlar, hedefi büyüt artık.
Her damla yaş bir dua, her dua binbir füze,
Beklenen hesaplaşma, geldik işte yüzyüze...
Yarın belki yok yiğit, sanki bu an son andır,
Zaferi umuyorsan hem inan, hem inandır.
Biz ki; çağlara mühür vuran nesillerdeniz,
İstanbul’da sur söyler, Çanakkale’de deniz.
Ne madalya, ne ünvan, hesap sırf Allah’adır.
Sırtına dünya konsa şikayet yok bahadır...
Anlayacaksın beni tarihi düşününce,
Davan kadar büyüksün, hedefi n kadar yüce,
Borcun var bu vatana, hem kan hem de ter borcu,
Bahadır, belki yarın bu toprak ister borcu.
Şükür gerek bedenin her bir azası için.
Doğrul be Bahadır’ım, Allah rızası için.
Karanlığı tükettik,yönümüz sabahadır.
Bir kement at güneşe, çabuk getir bahadır.
Ahmet Mahir PEKŞEN
Temmuz 200812
Duâ ve münâcât, mü’minin her
zaman başvuracağı bir ameldir.
Âciz ve her zaman günaha dü-
şen kulun, Ganî ve Gaffâru’z-zünûb olan Rabbu’l-
âlemîne sığınması için el açıp, boyun büküp yal-
varmasıdır. İster her bakımdan sıkıntılı ve ister
refah ve huzur içinde bulunduğumuz zamanlar-
da Rabbimize yönelmemiz bizim için en çıkar yol-
dur. Çünkü evlâd u ıyâlimiz, mal ve mülkümüz,
sağlık ve âfi yetimiz hep O’nun bize ihsânıdır.
Bunların var olup çoğalması da, yok olup gitmesi
de O’nun elindedir. Lütuf da kahır da O’ndandır.
Verdiği nimetlere şükredersek lütfunun arttırı-
lacağını da O bize müjdelemektedir. Bir imtihan
olarak her şeyin elimizden gitmesi de mukadder
olabilir. Çünkü veren de O, alan da O’dur.
Duâ sadece bir şeyin yok olmasından korktu-
ğumuzda ya da bir günâha düştüğümüzde değil,
varlıkta ve yoklukta, zenginlikte ve fakirlikte, sağ lıkta ve hastalıkta, bir imkâna kavuştuğumuzda
ve elimizdekiler uçup gittiğinde daima mürâcaat
MÜSTECÂB OLSUN
DUÂMIZ
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ*
13
edeceğimiz bir yoldur. Duâ ettikten sonra kabûl
edip etmemek O’na aittir. Ancak samimî ve içten
duâ edersek icâbet edeceğini de va’d eden yine
Rabbimiz Teâlâ Hazretleridir.
Cenâb-ı Hak kendisinin rızâsının Hazret-i
Peygamber aleyhi’s-selâma tâbi olmaktan geç-
tiğini de beyan etmektedir. Bundan dolayı
duâlarımızda peygamberimizi de anmamız ge-
rekmektedir. Hulûsî Efendi’nin buradaki gaze-
linde, Allah’a duâ ederken “Habîbin hakkı için
duâmı kabûl et” demesi bundan dolayıdır. Di-
ğer taraftan gönül aynasının her türlü dünyevî
kirlerden arındırılıp tertemiz olmasını da zik-
retmektedir. Çünkü duânın kabûl edilmesi için
hâlısâne, samîmî ve içten olması icap eder. Di-
ğer taraftan son beyitte Hulûsî Efendi, fakîr ve
muhtâc bir kul olarak ihsân ve inâyetini dile-
mek maksadıyla huzûr-ı ilâhîye geldiğini ifa-
de ediyor. Çünkü yaratan, nimetleriyle bes-
leyip büyüten, ihsân ve inâyetleriyle refah ve
huzur içinde yaşatan O’dur. Bu dünyadan göç-
tüğümüz zaman da kabrimizin Cennet bah-
çesi olmasını; âhiret hayatında da cennetiyle,
cemâliyle bizi rızıklandırmasını da taleb ede-
rek duâsını bitirmektedir.
Cenâb-ı Hak, bize de samîmî ve içtenlikle
yapılan ve yüce katında duâları müstecâb olan-
ların duâlarına “âmîn” demeyi nasîb eylesin.
GAZELİN METNİ:
Yüzümü tutmuşum yâ Rab bana eyle inâyâtı
Habîbin nûru hakkıçün kabûl et bu münâcâtı
Göremez çeşm-i nâ-bînâm o sevgili dil-ârâsın
N’olur yâ Rabbi ref’ eyle aradaki hicâbâtı
Bu dil dil-dârını görsün açılsın dîde-i cânım
Cemâlinin şuâından unutsun gayrı hâlâtı
Visâl-i ıydine nâil kılup bu cânımı dostun
Mutahhar eyleyip gönlüm gider dilden hayâlâtı
Musaffâ hamr-ı vahdetten içirüp rûhumu kandır
Hayât-ı câvidân bulup bile âlî kemâlâtı
Gönül âyînesinden sil bu mâ-sivâ gubârını
Cemâline olup mir’ât bula tâ izz ü gâyâtı
Hulûsî kapına geldi diler ihsânını yâ Rab
Fakîr ü sâil ü muhtâc umar Senden mihâdâtı
GAZELİN AÇIKLAMASI:
Yâ Rab! Yüzümü sana çevirdim, Sana yönel-
dim; huzûrundayım! Sana hâlimi arz ediyorum.
Habîbin olan Hazret-i Muhammed (s.a.v)’in yüzü
suyu hürmetine benim bu yakarışımı kabul et de
bana inâyetini, yardımını ihsân eyle.
Eğer Sen aradaki perdeleri kaldırmazsan gör-
me engelli gözlerim, kalplere ferahlık veren, gö-
nüller açan sevgiliyi göremezler. Bunun için Yâ
Rabbi! Cemâlini görmeye mâni olan bütün per-
deleri kaldır.
Gönül gözüm açılsın da gönle ferahlık veren
sevgiliyi görsün. Sevgiliden gelen nurlarla dol-
sun, onun dışındaki her türlü ilgi ve alâkayı kesip
sadece onunla olsun.
Benim bu gönlümü, Sana kavuşmanın bayra-
mına nail eyleyerek, Senin sevginden başka olan
her türlü ilgileri, sevgileri giderip, gönlümü terte-
miz eyle. Sen benim cânımsın.
Her türlü şirk duygusundan uzak olan vah-
det şarabını içir de, rûhumu kandır. Böylece gön-
lüm insana hayat veren bu şuurla, her türlü yüce
kemâlâtı bilip, manevî olgunluklara erişsin.
Yâ Rabbi! Gönül aynamdaki Senin sevgi ve
muhabbetinden başka sevgileri, görmeye mâni
olan toz-toprağı yok et ki sadece Senin cemâlinin
tecellî ettiği mekân olsun. Böylece gönlüm her
türlü izzet ve şerefe ersin, umduğu bütün arzula-
rına ulaşsın.
Yâ Rabbi! Hulûsî, fakîr bir kul, zavallı bir di-
lenci ve Sana her an muhtâc bir kişi olarak, Sen-
den bu dünyadan göçünce en güzel istirâhat
mekânı olan cennetleri nasîb etmeni niyaz eder.
* Prof. Dr.
Temmuz 200814
TASAVVUF YOLUNUN
ÖNDERLERİ“Şeyh, Allah’ı kullarına gerçek mânâda sevdiren, insanları da Allah’a sevdiren ve O’nun
yoluna yönlendiren kişidir. Bunu gerçekleştirecek olan şeyhin öncelikle kemâl kesbetmesi
gerekmektedir. Zira nâkıs insanlardan kâmil işler çıkmaz. Şeyhlik rütbesi; tarîkat yolunun
en yüce mertebesi, Allah’a davet konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir.”
Sûfî PersfektifKadir ÖZKÖSE*
Bekir AYDOĞAN / Şah-ı Nakşibendi Hazretlerini Kabri / Buhara- Özbekistan
15
Tasavvufta üzerinde önemle du-
rulan hususlardan biri de mürşid
ve özellikleridir. Mürşid, Arapça
irşâd kelimesinin ism-i fâilidir. Rüşd ise, insan-
lara maslahatlarını, kendilerine faydalı olacak
şeyleri gösterip çıkarlarını anlatmaktır.1 Buna
göre mürşid, “doğru yolu gösteren kişi” de-
mek olup, tasavvuf ıstılahında, “yolun tehlike-
li ve korkulacak yerlerini bilen, uyaran, dini ve
şer’î esasları mürîdin kalbine yerleştiren, kulla-
ra Allah’ı sevdirmeye vesîle olan kişi” şeklinde
tarif edilmiştir.2 Tasavvufî eğitim alacak olan ki-
şilerin hayat ve düşüncesine yön veren en güçlü
kaynak şeyhi ve şeyhinin tavsiyeleridir. Mürşid-i
kâmiller, tasavvufî talim ve irşâd ile meşgul
olurlar. Turuk-ı aliyyeden birine mensuptur-
lar, bir tekke veya zâviyede, seccâde-nişîndirler.
Evrâd, ibadet ve riyâzet ile meşgul olan dervişle-
re reislik eden şahsiyetdirler. Mürşid-i kâmiller;
düşünceleri, ahlâkları, davranışları ve uygula-
maları ile bağlılarına örnek konumundadırlar.
Şerîat, tarîkat, marifet ve hakîkat mertebelerin-
de kemâl derecesinde bir olgunluğa sahiptirler.3
Dolayısıyla mürşid, seyr ü sülûkun temel taşla-
rından biridir, tabii en büyük mürşid Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’dir.4
Peygamber Efendimizin İrşad Eğitimi
Peygamberlerin en temel görevi teblîğdir.
Teblîğ, bir irşâd faaliyeti ve insanları eğitme ame-
liyesidir. Peygamberimiz de öncelikle insanla-
ra Allah’ın âyetlerini ulaştırmaya çalıştı. Teblîğ
edilen âyetlerin dönüştürücü ve erdirici bir gücü
vardı. Sahâbe-i kirâm, Peygamberimiz (s.a.v.)’i
ziyarete geldiklerinde, yanından hep değişikli-
ğe uğramış olarak ayrılıyorlardı. Peygamberimi-
zin huzurunda, içlerine Allah korkusu ve Allah
aşkı doğuyordu. Sahâbe ile Peygamberimiz ara-
sında mânevî bir alışveriş oluyordu. Peygamber
(s.a.v.)’in yanında daha fazla bulunan, onun hu-
zurunda ve gözetiminde olma şerefi ne nail olan-
lar, onun mübarek nazarı ile kemale eriyorlardı.
Peygamberin irşâdı yalnızca söz ile değil, hâl ile
ve bu hâlden etkilenme şeklinde idi.
Peygamberimizin irşâd ve eğitim konu-
sundaki vârisleri onun ilim, irfân ve ahlâkına
vâris olan âlimlerdir. “Âlimler peygamberlerin
vârisleridir.”5 hadîs-i şerîfi nde maddî verâsetten
çok mânevî verâset söz konusu olmaktadır.
Mânevî verâset, maddî ve mâlî verâset gibi miras
“Sohbet şeyhlerinin meclislerinde va’z ve nasîhat de
vardır, ama sükût ve hâl/his daha değerlidir. Şeyh
ibadeti ve ahlakı ile çevresindekilere örnek olur, ama
aynı zamanda şeyh, onları mânevî olarak etkiler ve
yönlendirir. Şeyhin etrafındakileri, mânen etkileme
gücü vardır. Sırrî/derûnî etki ve mânevî tesir tasavvuf
olgusunu meydana getirir.”
Temmuz 200816
bırakandan vârise kalan ve artık onun malı olan
rûhî değerler, mânevî hâller ve ahlakî kemâllerdir.
Yoksa çıplak bilgi değildir.6 Bir kişinin mânevî ve-
rasete sahip olup olmadığını, sünnet-i seniyyeyi
hakkıyla yaşayıp yaşamadığına bakarak anlarız.
Huzurunda bulunurken müsbet anlamda deği-
şikliğe uğranılan zat, mürşid-i kâmildir.7
Pir Tutmak
Tasavvuf tecrübî bir ilim, seyr ü sülûk eğitimi
de pratik bir uygulamadır. Güneşin altında mey-
veler nasıl farkına varmadan güneşten aldıkla-
rı gıda ile olgunlaşırlarsa, aynı şekilde insanlar
da çevresinde ve halkasında bulundukları güçlü
şahsiyetlerin mânevî ikliminde pişerler. Gelenek-
sel eğitim ve mesleklerde ustadan ustaya geçen bir
silsileye bağlı bir otoritenin önünde diz çökmek
suretiyle (pîr tutmak), o ustanın tezgâhında bilgi-
nin ve mesleğin öğrenilmesi atılacak ilk adımdır.
Bir muallimin, bir rehberin, bir mürşidin deneti-
mi ve yönlendirmesi altında bu yolda talim ve ter-
biye görülmesi, tasavvuf mesleğini âdetâ usta-çırak
ilişki siyle açıklanabilecek bir zanaat okulu hâline
getirmiştir.8
Şeyhlik Makamı
Şeyh, Allah’ı kullarına gerçek mânâda sevdi-
ren, insanları da Allah’a sevdiren ve O’nun yo-
luna yönlendiren kişidir. Bunu gerçekleştirecek
olan şeyhin öncelikle kemâl kesbetmesi gerek-
mektedir. Zira nâkıs insanlardan kâmil işler çık-
maz. Şeyhlik rütbesi; tarîkat yolunun en yüce
mertebesi, Allah’a davet konusunda peygamber
vekilliğinin en üstün derecesidir.9 Tasavvuf yolu-
na sülûk edecekler için kâmil bir şeyhin bulun-
ması da yeterli değildir. Şeyhin dervişlerine reh-
berlik edebilecek beceri ve ehliyette olması da
şarttır. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakül-
tesi Öğretim Üyesi Şâh-ı Nakşibend (ö.791/1388)
bu gerçeği şu şekilde dile getirir: “Şeyhler, şu üç
Bekir AYDOĞAN / Abdülhâlik-ı Gücdüvânî Hazretlerinin Kabri
17
çeşitten biridir. Ya kâmildir, ya mukalliddir ya da
mükemmildir. Kâmil ve mükemmil olan iş biti-
rir.”10 İnsanın mânevî yolculuğa çıkmadan önce
bir mürşid araması gerekir. Hatta Nakşiben-
diyye tarîkatında Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (ö.
595/1199) tarafından konulan on bir prensipten
biri olan “Sefer der vatan”ın anlamı da mürşid
aramak için yolculuğa çıkmak demektir. Aranan
bir mürşidde bulunması gereken vasıfl ar şöyle sı-
ralanmıştır:
1. Mürşid olacak kimsenin kitap ve sünnetin
emirlerine âgâh olacak kadar bilgili olmalı,
2. Üzerinde Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği bir
vakar bulunmalı,
3. Kemâl sıfatlarıyla donanmalı,
4. Dünya ve makam sevgisinden geçmeli,
5. Riyâzât ve mücahede ile nefsini arıtmalı,
6. İstikâmet sahibi ve muttakîlerin imamı ol-
malı,
7. Hem kendisinde hem de sevenlerinde celâl
ve cemâl vasıfl arını dengeli bir tarzda tutmalı,
8. Nâfi le ibadet ve zikirle ruhunu yüceltmeli,
9. Muhammedî ahlâka sahip bir kimse olmalı,
10. Silsileye sahip bir mürşidden icâzetli bu-
lunmalı,
11. İçtihâd derecesinde fıkhî bilgiye sahip ol-
masa da müntesiplerinin meselelerini çözebile-
cek bir kalb diriliğine sahip olmalı,
12. Sağlam bir ilim, sağlam bir zevk, yüksek bir
himmet, razı olunan bir hâl ve açık bir basîrete
sahip olmalı,
13. Nefsini tezkiye ettiği kadar müridlerinin de
nefi slerini düzeltebilecek bir metoda sahip olma-
lı,
14. Hubb-i dünya (dünya ve dünyalık sevgisi)
ile tanınan ve tanımlanan birisi olmamalı; yani
yaptığı işten dünyalık bekleyen bir konumda bu-
lunmamalı, aksine eline geleni ve elindekileri hiz-
mette kullanabilmeli ve bu konuda çevresindeki-
lere örnek bir konumda bulunmalı,
15. Yüzü nûrânî ve sözü rabbânî olmalı,
16. İlhâm-ı ilâhîye sahip olmalı,
17. Mânevî miracını gerçekleştirebilmiş, ulaş-
tığı hakikatleri insanlara aktarabilmiş, kalbini
kötü sıfatlardan temizlemiş, övgüye değer sıfat-
larla süslenmiş olmalı,
18. İnsanın içine inşirah veren yüzü, görenler-
de uhrevîlik ve rabbânîlik duygusu meydana geti-
rerek Allah’ı ve âhireti hatırlatmalı,
19. Kendisinde dinî cehâlet, Müslümanların
hukukuna saygısızlık, mâlâyânî ile uğraşmak, her
şeyde hevâya uymak ve kötü ahlâk gibi hasletler
bulunmamalı,
20. Sosyal hayatta etkin olmalıdır.11
Talim Şeyhleri
Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısım-
dır: Talim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarîkat şeyhi.
Talim şeyhi; tasavvufî konularda bilgi veren
muallim konumundaki sûfîdir. Talim şeyhle-
ri, İslâm’ı bilen, takva sahibi sâlih mü’minlerdir.
Kendilerine başvuran mü’minlere dinin zâhirî
hükümleri hakkında bilgi vermelerinden başka
bâtınî ameller ve bunların hükümleri hakkında
da bilgi verir, yaptıkları va’z ve nasîhatlerle Müs-
lümanların nefi slerini kötülüklerden arındırma-
ları ve ahlâklarını düzeltmeleri konusunda onla-
ra yardımcı olurlar. Yaptıkları bu işe bâtınî fıkıh,
muâmele ilmi, va’z, nasîhat gibi isimler de veri-
lir. Müzekkirler/vâizler arasında bu gibi sîmâlara
rastlanır. Bunlar âlim oldukları için bilgileriyle
halkı aydınlattıkları gibi, takva sahibi sâlih kişi-
ler oldukları için de onlara örnek olurlar. Bu ni-
teliğe sahip talim şeyhleri veya hocaları sıradan
hocalardan farklı oldukları gibi, onları sayan, se-
ven ve örnek alan Müslümanlar da diğerlerinden
farklıdır. Çevrelerinde toplanan ve sohbetlerinde
bulunanlar da bunları kâmil, fazîlet sahibi müba-
rek insanlar olduklarına inanırlar.12
Sohbet Şeyhleri
Sohbet şeyhi; sohbetine herkesin katılıp sözle-
rini dinlediği, hâl ve hareketleriyle örnek olan ki-
şidir. Sohbet şeyhi, bilgi vermekle beraber, çevre-
sindekilere örnek de olur. Özellikle h.3-4/m.9-10.
asırlarda taliplere yol gösteren ve müridlerini ter-
biye eden şeyhleri, sonraki şeyhlerden ayırt etme-
küzere, onlar için “sohbet şeyhi/şeyh-i sohbet”
tabiri kullanılır. Sohbet şeyhlerinin meclislerin-
de va’z ve nasîhat de vardır, ama sükût ve hâl/his
daha değerlidir. Şeyh ibadeti ve ahlakı ile çevre-
Temmuz 200818
sindekilere örnek olur; ama aynı zamanda şeyh,
onları mânevî olarak etkiler ve yönlendirir. Şey-
hin, etrafındakileri mânen etkileme gücü var-
dır. Sırrî/derûnî etki ve mânevî tesir tasavvuf
olgusunu meydana getirir.13 İlk sûfîlerin meclis-
lerine katılanlara ve sohbetlerinde bulunanlara
“sâhib/yoldaş” denir. Bir şeyhin sohbetinde bu-
lunan, başka bir şeyhin veya şeyhlerin sohbetin-
de de bulunabilirdi. Fakat hangi şeyh onun gön-
lüne daha çok yatarsa onun meclisine daha fazla
gider, ondan daha fazla etkilenir; bundan dolayı
da o şeyhin sahibi/yoldaşı olarak tanınırdı. Böyle
şeyhler, terbiye şeyhlerinden farklı olduklarından
onlara şeyh-i sohbet veya şeyh-i talim denirdi.
Söz konusu şeyh bilgili, sâlih, takvâ sahibi din-
dar bir mü’mindi. Ayrıca mânevî hâllere sahip-
ti, tasavvufî tecrübesi ve yaşantısı vardı. Sohbet
şeyhi ile musâhibi arasındaki ilişki de hoca/tale-
be ilişkisine benzerdi. Evliyâdan olduğuna inanı-
lan bir şeyhi görmenin ve sohbetinde bulunma-
nın ayrı bir fazîleti vardı. Bu görme ve görülme
(rü’yet/nazar) sahâbenin Hz. Peygamberi görme-
lerine, onun tarafında görülmelerine ve sohbetin-
de bulunmalarına benzemekteydi.14
Tarîkat Şeyhleri
Tarîkat şeyhi; mürid ve müntesiplerini bir an-
nenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiş-
tirmeye çalışan şeyhtir. Buna “terbiye, irşâd ve
teslîk şeyhi” de denir. Mürîd ve müntesiplerini
bir annenin çocuğunu, bir öğretmenin öğrencisi-
ni, bir ustanın çırağını terbiye etmesi ve yetiştir-
mesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyhtir. Onların
hem rûhanî, hem de dünyevî rehberidir. Sohbet
ve talim şeyhleri muhiplerine belli zamanlarda,
belli miktarda, belli dualar (ezkar ve evrad) oku-
ma mecburiyeti getirmedikleri ve onlar üzerinde
sıkı bir denetim kurmadıkları halde, terbiye şeyh-
leri bağlılarına evrâd okuma mecburiyeti getirir,
onları sıkı bir mânevî denetim altına alır, zaman
zaman da sadâkatlerini test ederler. Her tarîkat
şeyhinin aynı zamanda sohbet ve talim şeyhi ol-
ması gerekir, bunun istisnâsı çok azdır.15
Şeyhler hakkında şu sınıfl andırmalar yapıl-
maktadır:.
1. Hâl şeyhi, gerçek anlamda tarîkat ve tasav-
vufu yaşayıp yaşatan şeyhlerdir.
2. Kâl şeyhi, sözde şeyh olup müteşeyyih (ken-
di kendini şeyh ilan eden, şeyh geçinen) olarak
bilinen isimlerdir.
3. Yol veya yal şeyhi, tasavvuf yolunun
sahtekârlarıdır.
4. İrâde şeyhi, iradesini ilahî irade içinde erit-
miş, müritlerini ruh ve bedenle tesiri altına almış
şeyhlerdir.
5. İktidâ şeyhi, kendisine uyulması, söz ve dav-
ranışlarının taklit edilmesi gereken şeyhlerdir.
6. Teberrük şeyhi, feyiz ve bereketinden nasip
almak için mübtedi mürîdin ziyaret ettiği şeyh-
lerdir.
7. İntisâb şeyhi, mübtedi mürîdin onun saye-
sinde tarîkata kabul olunduğu, bundan dolayı da
ona karşı sorumlu olduğu kimsedir.
8. Telkîn şeyhi, her mürîde okuyacağı virdi
tevzî eden şeyhlerdir.
9. Terbiye şeyhi, mübtedi mürîdlerin terbiyesi
ile görevlendirilen şeyhlerdir.16
∗
* Doç. Dr.
1 Süleyman Uludağ, İslam’da Mürşid ve İrşad Faaliyetleri, İrfan Yay., İstanbul 1975, s. 12.
2 Ali b. Muhammed es-Seyyid eş-Şerîf el-Cürcânî, Kitâbu’t-ta’rîfât, tah. Abdulmun’im Hafnî, Kahire ts, s. 238; Enver Fuad Ebu Hazzam, Mu’cemu’l-mustalâhâti’s-sufiyye, tah. George Mutri Abdulmesih, Beyrut 1993, s. 161; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yay., Ankara 1997, s. 527.
3 İrfan Gündüz, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddîn (KS) – Hayatı, Eserleri, Tarikat Anlayışı ve Hâlidiyye Tarikatı, Seha Neşriyat, İstanbul 1984, s.238.
4 Ahmet Cahid Haksever, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sufi si Yakub-ı Çerhî, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 130-131.
5 Buhari, İlim, 10.6 Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes’leleri, Erkam Yayınları, İstanbul
2004, s. 87-88.7 Akif İnan, “Tasavvufî İrşad Ve Eğitim”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleri-
yle Tasavvuf, Seha Neşriyat, İstanbul 1991, s. 63-66.8 Mahmut Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir-Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası-,
İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 48.9 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları
-Avarifu’l-Maarif Tercemesi-, haz. H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, s. 103.
10 Haksever, Yakub-ı Çerhî, s. 131.11 Sühreverdî, Tasavvufun Esasları, s. 104-107; İdris Azûzî, eş-Şeyh Ahmed Zerrûk
Ârâuhü’l-Islâhıyyetü tahkîku ve dirâse ‘Uddetü’l-Mürid es-Sâdık’, Matbaatü’l-Füdâle, Muhammediyye 1998, s. 98; H. Kâmil, Yılmaz, “Tasavvufl a İlgili Soru ve Cevaplar”, el-Lüma’, İstanbul 1996, s. 474-5.
12 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 64-65.
13 Uludağ, Tasavvufun Dili 1, s. 63.14 Uludağ, Tasavvufun Dili 1, s. 125.15 Uludağ, Tasavvufun Dili 1, s. 67.16 Adem Çatak, Şihâbeddin Sühreverdî Hayatı Eserleri ve Tasavvuf
Anlayışı, Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 102.
Dipnot
19
ŞEHZÂDEMSana harfl eri öğreteceğim önce şehzademİşte bunları: Elif! Be! Te! Se! Kalem de tutacaksın, kılıç da, gül de Okuyacaksın medrese medrese.
Yeni diller gerek sana Türkçeden başka: Arapça, Farsça, Lâtince! Dağılacak saçların rüzgârlarda her sabah Konuşacaksın ince ince
Horasan tamburları, neyler, kudümler, Seni selâmlayacak çıkıp gelince. İnce sazlar gibi coşkun şiirler yazacaksın Arûz veznini bilince.
Seni senden alıp giden bir büyük sırrı Kimse bilmeyecek önce Savuracak sonra seni Bizans’a doğru Saçaklarını döven düşünce.
Seveceksin savaşları tarihlerden öğrenip Okuyup duracaksın hergün-her gece Bir gün sen geleceksin aklımıza şehzadem Tarih dersi denilince.
Yavuz Bülent BÂKİLER
Temmuz 200820
ER-REŞÎD
TEDBİRLERİ DOĞRU
YOLDAN HEDEFE ULAŞAN:
“İnsanlara Allah’ın yolunu göstermek anlamına gelen “hidâyet” ile “irşâd” kelimeleri
arasında anlam bakımından yakınlık vardır. Hidâyet, küfürden İslâm’a dönüşün
bir adı olurken; irşâd ise, bu sürecin zirve noktasıdır. Bu anlamda irşâda daha
çok mü’minler muhtaçtır. Zira hidâyeti elde etmek kolaydır ama onu korumak
ve sürdürmek zordur. Bundan dolayı, mü’minler sürekli ve kesintisiz bir biçimde
nasîhate muhatap kılınmalıdırlar. İrşâdla takviye edilmeyen bir hidâyet hâli, her an
tehlikededir.”
DüşünceRamazan ALTINTAŞ*
21
Sözlükte “r.ş.d’ kö-
künden türemiş
olan ‘reşîd’ kelime-
si; “doğru yoldan giden, doğru
yolu bulan, doğru düşünen akıl
ve temyîz sahibi kimse” anlamı-
na gelir.1 Aynı kökten türeyen
irşâd kelimesi ise; “doğru yol-
dan gitme, doğru yolu bulma,
doğru düşünme, akıl ve temyiz
sahibi olma” gibi anlamların ya-
nında, “irfân sahibi bir velînin
Allah’ın yolunu göstermesi” an-
lamını da ihtivâ eder.2 Bu yüz-
den insanları zühd ve takvâ yo-
luna davet eden Allah’ın sâlih
kullarına da mürşîd denilmiştir.
İşte Allah’ın engin rahmet, af,
bağış ve kurtuluş yolunu göste-
ren en güzel isimlerinden biri-
si de hidâyet edici/yol gösterici
manasına er-Reşîd ismidir. O,
yegâne “velî-mürşid”dir.3 Ken-
disi irşâda muhtaç değildir, ama
bütün bir varlık dünyası O’nun
irşâdına muhtaçtır. Dolayısıyla
Allah’ın en güzel ismi olan er-
Reşîd; “bir mürşidin irşadı, bir
doğrultucunun doğrultması,
bir işaret edenin işareti olma-
dan tedbirleri doğru yola ula-
şan” demektir. Eğer bir Müslü-
man, hayatında insanları doğru
yola çağırmayı ve doğru olmayı
bir hayat tarzı haline getirirse,
böyle bir kimse Allah’ın bu gü-
zel isminden pay almış olur.4
Kur’ân-ı Kerîm’de Hûd
Sûresi’nin 78. âyetinde geçen
“racülün reşîd” terkibi “aklı ba-
şında adam” manasına; aynı
sûrenin 87. âyetinde geçen
“halîmun reşîd” pasajı da “aklı
başında yumuşak huylu adam”
anlamına gelmektedir. Elbet-
te başta, insanlığa doğru yolu
gösteren bütün peygamberler
‘reşîd’ kimselerdir. Çünkü on-
lar toplumlarını; sapıklık, akıl
karşıtı bir tutum olan körü kö-
rüne taklit ve azgınlıktan aklı
kullanmaya ve doğru yola yö-
nelmeye çağırmışlardır. Bu an-
lamda irşâd faaliyeti ilk insan
ve ilk peygamber Hz. Âdem’le
birlikte başlamıştır. Halkı irşâd
için gönderilen bütün peygam-
berler, insanlara nazaran üs-
tün bir takım yeteneklere ve
herkeste bulunmayan vasıfl a-
ra sahiptirler. Yüce Allah biz-
zat elçilerini seçmiş (istifâ)5 ve
süzmüş (ictibâ)’tür.6 Her şey-
den evvel bu saygıdeğer insan-
lar; zeki, doğru sözlü, güvenilir
ve günahsızdırlar.7 Nasıl ki ha-
yırlı ve faydalı yola, rehberliğe
“rüşd” deniliyorsa, bu kelime-
nin zıddına da, “sapıklık ve az-
gınlık” denmektedir. Çünkü bu
olumsuz sıfatları haiz olan kim-
seler birey ve toplumları Al-
lah yolundan saptırırlar. Bun-
dan dolayı Kur’ân-ı Kerîm’de
Fir’avun’un işinin reşîd olma-
dığı vurgulanmak8 suretiyle,
onun ve ona uyanların aklın ve
tenzîlin hidâyetinden gerektiği
bir şekilde yararlanmadığı an-
latılmak istenmiştir.
İnsanlara Allah’ın yolu-
nu göstermek anlamına gelen
“hidâyet” ile “irşâd” kelimeleri
arasında anlam bakımından ya-
kınlık vardır. Hidâyet, küfürden
İslâm’a dönüşün bir adı olur-
ken; irşâd ise, bu sürecin zirve
noktasıdır. Bu anlamda irşâda
daha çok mü’minler muhtaçtır.
Zira, hidâyeti elde etmek kolay-
dır, ama onu korumak ve sür-
dürmek zordur. Bundan dolayı,
mü’minler sürekli ve kesintisiz
bir biçimde nasîhate muhatap
kılınmalıdırlar. İrşâdla takviye
edilmeyen bir hidâyet hâli, her
an tehlikededir.
Dinimizde irşâd faaliyetini
sürdüren kimselere mürşîd adı
Temmuz 200822
verilir. Gerçek anlamda mürşîd,
birey ve toplumlara manevî an-
lamda yol gösteren kimselerdir.
Aynı zamanda bunlar vâris-i
enbiyâdır. Görüldükleri zaman
Allah akla gelir. Mürşidlerin ay-
rılmaz vasfı, irşaddır. Bu vas-
fı taşıyan kimselerde, sıradan
insanlarda bulunmayan bir ta-
kım özelliklerin var olması ge-
rekir. Çünkü irşâd faaliyetleri-
nin toplumlar üzerinde olumlu
yönde etkinliği biraz da bu va-
sıfl arla alakalıdır.
Mürşîdin en önemli vasfı,
ihsan derecesinde tahkîki ima-
na sahip olmaktır. Bu kuvvetli
iman bağı, mürşidi, Allah karşı-
sında sorumlu bir varlık haline
getirir ve hayatını hangi amaç
doğrultusunda yaşayacağını
gösterir. Mecâzî anlamda iman
bir binânın temelleri gibidir.
Şer’î hükümler de bu binânın
katlarını ve çatısını oluşturur.
Dolayısıyla imanla amelî hayat
arasında kopmaz bir bağ vardır.
İmanla amel bütünlüğü güçlü
oldukça, iman binâsının sarsıl-
ması ve yıkılması zordur. Çün-
kü sâlih ameller imanı keyfi yet
planında kuvvetlendirir.
Mürşidin hayatında “güzel
ahlâk”ın her biri, bir yaşam ha-
line dönüşmüştür. Bu ilkeler-
den birisi de sıddîkiyet, yani
doğruluktur. Kur’ân’ın öngör-
düğü doğru insan, yaptığı bü-
tün işlerde istikamet sahibidir.
Çünkü Allah, doğrularla bir-
liktedir ve onların yardımcısı-
dır. Allah’la beraber olan insan;
Allah’a, âhiret gününe, melek-
lere, kitap ve peygamberlere
inanan, imkân ölçüsünde ak-
rabalarına, toplumun zayıf bı-
rakılmış kesimi olan yetimle-
re, düşkünlere, yolculara, hak
ve hürriyetleri elinden alınmış
insanlara yardım elini uzatan;
namaz kılan, zekat veren, söz-
leştiği zaman sözünde duran,
zorda, darda, savaş ve deprem
gibi doğal afetlerle karşılaştığı
zaman sabreden ve isyan etme-
yen kimsedir.9 İşte mürşidlerin
hayatında bütün bu güzel has-
letler, ayrılmaz bir sıfat hâline
gelmiştir.
Mürşidlerin çok önemli bir
diğer vasfı da ‘emîn/güvenilir’
oluşlarıdır. Onlar, “mü’minin
sorumluluk alanına giren her
şey, bir emânettir” anlayışı-
na sahiptirler. Bu anlamda
‘velâyet’ makamının gereklerini
harfi yen yerine getirirler. Onla-
rın gönül ve zihin dünyalarında;
Allah’a karşı dinî sorumlulukla-
rımız bir emânettir, helâlinden
kazanmak bir emânettir, ço-
cuklarımız bir emânettir, için-
de yaşadığımız coğrafya bir
emânettir, bedenimiz bir
emânettir, ilmimiz, irfânımız
bir emânettir, toplumun bü-
tün fertleri bir emânettir. On-
lar bu emânetlerin bilincinde-
dirler. Yaşadıkları çağlarda her
birisi tavır ve davranışlarıyla
bir emânet âbidesidirler. Çün-
kü emânetleri korumak ve ye-
23
rine getirmek aynı zamanda iyi
mü’min olmanın bir göstergesi-
dir.
Allah’a davetin öncüleri olan
mürşîdler asla “adalet”ten ay-
rılmazlar. Adalet, her hak sa-
hibine hakkını vermektir. Doğ-
ruluktan ve haktan sapmak,
bireysel ve toplumsal düzeni
bozar. Bu anlamda onlar ada-
let görevlerini yerine getirmek-
le toplumda ıslah edici fonksi-
yonlarını diri tutmuş olurlar.
Öte yandan mürşidler “ahde
vefâ” ahlâkını söz ve davranış-
larıyla gösterirler. Bu konuda
da topluma güzel örnek olurlar.
Evvelâ insanın yaratıcısı olan
Allah’a karşı vefâlı olması gere-
kir. Çünkü, Allah’a karşı vefâlı
olmayan kimse, ne işine, ne eşi-
ne, ne arkadaşına, ne dostuna,
ne akrabasına, ne çevresine ve
ne de milletine/toplumuna kar-
şı vefâlı olur!. Bu sebeple “ahde
vefâ” gibi bir değerin kayboldu-
ğu toplumlarda mürşîdler ima-
nın göstergesi olarak bu değeri
yeniden yaşatırlar, ihyâ eder-
ler.
Mürşidlerde ihlâs ve samî-
miyet kemâl hâlindedir. Bu se-
beple onlar, saf, arı ve duru
bir davranışa sahiptirler. İman
ve amellerini sadece ve sadece
Allah’a özgü kılarlar, asla göste-
riş karıştırmazlar. Bundan do-
layı onların bütün çabası, in-
sana kötülüğü emreden ‘nefsi
eğitmek’tir. Çünkü insan, çok
çeşitli bir biçimde nefsanî ve
şeytanî etkilerin ve telkinlerin
altındadır. Bizim medeniyeti-
mizde kadîm İslâm kentlerinde
her şey, ‘nefsi eğitmek’ ve insa-
na ‘Allah’ı hatırlatmak’ üzerine
kurulmuştur. Kadîm ve modern
zamanların Batı kentlerinde ise,
her şey, “nefsi kışkırtmak” ve
“Allah’ı unutturmak” üzerine
binâ edilmiştir. İslâm irfânına
göre önemli olan günah galeri-
si ortamlardan uzaklaşıp, dağ
başlarına çekilmek değil, bu or-
tamlarda yaşamakla birlikte,
rasyonel ahlâk anlayışını haya-
ta taşımaktır. İşte günah galeri-
si haline gelen ortamlarda, ‘ha-
ram tuzaklarına’ takılmadan
yaşayanlar, gerçekten bu çağın
evliyâsı, Allah’ın dostlarıdır.
Mürşidlik bu değil midir zâten?
Mürşidlerin ortaya koyduk-
ları her türlü davranışlarında
niyetleri, sadece Allah’ın rıza-
sını kazanmaktır. Bilindiği gibi
niyet, Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmak ve buyruklarına uy-
mak için bir işe yönelmeye kal-
ben karar vermek, özgür ira-
deyi o yöne yöneltmektir. Söz
veya davranış plânında gerçek-
leştirilen bir faaliyette “Allah’ın
rızâsı” amaç edinilirse, insanın
yapmış olduğu bütün meşrû
şeyler ibadet kapsamı içerisine
girer. Meselâ; sokakta koşan iki
adam düşünelim. Biri kendisi-
ne yardım etmek isteyen kimse-
ye ulaşmak için koşuyor; diğeri
ise, bir hırsızlık yapmıştır, po-
lise yakalanmamak için koşu-
yor. Yapılan “koşma” fi ili aynı,
ama niyetler farklıdır. Gerçek-
ten ameller, niyetlere göre-
dir. Niyet, yönelmek demek-
tir. Niyetten maksat, ibadetle
âdeti birbirinden ayırmak için-
dir. İbadetle âdetin ayrılması-
nın misâli, oruç tutan kimsenin
durumu gibidir. Birisi fazla ki-
lolardan kurtulmak için yiyip
içmez ki, bu âdettir; diğeri ise,
sırf Allah emrettiği için oruç tu-
tar ki, bu da ibadettir. Hâlbuki
oruçta ikinci niyet olsa, birinci-
si de beraberinde gerçekleşmiş
olacaktır. İşte bütün Allah dost-
ları olan mürşidler bize amel-
lerde saf niyetin önemini hatır-
latmak için gelmişlerdir.
Sonuç olarak söylemek gere-
kirse, Allah’ın en güzel isimle-
ri arasında yer alan er-Reşîd’in
mânâsı, Yüce Allah’ın doğ-
ru yolu göstermesi demektir.
Her Müslüman bu isimden bir
pay almalıdır. Eğer biz de ge-
rek söz ve gerekse davranışları-
mızla doğruluktan ayrılmazsak,
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış
oluruz. Bu yüce ahlâkla do-
nanan kimselerin birinci vas-
fı ihsan derecesinde muhkem
bir imana sahip olmak; diğe-
ri ise, hiçbir kuşku ve tereddüt
taşımadan kararlı bir şekilde
Allah’a güvenmektir. Unutma-
mak gerekir ki bütün bu gü-
zel hasletlerin takviyesi; ahlâk
ve sâlih amellerle sağlanır. Bu
vasıfl ara sahip olan mürşidler,
gerçekten örnek alınacak şah-
siyetlerdir. Kadın-erkek her
mü’min bu vasıfl ara sahip olan
insanları örnek almalı ve onlar
gibi olmaya çalışmalıdır.
* Prof. Dr.
1 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, III, 175–76; Şemseddîn Sami, Kâmus-i Türkî, İstanbul, 1317, s. 664.
2 Şemseddîn Sami, Kamûs-i Türkî, s. 664.3 18/Kehf, 17.4 İmâm-ı Gazâlî, Kitâbu’l-Esnâ, Mısır, ts., s. 109.5 22/Hacc, 75.6 3/Âl-i İmrân 79.7 Süleyman Uludağ, İslâm’da İrşâd, İstanbul, ts., s. 17.8 11/Hûd, 97.9 Bkz. 2/Bakara, 177.
Dipnot
ŞEHRİN KAPILARINI
HAKÎKAT’E AÇAN LİDER
KültürSadık YALSIZUÇANLAR
Temmuz 200824
FATİH
25
“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşattığı zaman
bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği
Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i
kerîmeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret
ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada
İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensârî’nin
İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen
kabrini de bulmak istemişti.”
F etih, nefsin
kapılarının
açılmasıdır.
Benliğin sırları, varlığın ha-
kîkatine doğru yapılan gezide
belirir.
Fütûhât, insanın, kendi var-
lığının esrârının kendi görüşü-
ne açılması, böylece varoluşun
gerçeğinin tecellî etmesidir.
Tecellî, cilve’den gelir; cilve,
‘gerdek gecesi gelinin duvağı-
nın aralanması’dır.
Böylece tecellî fethin mânevî
katlarından ibarettir ve insanla
Vareden arasındaki perdelerin
aralanmaya başlamasıdır.
İstanbul’un fethi, sadece bir
şehrin Osmanlı egemenliği-
ne geçmesi değil, diğer bütün
fütûhât gibi, insanla Varlık sırrı
arasındaki kimi perdelerin say-
damlaşması, Kur’an medeniye-
tinin çiçeklenmesidir.
Bu, bir gülün katlarının açıl-
masıdır.
Gül, Muhammedî Nûr’un
sembolüdür.
O Nûr, kâinatın kendisinden
yaratıldığı sırdır ve nûrullahtır.
Selçuklu ve Osmanlı mede-
niyetlerinin mânevî zemininde
İbn Arabî, Hz. Mevlânâ, Mol-
la Câmî, Molla Gürânî, Hacı
Bayram-ı Velî, Ubeydullâh-ı
Ahrâr, Konevî, Cîlî gibi mânevî
fatihleri aramak gerekir.
Büyük fütüvvet ehli Hâce
Ubeydullâh-ı Ahrâr’ın, Kons-
tantiniyye’den çok uzaklarda
olmasına rağmen, fethin mân-
evî şöleninde rûhâniyetiyle ve
mânevî askerleriyle bulundu-
ğu rivayet edilir. Molla Câmî,
bir medeniyetin ahlâkî ve este-
tik boyutlarını besleyen ana da-
marlardandır.
Fatih Sultan Mehmed’in
Câmî’yi hacdan dönerken İstan-
bul’a davet etmek için Hoca
Atâullâh-ı Kirmânî’yi beşbin al-
tın armağanla Halep’e gönder-
diği biliniyor. Kirmânî ulaş-
madan az önce Câmî oradan
ayrılmış olduğundan bu çağrı
gerçekleşmemiştir. Fatih ikinci
defa yine kıymetli armağanlar-
la Câmî’ye bir elçi gönderip on-
dan kelamcıların, felsefecilerin
ve sûfîlerin görüşlerini karşı-
laştırarak tartışan bir eser yaz-
masını dilemiş, bunun üzerine
Temmuz 200826
Câmî, ed-Dürretü’1-Fâhire’yi
yazmış, lakin eser kendisine su-
nulmak üzere gönderildiğin-
de Fatih rahmete göçmüştü.
Câmî’nin Dîvân’ında Fatih Sul-
tan Mehmed’in fetihlerini anla-
tan mesnevî formunda bir şiiri
yer almaktadır. Fatih’in oğlu II.
Bâyezid ile Molla Câmî arasın-
daki mektuplaşmalar, Sultan’ın
ona duyduğu hürmet ve mu-
habbeti açıkça göstermektedir.
Câmî II. Bâyezid’in bir mektu-
buna bir kasîde ile cevap ver-
miş, başka bir kasîdesinde de
övmüştür. Silsiletü’z-Zeheb’in
üçüncü kısmını yine II. Bâyezid
adına telif etmiştir. Eserlerin-
den, onun Karakoyunlu Cihan
Şah ile Akkoyunlu Uzun Hasan
ve Yakub Bey gibi hükümdar-
larla da dostane münasebetleri
olduğu anlaşılmaktadır.
Fatih’in arkasında sadece
Ekberî geleneğin yıldızı Molla
Câmî yoktur.
1389 yılında Şam’da doğan
büyük bilge Akşemseddin, bü-
yük fatihin ilim ve irfanının, ke-
mal ve ufkunun mânevî kaynak-
larının başında gelir. Kaynaklar
bize şöyle söylüyor : “Asıl adı
Mehmed, Şemseddin’dir. Fatih
devri mutasavvıf ve din âlim-
lerinden olan Akşemseddin,
küçük yaşta babası Şeyh Ham-
za ile birlikte Anadolu’ya ge-
çerek Göynük’e yerleşir. Bu-
rada medrese öğrenimi görür,
müderris olur. Özellikle he-
kimlik alanında derin bir bil-
gi sahibidir. Çeşitli hastalıkları
tedâvî eder, özellikle ruh has-
talıklarının tedâvîsinde başarı
gösterir. Bunun için kendisine
“Tabîbü’l-ervâh”, yani ruhla-
rın doktoru denir. Daha sonra
tasavvuf yoluna girerek Hacı
Bayram-ı Velî’ye intisâb eder.
Hacı Bayram-ı Velî, melâmetî
ahlâkın doruk isimlerinden So-
muncu Baba’nın (Şeyh Hâmid-i
Velî) halîfelerindendir ve Yesi’-
den gelen Gül Kokusu’na,
Ahmed-i Yesevî’ye çıkar. O ise,
Yûsuf-ı Hemedânî Hazretle-
rinin gözdelerindendir. Hacı
Bayram-ı Velî’nin Cemale yürü-
yüşünden sonra Akşemseddin
postnişin olur ve Edirne’ye ge-
çer. Edirne sarayında bulunan
Osmanlı padişahı II. Murad, bu
genç, aşk dolusu, her bilgide üs-
tün, olgun sûfîyi ziyaret eder ve
oğlu şehzade Mehmed’in eği-
tim ve öğretimini üzerine alma-
sını rica eder. Akşemseddin bu
teklifi reddetmez. Yıllarca ona
bilgi aşılar. Şehzade Fatih, pa-
dişah olunca da yanından ay-
rılmaz, onun en yakın hocası ve
danışmanı olarak görevini sür-
dürür.
Fatih Sultan Mehmet, İstan-
bul’u kuşattığı zaman bilgisi-
ne olduğu kadar şahsına da bü-
yük değer verdiği Akşemseddin
de beraberinde bulunuyordu.
Âyet-i kerîmeleri ve hadîsleri
tefsir ederek askere gayret ve
cesaret vermeye çalışan Ak-
şemseddin, bu arada İslâm
dünyasının ulu kişisi Hazret-i
Eyyûb el-Ensârî’nin İstanbul
surları dibinde bulunduğu bili-
nen kabrini de bulmak istemiş-
ti. Hâlid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-
Ensarî, Hazret-i Muhammed
(s.a.v.)’i Mekke’den Medîne’ye
hicretinde evinde misafi r eden,
Hazret-i Peygamber’in bütün
gazâlarında yanında bulunan
ve onun sancaktarlığını yapan
zât idi. Emevîlerin ilk halîfesi
Muâviye, oğlu Yezîd’in kuman-
dasındaki bir orduyu İstanbul’u
fethe gönderdiği zaman, çok
yaşlı bulunan Hâlid bin Zeyd’i
de “uğurlu kişi” olarak bu sefere
memur etmişti. İslâm âleminin
bu ünlü kişisi İstanbul’un mu-
hasarası sırasında vefat etmiş
ve vasiyeti gereğince surların
dibindeki bir noktada toprağa
verilmişti. İslâm tarihinin ver-
diği bilgi bundan ibaret kalıyor-
du. Akşemseddin, bu bilgininin
ışığı altında Hazret-i Eyyûb’un
kabrinin İstanbul surları dibin-
deki bir noktada olduğunu bili-
yordu. Bundan sonrasını, XVII.
yüzyılın büyük yazarı Evliyâ
Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde
şöyle nakletmektedir: “Fatih
Sultan Mehmet İstanbul’u fet-
hederken, yetmiş yedi kibâr-ı
ehlullah Ebâ Eyyub’un kab-
rini tecessüse koyuldular. İç-
lerinden Akşemseddin: “Be-
yim, Alemdâr-ı Resulullah
Ebâ Eyyûbü’l-Ensârî bu ma-
halde medfundur.” diyerek bir
hıyâbân-ı orman içre girdi. Bir
seccade yaydırıp namaza dur-
du. İki rek’attan sonra selâm
verip tekrar secdeye vardı ve
rahat bir uykuya dalmış gibi öy-
lece kaldı. Birçok kişiler, “Efen-
di Hazretleri, Eyyûb’un kabrini
bulamadığı için hicâbından uy-
kuya vardı.” diye târizler etti-
ler. Bir saat sonra Akşemseddin
Hazretleri seccadeden başını
kaldırıp, mübarek gözleri kan
çanağını andırır hâlde Fatih
Sultan Mehmet Han’a hitâben:
– Hünkârum, hikmet-i Hü-
dâ... Seccâdemizi tam Hazret
’in kabri üzerine sermişler! diye
konuştu.
Bunun üzerine seccâdenin
bulunduğu yer derhal kazıldık-
ta, üç zira (eski bir ölçü) derin-
likte, dört köşe yeşil bir soma-
ki taş ortaya çıktı ve üzerinde
kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ
Eyyûb-ül Ensarî” dive yazılmış
olduğu görüldü. Taş kaldırıldı-
ğında, Hazret-i Eyyûb’un ter ü
tâze vücudu safran ile boyan-
mış kefeni içinde ortaya çıktı.
Sağ elinde tunç bir mühür var-
dı. Taş tekrar yerine kapatıldı,
üzeri örtüldü...
İşte; asırlardan beri, İstan-
bul’un başlıca ziyaret yeri olan
Eyüp Sultan’ın kabri böylece
bulunmuştu. Sonra bu kabre,
şaheser bir türbe yapıldı.
İstanbul kuşatmasının ellin-
ci gününden sonra büyük bir
Haçlı ordusu ile donanması-
nın Bizans’a yardıma yetişmek-
te olduğu haberi askerin morali
üzerinde olumsuz bir tesir yap-
maya başlamıştı. İşte o zaman
ortaya çıkan ak sakallı Akşem-
seddin, orduya hitâben tarihî
konuşmasını yaparak mânevî
gücü tekrar yerine getirmesini
bilmişti:
“Ey asker... Biliniz ki, bu fe-
tih, Cenâb-ı Hak katında size ve
Sultan Mehmet Han’a takdir kı-
lınmıştır. Kim ki bundan şüphe
eder, imândan sapıtmış olur...”
Hazret-i Eyyûb’un kabrini
keşfettikten sonra mânevî de-
ğeri asker nazarında pek bü-
yümüş olan Akşemseddin’in
bu sözlerine, herkes imânı ile
inanmış ve bu güç ile üç gün
sonra tarihin en büyük zaferine
ulaşılmıştı.
Fatih, İstanbul’un fethinden
sonra, bir ara hocasından ken-
disini dervişliğe kabul ederek
irşatlarda bulunmasını ister.
Akşemseddin bu teklifi , “Sen
devlet işlerini gereği gibi yerine
getirmeye ve saltanatı devam
ettirmeye mecbursun ve bunun-
la görevlisin. Sen benim halve-
time girersen dünyanın düzeni
bozulur. Senin sâlik olman de-
ğil, mâlik olman lâzımdır...” di-
yerek şiddetle reddetmiştir.
Akşemseddin, artık kendi
görevinin de bittiğine inanmış-
tır. Padişahtan Göynük’e gidip,
orada dersleriyle uğraşması
için izin ister. Fatih hocasını bı-
rakmak istemese de, sonunda
çare olmadığını görür. Hocası-
nı Göynük’e uğurlar. Göynük’te
bir köşeye çekilerek öğrencile-
27
Temmuz 200828
ri ve kitaplarıyla baş başa kalan
Akşemseddin, Fatih’e yazdığı
mektuplarda, ona, yeni ufuklar
açar.
Ömrünün son altı yılını
Göynük’te zikir, ibâdet ve fakir
hastaları tedâvî ile uğraşarak
geçirdi. 1459 yılında Göynük’te
vefat etti.
Akşemseddin’in, bugün
İstanbul Feyzullah Efendi
Kütüphanesi’nde bulunan Ha-
yatın Maddesi ve Tıp adında,
Türkçe, elyazması iki büyük
cilt eseri vardır. Ayrıca Hall-i
Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ
gibi eserleri bilim dünyasınca
tanınmaktadır.
Pek çok lisan bilen, irfânî ge-
leneğin kaynaklarına vakıf, üs-
tün bir siyaset ve diplomasi ni-
teliğine sahip, yetkin bir asker,
bir medeniyet mimarı olan Sul-
tan Fatih’in, hocası Akşem-
seddin dışında ilim, irfân, aşk,
tasavvuf ve sanat erbabına duy-
duğu ilgi ve hürmet, onun bü-
yük bir fatih olmasını hazırlar.
Fatih’i hazırlayan büyük bil-
gelerden biri de Hacı Bayram-ı
Velî’dir. Onun, Fatih Sultan
Mehmed’in İstanbul’u feth ede-
ceğini II. Mehmed’in babası II.
Murad’a bildirdiği rivayet olu-
nur.
Bir gün medreseye bi-
risi gelerek; “İsmim Şüca-i
Karamânî’dir. Hocam Hamî-
deddîn-i Velî’nin selamı var.
Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu
vazife ile huzurunuza geldim.”
dedi. O da, Hamîdeddîn ismi-
ni duyunca; “Baş üstüne, bu da-
vete icabet lazımdır. Hemen gi-
delim.” diyerek müderrisliği
bıraktı. Birlikte Kayseri’ye yö-
neldiler ve “Somuncu Baba”
diye bilinen Hamîdeddîn-i Velî
ile Kurban Bayramında buluş-
tular. O zaman Hamîdeddîn-i
Velî “İki bayramı birden kutlu-
yoruz!” buyurdu ve ona Bayram
lakabını verdi, talebeliğe kabul
etti. Din ve fen ilimlerinde yük-
sek derecelere kavuşturdu.
Hacı Bayram-ı Veli, hocası-
nın vefatından sonra Ankara’ya
gelerek doğduğu köye yerleş-
ti. Yeniden talebe yetiştirmekle
meşgul oldu. Sohbetleriyle has-
ta kalplere şifa dağıttı. Talebe-
lerini daha çok sanata ve ziraate
sevk ederdi. Kendisi de geçimi-
ni ziraatle sağlardı. Açtığı ilim
ve irfan ocağına, devrinin meş-
hur âlimleri, hak âşıkları akın
etti. Damadı Eşrefoğlu Rûmî,
Şeyh Akbıyık, Ömer Sekkînî,
Göynüklü Uzun Selâhaddin,
Edirne ve Bursa ziyaretlerinde
talebeliğe kabul ettiği Yazıcıza-
de Ahmed (Bîcân) ve Mehmed
(Bîcân) kardeşler ile Fatih Sul-
tan Mehmed Han’ın hocası Ak-
şemseddin bunların en meş-
hurlarıdır.
Fatih’in babası Sultan İkin-
ci Murad Han, Hacı Bayram-ı
Velî’yi Edirne’ye davet edip,
ilim ve mânevî derecesini anla-
yınca, fevkalade hürmet göster-
miş, Eski Cami’de vazettirmiş,
tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.
Sultan İkinci Murad Han
kendisinden nasîhat isteyince;
İmam-ı Azam’ın, talebesi Ebu
Yûsuf’a yaptığı uzun nasîhatı
yaptı: “Tebean içinde herke-
sin yerini tanıyıp bil; ileri ge-
lenlere ikramda bulun. İlim
sahiplerine hürmet et. Yaşlıla-
ra saygı, gençlere sevgi göster.
Halka yaklaş, fâsıklardan uzak-
laş, iyilerle düşüp kalk. Kimse-
yi küçümseyip hafi fe alma. İn-
sanlığında kusur etme. Sırrını
kimseye açma. İyice yakınlık
peydâ etmedikçe kimsenin ar-
kadaşlığına güvenme. Cimri ve
alçak kimselerle ahbablık kur-
29
ma. Kötü olduğunu bildi-
ğin hiçbir şeye ülfet etme.
Bir şeye hemen muhalefet
etme. Sana bir şey soru-
lursa ona herkesin bildiği
şekilde cevap ver. Seni zi-
yarete gelenlere faydalan-
maları için ilimden bir şey
öğret ve herkes öğrettiğin
şeyi belleyip tatbik etsin.
Onlara umûmî şeyleri öğ-
ret, ince meseleleri açma. Her-
kese itimad ver, ahbablık kur.
Zira dostluk, ilme devamı sağ-
lar. Bazen de onlara yemek ik-
ram et. İhtiyaçlarını temin et.
Onların değer ve itibarlarını iyi
tanı ve kusurlarını görme. Hal-
ka yumuşak muamele et. Mü-
samaha göster. Hiçbir şeye kar-
şı bıkkınlık gösterme, onlardan
biri imişsin gibi davran.”
Bir vasiyetinden de izleye-
bileceğimiz gibi, Fatih’in mer-
kezinde yer aldığı medeniyet,
bir adalet, merhamet ve fütüv-
vet medeniyetidir:
“Ben ki İstanbul fâtihi abd-i
âciz Fatih Sultan Mehmet,
bizâtihî alun terimle kazanmış
olduğum akçelerimle satun al-
duğum, İstanbul’un taşlık mev-
kiinde kâin ve ma’lûmu’l-hudûd
olan 136 bap dükkânımı aşa-
ğıdaki şartlar muvâcehesinde
vakf-ı sahîh eylerim. Şöyle ki:
Bu gayr-ı menkûlâtımdan
elde olunacak nemalarla
İstanbul’un her sokağına iki-
şer kişi tayin eyledim. Bunlar
ki, ellerindeki bir kap içerisin-
de kireç tozu ve kömür külü ol-
duğu halde günün belirli saat-
lerinde bu sokakları gezeler.
Bu sokaklara tükürenlerin, tü-
kürükleri üzerine bu tozu dö-
keler ki, yevmiye 20’şer akçe
alsunlar.
Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve
3 de yara sarıcı tayin ve nasb
eyledim. Bunlar ki, ayın bel-
li günlerinde İstanbul’a
çıkalar, bilâ-istisnâ her
kapuyu vuralar ve o evde
hasta olup olmadığını
soralar; var ise şifâsı ya
da mümkün ise şifâyâb
olalar. Değilse kendile-
rinde hiçbir karşılık bek-
lemeksizin Darûlacezeye
kaldırılarak orada salâh
bulduralar.
Maâzallah herhangi bir gıda
maddesi buhranı da vâki ola-
bilir. Böyle bir hal karşısında
bırakmış olduğum 100 silah,
ehl-i erbaba verile. Bunlar ki
hayvânât-ı vahşiyenin yumur-
tada veya yavruda olmadığı sı-
ralarda balkanlara çıkıp avla-
nalar ki, zinhar hastalarımızı
gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde binâ ve
inşâ eylediğim imârethânede
şehîd ve şühedânın harîmleri
ve Medîne-i İstanbul fukara-
sı yemek yiyeler. Ancak yemek
yemeye veya almaya bizâtihî
kendûleri gelmeyüp güneşin loş
bir karanlığında ve kimse gör-
meden kapalı kaplar içerisinde
evlerine götürüle.”
Bu, Mağrib ve Yesi’den esen
fütüvvet rüzgârıdır, Kâbe’den
yayılan adalet kokusudur.
Öteki’ni yok etmekle değil,
ona hürmetle kendini var kılan
Selçuklu tecrübesinin derinle-
şerek sürmesidir.
Fatih’in fetihlerinde-
ki rûhu, bize ancak Fütûhât-ı
Mekkiye’nin Kâbe’de uçuşan
yaprakları anlatabilir.
“Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşattığı
zaman bilgisine olduğu kadar şahsına
da büyük değer verdiği Akşemseddin
de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i
kerîmeleri ve hadîsleri tefsir ederek
askere gayret ve cesaret vermeye
çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm
dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensârî’nin İstanbul
surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak
istemişti”
Temmuz 200830
Edebiyat Musa TEKTAŞ
L ider vasıfl ı insanlar, üstün ka-
biliyetleri vesilesiyle, karşı-
larına çıkan bütün problem-
leri gayet rahatlıkla çözebilen, çözüm üreten
kimselerdir. Çünkü lider vasıfl ı insanların me-
sajları ve hayatı algılama şekilleri, hayatla zıt-
laşmadığı gibi günümüz ve geleceğe dâir geçer-
lilik arzeden hususları içerir. Sunduğu mesajlar
ve hedefl er kendi açısından kesin doğru kabi-
linden emin kararlardır. Hayatın gerçekleriy-
le örtüşen söz ve davranışları üzerine bina ede-
ceği hedefl eri doğruluk ilkesi üzerine kuruludur.
LİDERLİK ÖĞÜTLERİ
MEKTÛBÂTI HULÛSÎİ DARENDEVÎ’DEN
31
Kendi kültürümüzün millî ve manevî unsurlarıyla
bezenmiş duygularla önder olan kişiler en büyük
yatırımı insana yapmışlardır. İnsan yetiştirmenin
ulvîyetini iyi bilerek, bulunduğu toplumda lider-
lik özelliği bariz şekilde meydana çıkabilin hizmet
gönüllülerini yetiştirmişlerdir.
İnsana değeri en yüce pâye
kabul eden manevî liderler-
den biri de Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi (k.s)’dir. O etra-
fındaki insanları çok iyi tanırdı.
Bir kâmil mürşid olarak, gönül-
den bağlı olanları doğru şekilde
yönlendiren, planlı ve program-
lı hizmetlere memleketin fayda-
sına çalışan, ileri görüşlü, hedef-
leri olan bir mümtaz şahsiyetti.
İnsanları iyi tanıdığı gibi kişile-
rin kabiliyetlerini de iyi analiz
edebilen, ona göre vazifeler ve-
ren biriydi. Bir sohbetlerinde ;
“Biz bir kimseyi daha çok sev-
diğimizden değil, ehli olmasın-
dan dolayı işi ona veririz” buyur-
muşlardır. Mektûbât-ı Hulûsi-i
Darendevî’nin sayfalarını çevir-
diğimiz zaman Hulûsi Efendi Hazretlerinin lider-
lik öğütleri diyebileceğimiz fevkalade özlü mıs-
ralara rastlarız. Mektûbât’taki şu beyit konuyla
alakalı olarak, Hakk’ın çizgisinin ehliyete mebni
olduğunu anlatır bize:
Sen ol işe hôd ehil değilsin
Mi’yâr-ı Hudâ niçin eğilsin
(Sen kendi hâlinle o işe ehil değilsin. Bunun
için Hakk’ın ölçüsü değişmez. Sınırları hiçe sa-
yarak ehil olmadığın işi sana vermek hakkani-
yet ölçüsünü çiğnemek, hakikatten saptırmak
olur. Bu da mümkün değildir.)
Hulûsi Efendi ömrü boyunca, her türlü sosyal
mesele ile ilgilenmiş, kan davaları, ailevî prob-
lemler gibi yakın ve uzak çevrede toplumu il-
gilendir. gibi, muhtereme zevceleri Hacı Naci-
ye Hanım da ailevî problemlerin halli için gayret
gösteren çözüm üreten, hoşgörü aşılayan bir ha-
nımefendiydi. Şöyle bir hatırayı çok kıymetli ev-
latlarından dinledik:
Hacı Validenin tanıdığı çevreden iki ailenin
gençleri evlenirler. Bir süre sonra eşler bat ya baş-
larlar. Aradan birkaç yıl geçer
ve aralıklarla iki taraf da Hacı
Valide’ye birbirlerini suçlayı-
cı beyanlarda bulunurlar. Yine
bu yakınmaların birinde, ailesi-
nin yanında, koca sından ayrı ya-
şayan hanımefendi, kocasından
Hacı Valide’ye yakınırken, Valide
sözünü kesip;
“Kızım, eşin olacak o adam,
eğer senin ve çocuklarının iaşe-
sini, ikamesini, giyinmesini te-
min edip, namus ve şerefi ni ko-
ruyarak vazi fesini yapmıyorsa,
ondan değersiz adam yok; eğer,
o bunları yaptığı halde, sen evi-
ne dönüp çocuklarına anne-
lik, kocana eşlik, evine han ımlık
yapmıyorsan senden değersiz
kadın yok” der.
O hanımefendi, yanında annesi olduğu hal-de Hacı Valide’nin ağ layarak ellerine kapa-nır, özür diler ve ertesi günü kocasına döner. O gün-bugün mutlu ve huzurlu aile yaşantıla-rı çocukları ile birlikte devam eder. İşte Hacı Valide’nin derecesi, seviyesi, yapıcı hâli ayniy-le Hulûsi Efendi’nin aynasıdır…
Mesûliyet Duygusu
Hulûsi Efendi mesûliyet insanıydı. Sorumlu-
luklarını yerine getirme mevzuunda, çok titiz-
di. İşlerini yaparken, çıkan engelleri aşar mutlak
başarıya ulaşırdı. Üzerine aldığı her işi mutlaka
yerine getirirdi. Yapıp ortaya koyduğu hizmetler
karşısında herhangi bir beklenti içerisinde ol-
mazdı. Bu özellik Peygamberimizin “Hepiniz bir
çobansınız ve güttüğünüzden mesulsünüz” ha-
disine uygunluk arz etmektedir.
Temmuz 200832
Çocuklar, Allah Teâlâ’nın bir nimeti olduğu
gibi aynı zaman da anne-babaların elinde büyük
bir emanettir. Emanetin hakkı, korunmak ve kay-
bedilmemektir. Muhafaza edilmek ve ihmal edil-
memektir. Emaneti gözetmek ve ondan gafi l ol-
mamaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Gerçekten
Allah size, emanetleri ehil olanlara vermenizi
emreder.” (Nisâ/58)
Çocuklar; dinleri ve ahlâklarının arındırılması,
sağlıklı metot üzere eğitilmeleri noktasında anne-
babaların ve velilerin yanında bir emanettir. Aynı
zamanda her aile reisi sorumlu bulunduğu evlat-
larının iaşesini temin etmekle mükellef olduğunu
da bilmelidir. Hulûsi Efendi bu mesûliyete şöyle
işaret eder:
Baban bilmez mi kızım âilenin
Reîsidir yokdur kâilenin
Yâ bilir mi bunamış bir kocadır
Yatar uyur ne gündüz ne gece der
Dinleme Sanatı
Dilini muhafaza edebilen ve az konuşan in-
sanlar edepli kimselerdir. Nefsini kötülüklerden
arındıran, ahlâken olgunlaşan kişilerin en be-
lirgin özellikleri az konuşmaları, öz konuşmala-
rı ve dinleme sanatını bilmeleridir. Rivayet edilen
hikmetli sözlerden birinde şöyle denir: “Akıl tam
olursa söz azalır.” Hikmet sahibi insanlardan biri
şöyle der: “Kişinin konuşması faziletinin beyanı
ve aklının tercümanıdır. Güzel olan söze yönelin
ve onun azıyla yetinin.”
Akıl, insanı güzel konuşmaya ve yerine göre
konuşmaya sevk eder. Çoğu zaman susmayı ter-
cih eder ve günahtan korunmak için kendini tu-
tar. Rasûlullah Efendimiz tavsiyesi ile hareket
eder: “Kim Allah’a ve ahiret günü-
ne iman ediyorsa ya hayır söyle-
sin ya da sussun!” buyurmuştur.
Güzel söz, arkadaş olsun, düş-
man olsun her insanla güzel sonuç
verir. Arkadaşla güzel konuşmak,
sevginin ve arkadaşlığın devam et-
mesini sağlar. Düşmanla güzel ko-
nuşmak ise kalplerdeki kini, nef-
reti ve buğzu giderir. Düşmanlığı
söndürür.
Gereksiz ve boş konuşmanın
birçok kötülüğü vardır. Hz. Ömer
(r.a) bundan sakındırarak şöyle de-
miştir: “Sözü çok olanın hatası da
çok olur. Hatası çok olanın hayâsı azalır. Hayâsı
azalanın verâsı (Allah korkusu) azalır. Allah kor-
kusu azalanın kalbi ölür.” Geçmiş âlimlerden biri
şöyle der: “İnsanların en bahtsızı ve musibeti en
büyük olanı çabucak, acele eden bir dil ve acele
hareket eden bir kalbe sahip olan insandır.” Boş
konuşmaktan uzak durmak; faydasız şeylerden,
dinî ve dünyevî açıdan başkalarına faydalı olma-
yan şeylerden dili muhafaza etmek basîret ve ol-
gunluktandır. Sükûtun saltanatını Hulûsi Efendi
şöyle dillendirir:
Sükût serîr-i dilde ahlâk-ı ankâdır
Bu cevher lutf-ı Hudâ’dır herkese nisâr olmaz
Her Şeyin Başı Sevgi
İnsan olmak, sevmesini bilmekle mümkün-
dür. Eğer bir insan yaratılanları, Yaratan’dan ötü-
rü hoşgörerek sevebiliyorsa ve o sevgisini izhâr
edebiliyorsa, gösterebiliyorsa insandır. Onun için
kâmil veliler insan sevgisine ve insan yetiştirme-
33
ye çok önem vermişlerdir…
Ve sevgi düsturuyla amel edebiliyorsa (sevgi-
si yalnız lâfta kalmıyorsa, sevgisiyle hareket ede-
biliyorsa) ve sevgisiyle yaşayabiliyor, sevgisiyle
yaşatabiliyorsa, o insan mutludur. Mutlu insan-
ların meydana getirdiği toplum da mutlu bir top-
lumdur. Hulûsi Efendi’nin etrafındakilerle, gö-
nül dostlarıyla, hâsılı görüştüğü her insanla olan
münasebetlerinin karşılıklı sevgi temeline dayan-
dığını söyleyebiliriz. Ondaki liderlik ruhu, raiyeti-
nin her ferdi, kendini ona en sevgili bilecek kadar
insanları seven ve onlar tarafından da aynı ölçüde
sevilen seçkin bir ruhtur. Hem onun çevresinde-
kilere hem de çevresindekilerin ona güveni tam-
dı. O her zaman sevgisini ve kendini hissettiren
ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyet ola-
rak çıkar karşımıza. Mektûbât’ında şöyle buyur-
muştur:
Ulu yoldan yürüdük senin yolundur diye
Sevdik yahşiyi kemi senin kulundur diye
Allah için sevmenin önemine Mektûbât’ın sa-
tırlarında şöyle rastlıyoruz:
“Kim bilir vefâsız âlemden bir daha sûrî bir
münâsebetle böyle mülâkat nasîb olmayabilir.
Lâkin ma’nevî bir mecbûriyyetle yekdîğerine
bağlanan gönüller için ebedî bir ayrılık yoktur.
Fahrî, ya’nî fi ’llâh olan muhabbetiniz garazsız
bir hizmet meyvesi zuhûra getirerek bizi ten’îm
etmiştir. Bu cihetin mukâbili cennet bile olsa az-
dır. Kul, Mevlâsı için sevilir. Arada bir sebep
zâittir. Bunu bilerek sebepsiz sevilen dünyâ ve
âhiret saâdetine ereceklerdir. Sûretâ sizlerden
cüdâlık bir şey değildir. Rûhumuz pervâne gibi
muhabbetinizin şem’i ile yanmaktadır.”
Hakk yoluna canın feda eden bir şehidin güzel
hali ve tavrıyla bıraktığı sevgiyi de şu şekilde naz-
metmiştir:
Ma’sum şehîd gurbet elde
Bir gonca gibi açıldı soldu
Hüsn-i ahlâkı ile her gönülde
Bir sevgi bırakdı kendi yok oldu
Asaletli ve Geçmişi Temiz Olmak
Toplum önerlerinin geçmişleri gayet temiz
olmak durumundadır. Eğer temiz olmazsa, geç-
mişte yaptığı fi illeri her an kendisini töhmet al-
tında bulunduracaktır. Asalet ve ilim-amel iliş-
kisi bazı durumlarda insanı diğerlerinden üstün
hale getirir.
Hulûsi Efendi Hazretleri Peygamberimizin
neslinden olma şerefi ni ve necipliğini her za-
man hal ve hareketleriyle ölçülü bir şekilde ser-
gilemiş, herhangi bir söz getirecek fi il ve davra-
nış içerisinde olmamıştır. İlmi, ona tertipli ve
düzenli bir düşünce kazandırmıştır. Her şeyi
yerli yerine koyar ve her şeyin konumunu bilen
bir kabiliyet ile amellerin de ona göre tanzim et-
miştir. Allah’ın emirlerine ve Rasûlullah’ın yo-
luna uygun olarak doğru bir şekilde yaşamış ol-
duğu hayat tarzıyla mutlu olmuş ve her isteğine
kavuşmuştur.
Temiz bir topraktan yaratılan temiz bedenle-
rin dünyaya güzel kokular yayacağına şöyle işa-
ret buyuruyor:
Hâsılı hulk-ı cemîl hâki
Saçdı âlemlere ıtr-nâki
Tokatlı Mustafa Haki Efendi’nin oğlu Baha-
eddin Efendi için yazdığı kabir kitabesinde asa-
letin önemini şu şekilde dile getirmiştir:
Tokadî aslı men fâhir
Neseb-i seyyid-i tâhir
Bu kabr-i pâkidir zâir
Bahâeddîn-i Hâkî’nin
Bir asker arkadaşına yazdığı mektûbundaki
şu beyitlerle aslı temiz nesli temiz, maneviyat
lideri Hulûsi Efendi’yi kendi ifadeleriyle anıp,
sözü bağlayalım:
Darende’de medfûn Şeyh Hâmid Velî
Aslâb-ı Resûldür evlâd-ı Ali
Onun ahfâdından âciz Hulûsî
Şeyh Hâmid-i Velî (Câmi’) Hatîbi
34
7. DARENDE
SOMUNCU BABA
VE HULÛSİ EFENDİ
KÜLTÜR
ETKİNLİKLERİYAPILDI
35
V akfımızın Daren-
de Belediyesi ile or-
taklaşa tertip ettiği
“7. Darende, Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Kültür Etkinlik-
leri” 21 Haziran 2008 Cumar-
tesi günü Darende’de büyük bir
katılımla gerçekleşti. Organi-
zasyonda Başbakan Yardımcısı
Hayati Yazıcı, TBMM eski Baş-
kanı Bülent Arınç, Malatya Mil-
letvekilleri Öznur Çalık, Müca-
hit Fındıklı, İhsan koca ve Ömer
Faruk Öz de hazır bulundu.
Saat 10.00’da Daren-
de Somuncu Baba Camii
namazgâhında binlerce kişinin
katımıyla hatim duası ve Kur’an
ziyafeti yapıldı. Hafız İsmail
Çoşar’in tilaveti, Somuncu Baba
İlahi Grubu’nun ilahileri ve Dr.
Süleyman Aktaş’ın yaptığı du-
ayla hatim merasimi yapıldı.
Başbakan yardımcısı Hayati
Yazıcı’nın katımıyla, ilçede yeni
yaptırılan Ahmet Çokyaşar İl-
köğretim Okulu’nun açılışı ger-
çekleştirildi. Yeni bir proje ile
tanzimi yapılan ilçenin önemli
mesire yerlerinden olan Günpı-
nar Şelalesinde misafi rlerin ka-
tımıyla öğle yemeği yendi.
Tarihî Yusuf Paşa Bedes-
tenin’de Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı’nın düzen-
lemiş olduğu kermesin açılışı
bedestenin açılış töreniyle bir-
likte yapıldı. Darende Hulûsi
Efendi Hastanesi ve Hasan Gazi
Şehitlik Anıtı’nda çeşitli incele-
melerde bulunan heyet daha
sonra Tohma Kanyonu Projesi-
ni yerinde gördü.
17.30’da Darende Güreş
Sahası’nda başlayan etkinlik-
lerde Vakıf adına konuşma ya-
pan Resul Kesenceli,
“1986 yılından itibaren Vakfımız, her canlıya hizme-ti şiar edinerek, hizmetlerini kurulduğu günden beri devam ettirmektedir. Günümüzde ise eğitim, kültür, sosyal yar-
dım alanlarında, yeni proje-ler ile çalışmalarımız tüm hı-zıyla sürmektedir. Yapılan her hizmette Allah’ın rızası göze-tilerek, çalışmalar o doğrul-tuda gerçekleştirilmektedir.” dedi. Etkinliklere davetli ola-rak katılan Filipinler Minda-nao Devlet Üniversitesi Rek-törü Prof. Dr. Ahmet Alonto, çok veciz bir konuşma yaptı. Etkinliklere Türkiye’nin dört bir köşesinden katılan insan-ları burada görmekten mut-luk duyduğunu, dolayısıy-la, Türkiye’nin merkezinin Darende olduğunu söyledi.
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç Bey de, hitabında Da-rendelilerin millî ve manevî değerlerine saygılı, eğitime ve kültüre önem veren insanlar olarak tanıdığını, vakfın hiz-metlerini takdirle karşıladığı-nı, sanat estetik ve incelik yö-nünden başta Vakıf Mütevelli Heyet Başkanı H. Hamidettin Ateş olmak üzere emeği geçen-lere teşekkür etti. Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı Bey ise konuşmasında vakıfl arın milletimizin önemli yapı taşı olduğunu, Darende’deki vak-fın hizmetleri ile çok önemli işler başarıldığına işaret etti.
İstanbul Tarihi Türk Mü-ziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer, “Millî ve Ma-nevi Değerlerimiz” konulu bir konuşma yaptı. Dr. Senai Demirci’nin Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’den seslendirdiği şiirlerin ardından, Ahmet Öz-han, tasavvuf musıkisi kon-serini tamamladı. Yaklaşık 10.000 kişinin iştirakiyle gün boyunca devam eden etkinlik-ler Darende’de tarihî bir gün olarak yaşandı.
Temmuz 200836
37
Anadolu aşkı ateştir bende,İsli ocaklarda yanar tüterim.Emânet sayılan bu ruh bedende,Nasıl bulunduysa, öyle yiterim. Hüzün seansında ilk akşamların,Tepe dallarında nârin çamların,İç içe kenetli toprak damların,Saçağında serçe olur öterim.
Kaybetti ferini gözlerim nemden,Hayli zebun düştüm sinsi veremden.Farklıyım bu yönde dertli Kerem’den,Mecnun’dan, Ferhat’tan daha beterim.
Seyyahlıkla geçti bunca zamanım,Tozlu yollarına kurbandır canım.Sevgisiyle kuşatılmış her yanım,Gam yükünü taşımaya yeterim.
Vatan ki başlıca derdim dâvamdır,Uğrunda ölmeye inancım tamdır.Bir uçtan bir uca yurdum yuvamdır,Karış karış toprağında biterim.
Ahmet Süreyya DURNA
ANADOLU AŞKI
İKİ ÂKİBET/ÖLÜM
İKİ YÖNETİCİ
“Saadet çağında yaşananlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sonradan gelen takipçileri için birçok
ibreti ve dersi içinde barındırmaktadır. Yaşanan ve gerçekleşen hâdiselerin aktör ve fâilleri,
bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in çok yakınında bulunan sahâbîleri olunca,
işin mâhiyeti daha bir önem kazanmaktadır.”
Bilim ve HikmetBayram Ali ÇETİNKAYA*
Temmuz 200838
39
Sadet çağında ya-
şananlar, Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in
sonradan gelen takipçileri
için birçok ibreti ve dersi için-
de barındırmaktadır. Yaşanan
ve gerçekleşen hâdiselerin ak-
tör ve fâilleri, bizzat Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in çok yakının-
da bulunan sahâbîleri olunca,
işin mâhiyeti daha bir önem ka-
zanmaktadır. Zira kendilerine
tâbi olunacak “gökteki yıldızla-
rın” her eylemi, sonraki Müslü-
man nesiller için bir mikyas ve
uyulacak kurallar haline dönü-
şecektir.
‘İşte “yıldızlar”dan iki tane-
si, bu yazının konusu olacak-
tır. Bunlar: Amr İbnü’l-Âs ve
Muâviye’dir. Geçen tarihin oluş-
masında önemli yerleri olan bu
önemli ve etkili sahabîler sivil
yöneticidir. Ele alınacak husus,
bu mümtaz şahsiyetlerin ömür-
lerinin son gün ve saatleri ile sı-
nırlı kalacaktır. Şimdi Müslü-
manlar için çok özel sonuçlar
çıkarılabilecek ve erdemli bir
hayatın nasıl şekillendirilmesi
gerektiğinin işaretlerini veren
iki kutlu insanın son anların-
da yaşadıkları ve söyledikle-
rine geçebiliriz.’ Vali Olarak
Doğan Sahabî: Amr İbnü’l-Âs
Hakem olayında Muâviye’nin
sözcüsü olan ve Hz. Ali’yle uzla-
şılan karara aykırı hareket eden
Amr İbnü’l-Âs (r.a.)’ın uzun
bir ömrün sonunda ölüm döşe-
ğindeki hali gerçekten düşün-
dürücüdür. Yatakta uzun süre
ağlayan ve yüzünü duvara dö-
nen İbnü’l-Âs’ın haline dayana-
mayan oğlu ona şöyle seslenir:
“Babacağım Rasûlüllah (s.a.v.)
seni fi lan şeyle müjdelemedi
mi? Rasûlüllah (s.a.v.) seni fi -
lan şeyle müjdelemedi mi?”
Bu tesellî ve teskîn edici söz-
ler üzerine Amr, yüzünü çevi-
rerek topluluğa şunları söyler:
“Şüphesiz ki; hazırlamakta ol-
duğumuz şeylerin en fazîletlesi
Allah’tan başka ilah olmadı-
ğına ve Muhammed’in O’nun
Rasûlü olduğuna şehâdet ge-
tirmektir. Şüphesiz ben üç
hal üzere bulundum. Düşü-
nüyordum da ‘Bir vakitler’
Rasûlüllah (s.a.v.)’a benim ka-
dar şiddetle buğz eden yok-
tu. İmkânını bulup da onu öl-
dürmüş olmak kadar da bence
makul bir iş yoktu. Şayet bu hal
üzere ölmüş olsaydım muhak-
kak cehennemlik olurdum. Al-
lah İslâm’ı kalbime yerleştirdi-
ği zaman Peygamber (s.a.v.)’e
gelerek; ‘Uzat sağ elini de sana
bey’at edeyim.’ dedim. Hemen
sağ elini uzattı. Ben elimi çek-
tim Rasûlüllah (s.a.v.): ‘Ne
oldu sana ya Amr?’ dedi. ‘Şart
koşmak istedim.’ dedim. ‘Neyi
şart koşuyorsun?’ buyurdular.
‘Af olunmamı.’ dedim. ‘Bilmez
misin ki İslâm, kendinden ön-
ceki günahları yok eder, Hic-
ret de ondan önceki günahları
yok eder, Hac da ondan önce-
ki günahları yok eder?’ buyur-
dular.(Artık) Benim nazarım-
da Rasûlüllah (s.a.v.)’den daha
sevgili ve ondan daha büyük
bir kimse kalmadı. Ona kar-
şı duyduğum saygıdan dolayı
kendisine doya doya bakamı-
yordum. Benden onu tavsîf et-
memi isteseler buna takat ge-
tiremem. Çünkü ona doya
doya bakamazdım. Şayet
bu hal üzere ölmüş olsam
cennetlik olmamı kuvvetle
ümîdederdim. Sonra bir ta-
kım şeyler üzerimize aldık ki,
onlar hakkında hâlim nice
olur bilmiyorum. Öldüğüm
zaman beraberimde hiç-
bir yasçı ve ateş bulunma-
sın. Beni defnettiğiniz zaman
üzerime toprağı iyice döşeyi-
niz. Sonra kabrimin etrafın-
da bir deve boğazlayıp da eti
taksim edilinceye kadar du-
run ki, sizlere ünsiyet edeyim
ve Rabbimin elçilerini nasıl
karşılayacağımı düşüneyim,
dedi.”1
Sahîh-i Buhârî’den son-
raki en önemli hadis kayna-
ğı Sahîh-i Müslim’de geçen
bu hadis hakkında açıklama
yapan Muhammed el-Übbe,
Hz. Amr’ın vasıfl arı, vazifele-
ri ve servetiyle ile ilgili ilginç
bilgileri de okuyucuyla pay-
laşmaktadır:
Akıl, fi kir ve lisan yönün-
den Arapların dâhîsi olan
Amr’ın bu özelliği, Hz. Ömer’i
de oldukça etkilemiştir. Nite-
kim sözlerini anlamayan mu-
hatabına Hz. Ömer şu sözler-
le karşılık verir: “Seni ve Amr
İbnü’l-Âs’ı yaratan Allah’ı
tenzih ederim”.
Amr, Hz. Ömer dönemin-
de on yıl üç ay, Hz. Osman
döneminde dört yıl ve Hz.
Muâviye döneminde iki yıl
üç ay valilik yapmış ve Hicrî
43 tarihinde 90 yaşında ve-
fat etmiştir. Arkasından mi-
ras olarak 325.000 altın ve
2.000.000 dirhem gümüş ile
çok kıymetli meşhur bir çift-
lik bırakmıştır.
Vefat anında bıraktığı bü-
yük servete bakarak yaptık-
larının bir muhasebesini ya-
pan Amr İbnü’l-Âs, orada
bulunanlara şu sözleri söy-
ler: “Keşke ya sen bir deve te-
zeği olaydın ya ben Selâsil
gazâsında öleydim. Öyle işle-
re girdim ki Allah huzurunda
onlar hakkında huccetimin
ne olacağını bilmiyorum.
Muâviye’nin dünyasını dü-
zelttim. Ama kendi âhiretimi
batırdım. Aklımı şaşırdım
nihayet ecelim geldi. İşte ecel
ile pençeleşmekteyim. Malı-
mı aldı. Ailem hakkındaki hi-
lafetimi berbat etti”.
Pişmanlık ifadesi olan bu
sözlerden sonra Amr, oğlu-
na bir bukağı getirmesini ve
onunla elini boynuna bağla-
masını ister. Oğlu, babasının
Temmuz 200840
41
söylediklerini yaptıktan sonra
Amr başını semaya kaldırarak
son sözlerini söyler: “Allah’ım
sen bana emir buyurdun ben
isyan ettim; nehy buyurdun
kulak asmadım. Kudretim yok
muzaffer olayım. Suçsuz de-
ğilim mâzeret beyân edeyim.
Ben ancak senden başka ilâh
olmadığına, Muhammed’in
senin kulun ve Rasûlün oldu-
ğuna şehâdet ediyorum”. Son
sözlerini böylece ifade ettikten
sonra Amr, pişman ve düşün-
celi birinin duruşu gibi parma-
ğını ağzına koyarak vefat eder.
Babasının ölüm anına şahit
olan oğlu ise şu sözleri söyle-
mekten kendini alamaz: “Ba-
bacığım keşke ölmekte olan
akıllı bir adamın yanına var-
sam da neler çektiğini bana
anlatsa derdim. İşte ölüm se-
nin de başına geldi neler çek-
tiğini bana anlat”. Hz. Amr da
ona şöyle karşılık verir: “Yavru-
cuğum sanki bir karanlık için-
deyim, sanki iğne deliğinden
nefes alıyorum, sanki bir
diken dalı ayağımdan
başıma doğru
ç e k i l i -
yor.”.
Medînelilerden bazı kim-
selerin bildirdiğine göre, Amr,
çocuklarına şunları söyler:
“Ben ne öldüğüm zaman beni
cehenneme götürecek şir-
kin içindeyim, ne de beni cen-
nete götürecek İslâm’ın için-
de. İslâmiyet hakkında her
ne kadar kusur etsem de yine
‘lâilâhe illâllah’a sarılmakta-
yım.”
Üzerine toprak örtülmesi-
ni ve cenazesinin arkasından
meddah, yasçı ve benzeri kötü
adetlerin yapılmamasını vasi-
yet eden Amr’ın bu hali, onun
dindeki sebatını ve Allah’tan ne
derece korktuğunı gösterir.2
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Gömleğini Giydirdiği Vahiy Katibi Muâviye
Son anlarını anlatacağı-
mız ikinci yönetici ise, ha-
kem olayında Amr İbnü’l-
Âs’ın kendisini temsil ettiği
kişi Muâviye (r.a.)’dir.
Muâviye, Hz.
Peygamber’in
vahiy kati-
bi olup,
Ebu Süfyan’ın oğludur. Hz.
Ali’yle olan mücadelesinin so-
nucunda hilafet makamı-
na yerleşmiştir. Hayattayken
oğlu Yezid’i veliahd tayin et-
miştir. Bu anlamda İslâm ta-
rihinde, saltanat yönetimini ve
hânedanlık sistemini ilk defa
uygulamaya sokan kimsedir.
Oğlu Yezid, hastalığı ağırlaş-
tığı zaman babası Muâviye’nin
yanında bulunamaz. Sonra ba-
basının yanına Osman b. Mu-
hammed b. Ebi Süfyan’ı ala-
rak beraberce Muâviye’nin
bulunduğu odaya girerler. O
sırada Muâviye son saatleri-
ni yaşamaktadır. Yezid, onun-
la konuşmak ister, ancak
Muâviye konuşmak istemez.
“Vefat anında bıraktığı büyük servete bakarak
yaptıklarının bir muhasebesini yapan Amr İbnü’l-Âs, orada
bulunanlara şu sözleri söyler: “Keşke ya
sen bir deve tezeği olaydın ya ben Selâsil gazâsında öleydim. Öyle işlere girdim ki
Allah huzurunda onlar hakkında huccetimin ne olacağını bilmiyorum.”
Bunun üzerine Yezid ağlamaya
başlar. Muâviye (r.a.) bir süre
Yezid’i iyice süzdükten sonra
şunları söyler:
“Yavrucuğum! Hakkında
Allah’tan en çok korktuğum şey
sana yaptıklarımdır. Yavrucu-
ğum! Resûlullah (s.a.v.) ile bir-
likte sefere çıktığım olurdu.
Kendileri kazây-ı hâcet eder de
abdest alırsa ellerine suyu ben
dökerdim. Bir defasında göm-
leğimin omuz başından yırtıl-
dığını görerek, ‘Yâ Muâviye!
Sana bir gömlek giydireyim
mi?’ buyurdular. ‘Hay hay Yâ
Resûlullah!’ dedim. Bunun üze-
rine bana bir gömlek giydirdi.
Onu bir defadan başka giyme-
dim. Gömlek bendedir.”
Muâviye, oğlu Yezid ve ora-
da bulunanlara Hz. Peygamber
ile olan özel anlarından bahset-
meye devam eder ve ölümün-
den sonra kendisi için yapıl-
ması gerekenleri onlara vasiyet
eder: “Yine bir gün Resûlullah
(s.a.v.) tıraş oldu. Kesilen saç-
larını ve tırnak kesintileri-
ni aldım. Bunları bir şişe içine
koydum. Öldüğüm zaman yav-
rucuğum, beni yıka! Sonra bu
saçlarla tırnakları benim gözle-
rime ve burnuma koy! Bâdehû
Resûlullah (s.a.v)’in gömleğini
kefenimin altına gömlek yerine
koy. Eğer (bana) bir şey fayda
verecekse bunlar verir”.
Şu halde dünyaya fazla kıy-
met veren iki sahabî’nin ölüm
anlarındaki durumlarını ve
Hz. Peygamber’e (s.a.v) yöne-
lik hürmet ve saygılarını ibret-
le ve insafl a düşünmek gerek-
mektedir. Haklarında birçok
insafsız değerlendirmenin
yapıldığı Amr İbnü’l-Âs ve
Muâviye’nin Hz. Peygamber’e
olan sevgi ve saygıları böyledir
ve bu bütün sahabîlerin ona
olan sevgilerinin tahminlerin
daha ötesinde olduğunu gös-
terir. Müslümana düşen görev
ise; bu iki sahabe hakkında,
onları hak ve hukuk terazisiy-
le yargılamak değildir. Tüm
sahâbe-i kirâm hakkında “Al-
lah onlardan razı olsun” du-
asıyla onları güzel bir lisanla
hatırlamak ve yaptıkları icra-
atlardan dersler çıkarmaktır.3
Gerek Amr İbnü’l-Âs ge-
rekse Muâviye’nin son saatle-
rinde yaşadıklarından ve söz-
lerinden bir takım hükümler
çıkarmak mümkündür:
a. Son nefeslerini vermek
üzere olan bir hastaya Allah’tan
ümidini kesememesini tavsi-
ye etmek güzel bir uygulama-
dır. Onun yanında ümit veren
âyetleri, af ve müjdeyle ilgili ha-
disleri okumak yerinde bir dav-
ranıştır. Ayrıca Allah’tan umu-
dunu kesmesin diye yaptığı
iyilikleri ve erdemli davranış-
larını anmak gerekir ki, son ne-
fesinde Allah’ın affını ve mağ-
fi retini dileyerek terk-i dünyâ
eylesin. Çünkü son anlar önem-
lidir ve bu tür bir hareket tarzı
müstehabdır.
b. Cenazenin başında aşırı
yas tutmak, arkasından yürüye-
rek onun iyiliklerini anmak ve
bağırıp ağlamak haramdır. Ay-
rıca ölünün arkasından mum
ve çıra yakarak yürümek mek-
ruhtur. Çünkü bunlar câhiliye
geleneklerindendir. Ayrıca son
yıllarda bir tür kötü bir bida-
ta dönüşecek dereceye ulaşmış
olan, cenazeyi alkışlamak da,
İslâm gelenekleriyle bağdaşma-
maktadır.
c. Kabrin üzerindeki toprağı
yaymak müstehab olan bir dav-
ranıştır. Ancak kabrin üzerine
oturmak doğru bir hareket de-
ğildir. Yine cenaze toprağa ve-
rildikten sonra onun başında bi-
raz beklemek de müstehabdır.4
* Doç. Dr.
1 Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tecüme ve Şerhi, II. baskı, İstanbul 1977, I, 454 (Kitabu’l-İman, 54).
2 Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 454-455.
3 Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 455-456.
4 Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I, 456-457.
Dipnot
Temmuz 200842
Dört Halifeye ait kılıçlar / Topkapı Sarayı
43
Eski bir yaradır içimde Yemen!
Bir yara ki iliklerimi emen!
Yasaklanmış sanki telaffuzu men!
Gizli bir ağıt okunur ya hani!
Ey gittiği seferden dönmeyen er!
Bizi de bir gün çağırır mı o yer!
Kim toprak için o toprağı giyer?
Kavuşmak mı belki, umulur ya hani!
Çölde sıcak, açlık, susuzluk, tuzak!
Makus Yemen bize uzak mı uzak!
Ey dedemi kör eden yaş, durma ak!
Bir gün su bendini bulur ya hani!
Güneşin batışıyla Huş’un adı,
Muş’a döndü unutuldu yâdı!
Şehit analarının tiz feryadı,
Bir Yemen Türküsü solur ya hani!
Yemen’de çöl var, Sarıkamış’ta kar!
Birinde ter, birinde humma akar!
Ocaklar söndürür, yürekler yakar!
Bir musibettir vurur ya hani!
YEMEN ŞEHİTLERİNE
Çöl mü yuttu, hani dört asırlık iz!
Redif Alayları nerdesiniz siz?
Öyle yatarsınız derin ve sessiz!
Tıpkı Ashab-ı Kehf uyur ya hani!
Asırlık derdime Yemen dert ekler!
Mahzundur şehitler hep bizi bekler!
Az değil binlerce öbek öbekler!
Gurbette insan burulur ya hani!
Ey kalpleri hep vatan için atan!
Bir, Sarıkamış ve Yemen’de yatan!
Bize Misak-ı Milli’yi dayatan!
Aslanı kafeste korur ya hani!
Tarihi tarihe terk ne büyük ar!
Tarih, tarihten ders alanlara var!
Rüzgâr bile köksüz olanı savar!
Ağaç kalır, ot kaybolur ya hani!
Bir silkinsek Anadolu bize dar!
Hedef haksa insan kendini adar!
İla-yi kelimetullah’a kadar!
Ne fatihler bekler durur ya hani!
Mehmet SERTPOLAT
Edebiyat
Enbiya YILDIRIM*
Temmuz 200844
KLASİKLERİ
OKUMA YÖNTEMİMİZ
ÜZERİNE
45
Mü k e m -
m e l -
lik, sade-
ce yaratan için söz konusudur.
İnsan her ne yapıyorsa, onun
için mutlak bir mükemmellik
asla söz konusu değildir, insan-
la ilgili ve insan eseri olan her
şeyi mükemmelliği noksan ve
izâfîdir. Gerçek ve mutlak mü-
kemmellik olmadığı içindir ki,
insanoğlu her gün terakkî için-
dedir. Nitekim İmâd İsfehânî
insanların kaleme aldıkları
eserlerin her zaman eksiklikler
içerecekleri bağlamında şöyle
söylemişti:
“Kitap yazan bir insanın er-
tesi gün mutlaka şöyle dediğini
gördüm: ‘Şurası değiştirilseydi
daha güzel olurdu. Buraya bir
ilave yapılsaydı tamamlanmış
olacaktı. Şura öne alınsaydı, şu
kısım da yazılmasaydı hoş ola-
caktı.’ Bu, ibret alınması gere-
ken önemli bir husustur. Çün-
kü insanın eksikliklerle malul
olduğunu göstermektedir.”
Bu noktada, çoğu dilimize
tercüme edilmiş durumda olan
klasik İslâmî kaynakların okun-
malarında dikkat edilmesi ge-
reken bazı hususlar vardır. Söz
konusu kitapların okunmasın-
da bunların dikkate alınması,
hem anlaşılmaları hem de gü-
nümüze taşınmaları açısından
önem arz etmektedir. Bunları
şöyle sıralayabiliriz:
1-Rivâyet tefsiri dediğimiz
ve âyetlerin Hz. Peygamber
ve İslâm bilginlerinden gelen
açıklamalarla yorumlanması-
na yönelik tefsirlerin okunma-
sında öne çıkan husus şudur:
Rasûlullah’ın bizzat kendisin-
den her bir âyetin ne için nâzil
olduğu ve neyi hedefl ediği hu-
susunda rivâyet gelmemiştir.
Özellikle geçmiş peygamber-
lerin kıssaları ve kevnî dedi-
ğimiz evrenin yapısıyla ilgili
bilgiler veren veya âhiret haya-
tını anlatan âyetler hususun-
da Rasûlullah’tan nakledilen
hadislerin sayısı oldukça az-
dır. Âyetleri tefsir etme duru-
munda kalan müfessirler söz
konusu âyetlerde kastedilen
maksadı açıklamak adına, ma-
alesef bir kısmı sahabîlere da-
yandırılılarak nakledilen ve
isrâiliyyat olarak adlandırdığı-
mız rivâyetlere müracaat etmek
durumunda kalmışlardır. On-
ların Kur’an’ı açıklamak adına
ortaya koydukları çaba bahset-
tiğimiz tefsirlerin dikkatli okun-
masını gerekli kılmaktadır. Zira
söz konusu eserlerde yer alan
rivâyetler bazen Kur’an’ın anla-
şılmasını zorlaştırıcı veya farklı
yöne çekici bir durum arz ede-
bilmektedir.
2-Elimizde bulunan hadis
kitapları, Hz. Peygamber’den
nakledilen sahih hadisleri top-
lama çabasıyla derlenmiş çalış-
malardır. Söz konusu eserlerin
yazarları büyük sıkıntılara gi-
rerek ve uzun yolculuklara çı-
karak Rasûlullah’ın hadislerini
bizlere ulaştırabilmek amacıyla
çabalamışlardır. Klasik kitapla-
rımızda onların katlandıkları sı-
kıntılar detaylı şekilde anlatılır.
Bunlar okunduğunda insanın
kalbinde onlara karşı bir sevgi
oluşur. Bununla birlikte, unu-
tulmaması gereken husus, söz
konusu eserleri hazırlayan mü-
ellifl erin birer insan olduk-
larıdır. Bunun anlamı, insan
elinden kaleme dökülen bu ça-
lışmalarda, müellifl erinin ken-
di kriterlerine göre sahih kabul
ettikleri, ancak yeni çalışmalar-
la öyle olmadıkları anlaşılabile-
cek rivâyetlerin bulunabilece-
ğidir. Böyle bir şeyin olabilme
gerekçesi şöyle açıklanabilir:
Birkaç bin hadis barındıran ha-
dis kitaplarında geçen her bir
rivâyetin sıhhatini bugünün
şartlarında tahlile tabi tutmak
aylarca süren bir çalışmayı ge-
rektirmektedir. Hadis kitapla-
rını hazırlayan müellifl erin bu
genişlikte zaman ayırabilmeleri
imkan dâhilinde değildi. Bunun
yanında diğer önemli bir hu-
sus da, söz konusu eserleri ya-
zan müellifl erin, İslamî ilimler
yanında sosyal ve fi zik ilimleri
alanında hadisleri kritize ede-
cek yeterli birikime sahip olma-
Temmuz 200846
malarıydı. Bu nedenle, bizler
günümüzde sahip olduğumuz
sosyal ve fi zik ilimleri alanında-
ki bilgilerle rivâyetleri muhte-
va açısından değerlendirirken,
bundan bin yıl önce yazılmış
hadis kitaplarının müellifl erin-
den bu bilgiye sahip olmasını
bekleyemeyiz.
Burada İslamî ilimlerde mü-
tehassıs olmayan okuyucuya
hatırlatılması gereken önem-
li bir husus vardır: Hadis ki-
taplarını yalın olarak okumak,
bazen anlaşılmaz olabilir. Bu
nedenle günümüzde yapılan,
ama hâlâ emekleme dönemin-
de olan yeni çalışmalar ışığın-
da hadisleri okumak daha doğ-
ru olacaktır.
3-Gerek ilmihal türü ve ge-
rekse daha geniş boyuttaki
İslâm hukuku alanındaki çalış-
maları okurken zaman zaman
mezhep taassubuna kapılındığı
görülebilmektedir. Bu neden-
le bir mezhebin kitabında isim
verilerek “Bu konuda falan-
ca mezhebin görüşü şöyledir.”
tarzındaki hüküm cümlelerinin
ihtiyatla karşılanması gerek-
mektedir. Çünkü bazen bu de-
ğerlendirmelerin yerinde olma-
dığı söz konusu olabilmektedir.
Diğer mezhebin tâlî kitapların-
dan birine veya o mezhepteki
bir şahsın kendi mezhebine ay-
kırı düşen görüşüne bakılarak
genelleme yapılabildiği olmak-
tadır.
4-İslam tarihi, tasavvuf ve
Marifetnâme türü ansiklope-
dik çalışmalara gelince; bunları
okurken dikkat edilmesi gere-
ken en önemli husus, söz ko-
nusu eserlerin yazarlarının ele
aldıkları konularda ellerinde
bulunan kıssa, rivâyet ve hikâye
türü dökümanı, bunların ger-
çekliğini fazla göz önünde bu-
lundurmadan kullandıklarıdır.
Örneğin bir tasavvuf kitabında,
yazarının öncelikli hedefi oku-
yucuları güzel kul olmaya yö-
neltmektir. Bu nedenle ele aldı-
ğı konularla ilgili olarak, gerek
geçmiş kavimlerden ve gerekse
İslam sonrasına ait, konuya uy-
gun malzemeyi, sıhhat durumu-
nu göz önünde bulundurmadan
rahatlıkla kullanmışlardır. Bu-
nun yanında söz konusu eser-
lerin bir kısmında, Mevlânâ’nın
eserlerinde olduğu gibi, bugün
için ahlâken problemli görü-
lebilecek hikâyelere rastlamak
mümkündür. Bu hikâyeleri ese-
rin geri kalan kısımları düşü-
nülerek mütalaa edildiğinde,
öncelikli olarak bir mesaj veril-
meye çalışıldığı ve halkın dikka-
tini daha fazla çekecek örnekle-
re yer verildiği görülecektir. Bu
tür eserlerin bütünü göz önün-
de bulundurulmadan, seçme-
ci yaklaşımla içlerinden birkaç
hikâye almak ve İslâm mede-
niyeti binasının inşasında yapı
taşı olan çalışmaların değerini
düşürmeye çalışmak, tarih bo-
yunca gerçekleştirdikleri hiz-
meti inkâr etmek olur. Bunun
yanında bu eserlerin, bizlerin
tarihi inşa etmesinde sağladık-
ları büyük katkı yanında, ka-
bul edilemeyecek hurafeler ve
aslı olmayan bilgiler içermele-
rine karşın o dönem insanları-
nın bilgi hazinelerini aktardık-
larını unutmamak gerekir.
Hem neden dikkatli oku-
mamızı gerektirdiği, hem de o
dönem insanlarının bilgi biri-
kimlerini yansıttığını anlaya-
bilmemiz için birkaç örnek ver-
mek yerinde olacaktır. Örneğin
Marifetnâme’de güneş ve ay
tutulmalarıyla ilgili olarak şöy-
le geçer:
“Allahü teâlâ güneş ve ay
tutulmaları için belli zaman-
lar takdir etmiştir ki, yeryü-
zünde kulları güneş ve ayın de-
ğişmesini görerek mütenebbih
olup kendisine tevbe edip yö-
nelsinler. Güneş tutulması za-
manı geldiğinde güneş, araba-
sından düşüp semâya doğru,
yukarıda adı geçen deryanın
derinliklerine gider. Eğer ta-
mamen düşerse tam güneş tu-
tulması olup, yıldızları örten
ışığı kaybolarak büyük yıldız-
lar görünür. Eğer yarısı der-
yaya düşerse düştüğü miktarı
tutulur. Tutulma anında güne-
şe ait melekler iki kısım olur-
lar. Bir kısmı tesbih ederek gü-
neşi arabasına doğru çekerler.
Diğer kısmı da yine tesbih ede-
rek, arabasını güneşe doğru
yaklaştırırlar. Bu esnada yine
batıya doğru hareket ettirirler.
İki üç saat içinde güneşi ara-
basına koyarak ışık verir halde
batma yerinden batırırlar. Ay
tutulması vakti gelince de aynı
şekilde ay, arabasından der-
yaya tamamen veya bir kısmı
düşer. Düştüğü kadar yeri tu-
tulur. Ay’a ait melekler de ikiye
ayrılırlar. Bir kısmı ay’ı ara-
baya diğer kısmı arabayı ay’a
yaklaştırarak yerine yerleşti-
rirler.”
47
Erzurumlu İbrahim Hak-
kı’ nın bu anlatımı, yukarıda
değindiğimiz üzere, insanlığın
geçirdiği bilgi serüvenini ve o
dönemlerde yaşayanların biri-
kimlerini ve bunların düzeyini
anlamamıza yardımcı olmak-
tadır. Toplumların gelişimi-
ni bu çalışmalar vasıtasıyla ta-
kip etmek mümkündür. Aynı
durum Evliya Çelebi’nin
Seyahatname’sinde de söz ko-
nusudur. Örneğin Avusturya
kralını tanıtırken şöy-
le der:
“O, orta boylu, faz-
la yakışıklı ve güzel
olmayan bir yara-
tılışa sahipti. Ne fa-
zla şişman ve ne de
zayıftı. Suratı, ince ve
uzun bir yapıdaydı.
Tilkinin suratına ben-
zemekteydi. Her bi-
rine üç parmağın
birden girebileceği
burun deliklerinden
eşkıyaların bıyıkları
uzunluğunda kıllar
sarkmış, uzun bıyıkları ve
saçları birbirine karışmış,
perişan bir manzara arz et-
mekteydi. Dudakları deve
dudağına benziyor. Ağzı bir so-
mun ekmeğini rahatlıkla bir lo-
kma edebilecek kadar büyük ve
çirkin. Konuşurken ağzından
o kadar tükürük çıkıyor ki,
hizmetçiler hiç yanından
ayrılmadan her an başucunda
bekliyorlar ve ellerindeki ko-
caman mendillerle sık sık
ağzının kenarlarını silmek
zorunda kalıyorlar. Sürekli
karmaşık olan saçlarını tara-
maya çalışıyor. Parmakları
langa hıyarına benziyor. Yüce
yaratıcının hikmeti, bu haneda-
na mensup olan kralların hepsi
aynı kabalıkta, aynı yaratılışta
çirkin ve hoşa gitmeyen bir
yapıya sahip insanlardır. Ki-
liselerde, ülkelerinin değişik
yerlerinde ve paralarının üze-
rinde basılı resimleri, aynı
çirkinliklerini olduğu gibi
yansıtmaktaydı. Eğer bir res-
sam bunların bu çirkin ve
kaba yapılı şahsiyetlerini
olduğu gibi orijinal şekliyle
değil de gerçeğine aykırı ola-
rak, güzelleştirerek çeki-
ci bir hale getirip nakşederse
onu hemen buldurup kat-
lettirirlerdi. Çünkü bu gü-
zel resimler, onların gerçek
şahsiyetlerini göstermiyordu.
Halbuki onlar, çirkinlikleri ve
kabalıklarıyla övünüyor, gu-
rur duyuyorlardı.˝
Bir örnek de İslâm tarihi
kaynaklarından olan Mes’ûdî’den
verelim. Onun anlatımına göre,
deniz hayvanları İskender’in
İskenderiye’yi inşasına mâni
olduklarında, İskender ağaç-
tan bir tabut yaptırmış, tabu-
tun içine de camdan bir sandık
koymuş, kendisi de içine girerek
denize dalmıştı. Deniz altında
gördüğü bu şeytani hayvanla-
rın suretlerini çizmiş, çıktıktan
sonra bunların madenden hey-
kellerini yaptırmıştı. Deniz hay-
vanları denizden çıktıklarında
karşılarında heykelleri görün-
ce kaçmışlar, onlar da bunla-
rın şerrinden böylece kurtul-
muşlardı. İskender
bundan sonra şehrin
inşasını rahatça ta-
mamlayabilmişti.
Sözün özü, geç-
mişine sahip çık-
mayanın geleceğin-
den bahsedilemez.
Bu nedenle klasik
çalışmaları kendi-
mize dayanak yapa-
rak, köklerimizden
kopmadan geleceğe
uzanmaya çalışmak
durumundayız. Kök-
süz ve geçmişinden
koparak dünyaya güzellik ka-
tacak bir medeniyet inşa etmek
imkânsızdır. Burada belki sözü
edilecek husus, geçmişi tama-
men tasdik edici bir gözle oku-
mak yerine eleştirel bakış açısı-
na sahip olmak gerektiğidir. Zira
eleştirinin olmadığı ve mutlak
tasdikin söz konusu olduğu yer-
de, zihinsel üretimden söz etmek
mümkün değildir. Ebû Hanîfe
ile öğrencilerinin tartışmalarıyla
ve birbirlerine itirazlarıyla dolu
olan Hanefî fıkıh kitapları bizim
için en güzel örneklerdir.
* Prof. Dr.
Temmuz 200848
Üstün NİTELİKLİ
YÖNETİCİ
İslâm’ın Yöneticilik İçin Önerdiği Bazı İlkeler
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
49
“Bir yöneticinin istenen itaati hak edebilmesi için de İslâm
bazı vasıfl ar belirlemiştir. Bunların bir kısmı kısaca şöyledir:
Yönetici her şeyden önce kendine, halkına, insanlara ve
ülkesine karşı samîmî olmalıdır. Samîmî olan yönetici ve
lider hiçbir yapmacık hareketlerde bulunmaz. Halkına ve
ülkesine hizmetten ibadet etmekten aldığı zevk gibi zevk
alır. Onun için de onun yorgunluğu kendini mutlu eder.”
T 0plumda yö-
neten ve yö-
netilen gibi iki
temel sınıfın bulunması kaçı-
nılmazdır. Bu sebeple insan-
lar üstün nitelikli yöneticilere
her zaman ihtiyaç duymuşlar-
dır. Aslında yöneticilerin nasıl
olması gerektiğini hem yöneti-
ciler, hem de yönetilenler çok
iyi bilmektedirler. İnsan nefsi
dişine ve keyfi ne göre yöneti-
ciler istese de, bu gibilerin is-
tenen huzuru sağlayamadığını
görür ve bir süre sonra bunları
çekiştirmeye başlar. Dirayetli,
ehliyetli ve üstün nitelikli ol-
mayan bir yöneticiden, başta
kendisine fayda gelmez. Du-
rum böyle olunca bu gibilerin
insanların ve devletlerin âlî
menfaatlerini temin etmele-
ri tamamen hayal olur. Bu se-
beple insanlık ne çekmişse ni-
teliksiz idarecilerden çekmiş,
iyilik ve güzellik adına ne gör-
müşse üstün nitelikli yönetici-
lerden görmüştür.
İslâm’ın Liderlik Konusundaki
Öncelikleri
İnsanlık için son din olma
yanında, aynı zamanda eşsiz bir
medeniyet olan dinimiz insan-
lık için son derece önemli olan
liderlik konusunda da sağlam
prensipler getirmiştir. Çünkü
istenen niteliğe sahip liderlere
itaatı şart koşmuştur. Hatta yö-
neticilere itaatı, Allah ve Resu-
lüne itaatı emrettiği âyette ele
almış ve şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’a ita-
at edin. Peygamber’e ve sizden
olan ülü’l-emre (idarecilere) de
itaat edin…”1. İslâm’a göre yö-
neticiye itaat mutlak değildir.
Aksine bu, yöneticinin doğru
yolda olmasına; halkın, ülke-
nin, insanlığın faydasına çalış-
malar yapmasına bağlıdır. Bu
konularda haddi aşanlar, yö-
netim makamını şahsî çıkarları
için kullananlar, halkın ve ülke-
nin geleceğini karartacak icra-
atlar yapanlar ve adaleti temin-
den âciz kalanlar itaat hakkını
da kaybederler. Konuyla ilgili
bir hadiste Resûl-i Ekrem şöy-
le buyurmuştur: “Masiyeti (kö-
tülüğü ve günah olanı) emret-
mediği sürece, hoşuna giden
ve gitmeyen her hususta Müs-
lüman ferde düşen, yöneticiyi
dinlemek ve ona itaat etmektir.
Kendisine masiyet emredildi-
ği zaman dinleme ve itaat etme
yükümlülüğü düşer”2.
Bir yöneticinin istenen itaa-
ti hak edebilmesi için de İslâm
bazı vasıfl ar belirlemiştir. Bun-
ların bir kısmı kısaca şöyledir:
1. Samimiyet
Yönetici her şeyden önce
kendine, halkına, insanlara ve
ülkesine karşı samîmî olmalı-
dır. Samîmî olan yönetici ve li-
der hiçbir yapmacık hareket-
lerde bulunmaz. Halkına ve
ülkesine hizmetten ibadet et-
mekten aldığı zevk gibi zevk
alır. Onun için de onun yorgun-
luğu kendini mutlu eder.
2. Adalet
Yöneticinin asla taviz vere-
meyeceği hususlardan biri de
adalet ilkesidir. Adaleti temin
edemeyen veya kendisi âdil
davranamayan zulüm yapıyor
demektir. Yüce Allah idarecile-
rin adalet şartına riayet etmesi
gerektiğini anlatırken şöyle bu-
yurmuştur: “Allah size, mutla-
ka emanetleri ehline vermenizi
ve insanlar arasında hükmet-
tiğiniz zaman adaletle hükmet-
menizi emreder…”3. Adalet aynı
zamanda halkın gönüllü itaatini
de sağlayacağı için çok önem-
li bir ilkedir. Bu hem başarı-
nın hem de kalkınmanın temel
sebebidir. Bundan dolayı Hz.
Ömer: “Adalet mülkün temeli-
dir.” demiştir. Hz. Peygamber
de bir hadislerinde şöyle bu-
yurmuştur: “Şüphesiz ki ada-
letle iş görenler, Allah katın-
da nurdan minberler üzerinde
Rahmân’ın sağında olacaklar-
dır…”4 Yine adaletli yöneticiler
Allah’ın özel gölgesinde olacak-
lar arasında sayılmıştır.
3. Görev Almaya Aşırı Hırs Göstermemek
Yüce dinimiz yönetici olma-
ya aşırı hırs göstermeyi aslâ hoş
karşılamamıştır. Bunun yerine
yönetici olmaya elverişli vasıf-
ları taşıyacak duruma gelmeyi
teşvik etmiştir. Abdurrahmân
b. Semûre’nin anlattığına göre
Hz. Peygamber kendisine şöy-
le demiştir: “Ey Abdurrahman!
Yöneticiliği isteme! Çünkü iste-
yerek sana verilirse onunla baş
başa bırakılırsın! İstemeden
verilirse onun gereklerini yeri-
ne getirme hususunda yardım
görürsün”5. Böyle bir prensi-
bin ortaya konmasının sebebi,
yönetici olmaya talip olanların
mutlaka bir çıkar peşinde koş-
maları ve kerametlerini kendi-
leri nakletmeleridir. Hâlbuki
başkası tarafından seçilen ve
aday gösterilenler genelde ehil
insanlardır.
Bir başka hadiste Hz. Pey-
gamber görev alanlarından bi-
rine talip olanlara şöyle demiş-
tir: “Vallahi biz bu işe ne onu
isteyen birini tayin ederiz; ne
de ona hırs gösteren birini”6.
4. Ehliyet ve Dirayet
Hz. Peygamber yönetici ola-
rak tayin ettiği kimselerin ehil
ve dirayetli olmasına dikkat et-
miş ve önem vermiştir. Nitekim
kendisini vali yapmasını iste-
yen Ebu Zer’i bu işe tayin etme-
miştir. Olayı ve gerekçesini biz-
zat Ebu Zer’den dinleyelim, o
diyor ki :
-Ya Rasulallah! Beni vali
yapmıyor musun? dedim. Bu-
nun üzerine Rasulüllah eli ile
Temmuz 200850
“Hz. Peygamber de
bir hadislerinde şöyle
buyurmuştur: “Şüphesiz ki
adaletle iş görenler, Allah
katında nurdan minberler
üzerinde Rahmân’ın sağında
olacaklardır…” Yine adaletli
yöneticiler Allah’ın özel
gölgesinde olacaklar arasında
sayılmıştır.”
51
omzuma vurdu ve sonra şöyle
buyurdu. “Ya Ebu Zer! Sen za-
yıfsın. Bu valilik bir emanettir.
Gerçekten o, kıyamet gününde
kepazelik ve pişmanlıktır. Yal-
nız onu hakkı ile ele alarak o
hususta üzerine düşeni yapan
müstesnâ!”7.
Burada Hz. Peygamber,
Ebu Zer’in şahsiyetinden kay-
naklanan zaafa bizzat dikkat
çekmektedir. Çünkü ehliyetli
ve dirayetli olmayan yöneticiler
kısa sürede başkalarının oyun-
cağı haline gelir ve halkın mas-
lahatını temin edemezler. Bu
gibiler bulundukları makam-
ların hakkını veremeyecekle-
ri için halka ve hakka ihanet et-
miş olurlar.
5. Yolsuzluktan Sakınma
Bir idarecinin ve liderin
kendisine güven duyan ve ita-
at eden halka ve insanlara ya-
pacağı en büyük ihanet yolsuz-
luğa bizzat başvurması veya
göz yummasıdır. Hz. Peygam-
ber bu durumu o günün toplu-
munun anlayabileceği sade bir
dille anlatmış ve şöyle buyur-
muştur:
Bu hadisleriyle Hz. Pey-
gamber yöneticinin bulaştığı
her yolsuzluğun onun boynu-
na dolanacağını ve kıyamette
onun hesabını veremeyeceğini
ve peygamberin bile onu kur-
taramayacağını anlatmak iste-
miştir.
6. Sorumluluk Sahibi Olmak
İdareci ve liderin en temel
vasıfl arından biri de sorumlu-
luk sahibi olması ve bu bilinci
taşımasıdır. Bu özelliği taşıma-
yan idareciler günübirlik ya-
şar, kâr zarar dengesini gözete-
mez ve bunun hesabı yapamaz,
halklarının huzur ve barışı-
na hizmet edemezler. Konuy-
la ilgili açıklamalarının birinde
Sevgili Peygamberimiz bizlere
şu mesajı vermektedir: “Hepi-
niz çobansınız ve hepiniz sürü-
sünden mes’uldür. İnsanlara
hükmeden emîr bir çobandır;
o idaresi altında olanlardan
mes’uldür…”9.
Bu mes’uliyeti en iyi ve en
derinden hisseden insanlığın
örnek yöneticisi Hz. Ömer şöy-
le demiştir:
“Kenâr-ı Dicle’de bir kurt
aşırsakoyunu
Gelir de adl-i İlâhî sorar
Ömer’den onu!”10
* Dr.
1 4/Nisâ, 59.2 Tâc, III, 44.3 4/Nisâ, 58.4 Müslim, İmâret, 5.5 Müslim, İmâret, 3.6 Müslim, İmâret, 3.7 Müslim, İmâret, 4.8 Müslim, İmâret, 24.9 Müslim, İmâret, 5.
10 M. Akif Ersoy, Safahât, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Çamlıca yayınları, İstanbul 2007, s. 83.
Dipnot
Temmuz 200852
AhlâkHüseyin PEKER*
Ahlâk Anlayışıİslâm’ın ve Günümüz Müslümanlarının
53
“Hz. Peygamberin ahlâkına baktığımız zaman ise, onun
ahlâkını bizzat Allah’ın onayladığını görüyoruz: “Muhakkak
ki sen çok yüce bir ahlâka sahipsin.”3 (68/Kalem, 4). Hz.
Âişe vâlidemize Peygamberimizin ahlâkı sorulduğunda,
“Onun ahlâkı Kur’an’dı.”4 diye ifade etmiştir. O halde
Kur’an ahlâkı, İslâm ahlâkı ve günümüz Müslümanlarının
bu ahlâk açısından durumu nedir? Bunları birkaç temel
prensip altında toplayabiliriz:”
53
Islâm’da dinî emir-
lerle ahlâkî görev-
ler arasında bir
ayırım yoktur. Bunlar iç içe bir
bütündür. İslâm’da ahlâk di-
nin özüdür, bütün esaslarında-
ki aslî unsurdur. İslâm’ın he-
defi insanları ahlâklı kılmak,
olgunlaştırmak, insan-ı kâmil
durumuna getirmektir. Hz.
Peygamber, “Ben güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderil-
dim.”2 buyurmuştur Hz. Pey-
gamberin ahlâkına baktığımız
zaman ise, onun ahlâkını bizzat
Allah’ın onayladığını görüyo-
ruz: “Muhakkak ki sen çok yüce
bir ahlâka sahipsin.”3 (68/Ka-
lem, 4). Hz. Âişe vâlidemize
Peygamberimizin ahlâkı so-
rulduğunda, “Onun ahlâkı
Kur’an’dı.”4 diye ifade etmiştir.
O halde Kur’an ahlâkı, İslâm
ahlâkı ve günümüz Müslüman-
larının bu ahlâk açısından du-
rumu nedir? Bunları birkaç
temel prensip altında toplaya-
biliriz:
Hak prensibi. Yani herkese hakkını
verme, hak yememe, haksızlık yapmama,
zulmetmeme.
Hak ve adalet, İslâm’ın üze-
rinde titrediği en önemli pren-
siptir. Çünkü haksızlığın, ada-
letsizliğin, zulmün olduğu yerde
huzur olmaz, mutluluk olmaz.
Allah’ın Kur’an’da bir çok yer-
de vurgulanan “Adaletli olun!”
emri, bir âyette, başka ahlâkî
davranışlarla birlikte şöyle yer
almaktadır: “Allah, adaleti,
iyi ve güzel işler yapmayı ve
akrabâya bakmayı emrediyor.
Edepsizliği, kötülüğü ve azgın-
lığı yasaklıyor. Düşünüp tuta-
sınız diye size öğüt veriyor.”5
Bu âyette, insanı huzurlu kı-
lacak, toplumda barışı sağla-
yacak üç güzel eylem emredil-
mekte, insanı huzursuzluğa,
toplumu endişeye ve karışıklığa
itecek üç kötü eylem ise yasak-
lanmaktadır.
Emredilenlerin başında da
adalet gelmektedir. Adalet her-
kese hakkını vermek, ölçülü ha-
reket etmek demektir. Adaletin
zıddı olarak hak yeme vardır,
haksızlık yapma vardır, zulüm
vardır, edepsizlik vardır, kötü-
lük vardır, azgınlık vardır. Bu
nedenle adalet her yerde ge-
reklidir. Evde, okulda, işyerin-
de vs.
İslâm, Müslümanın herke-
sin güven duyduğu bir kişi ol-
masını şart koşuyor. Hz. Pey-
gamber Müslümanı, “Elinden
ve dilinden diğer Müslüman-
ların emîn olduğu kişi.”6 olarak
tanımlıyor. Dolayısıyla gerçek
bir Müslümanla haksızlık aslâ
bir araya gelemez.
Yine hak prensibinde, işin
ehline verilmesi, başarısız ol-
duğu halde eş, dost, akrabâ da
olsa kimsenin öne geçirilme-
mesi esastır. Aksi halde hem
toplumun geri kalmasına hem
de toplumda kin ve nefret duy-
gularının oluşmasına zemin
hazırlanmış olur. Bu nedenle
Hz. Peygamber şu uyarıyı yap-
mıştır: “İşler ehil olmayanlara
verildiği zaman, kıyameti bek-
leyiniz.”7 Yani toplumun dağıl-
masını ve yok olmasını bekle-
yiniz.
Şimdi “hak prensi-
bi” çerçevesinde günümüz
Müslümanlarını, yani biz-
leri değerlendirelim: Çarşı-
ya çıkıyorsunuz, satıcıların
yanına yaklaşıyorsunuz, mey-
velerin iyilerini, sağlamları-
nı seçmiş öne dizmiş, arka ta-
rafta ise ıskartaları kalmış.
Müşteriye malın iyisini göste-
riyor, çaktırmadan ıskartaları-
nı veriyor. Hâlbuki bakın Hz.
Peygamber’in bu konudaki tu-
tumuna:
Resullullah Efendimiz (sav)
pazarda bir buğday satıcısına
uğradı, elini buğday çuvalının
içine sokunca parmakları yaş-
lığa isabet etti.
Bunun üzerine buğday sahi-
bine:
-Bu ne? diye sordu. Buğday
sahibi:
-Ey Allah’ın Resulü! Yağan
yağmur isabet etti, dedi. O za-
man Peygamber Efendimiz
(sav): “Onu insanların götürüp
aldanmamaları için yığının
üzerine koymalı değil miydin?
Bizi aldatan bizden değildir.”
buyurdu.
Demek ki Müslüman bir sa-
tıcı müşteriye malının eksiği-
ni de söyleyecek, onu doğru bil-
gilendirecektir. Malın olumsuz
yönlerini söylememek kesinlik-
le hak yemektir.
Diğer taraftan toplumumuz-
da, büyük çoğunlukla adam ka-
yırma, tanıdıkların ve akraba-
ların korunduğu bir anlayış ve
uygulama hâkim. Birçok işe gi-
rişlerde ehil olmak değil, tanı-
dık bulmak önemli. Bir yerde
bir işini mi gördüreceksin, tanı-
dık bulmalısın; işinde yükselip
hakkın olan bir makama veya
mevkiye mi geleceksin, tanıdık
bulmalısın. Ehliyet, çalışma,
iş yapıp yapmama fazla önem-
li değil. Peki, İslâm ahlâkı bu-
nun neresinde? Bu anlayış top-
lumda iyice yerleştiği içindir ki
yıllardan beri insanımız, bir işi
daha iyi yapma peşinde değil
de kendisine yardımcı olacak
adam bulma peşinde koşmak-
tadır.
İslâm ahlâkında hem Müslü-
manın hak yememesi, haksızlık
etmemesi, hem de bir haksızlık
varsa, bir kötülük varsa, ona da
gücü oranında müdahale edip
önlemeye çalışması esastır. Hz.
Peygamber’in bu konudaki tali-
matı şöyledir: “Her kim bir kö-
tülük işlendiğini görür de onu
eliyle engellemeye gücü yeter-
se eliyle engellesin! Buna gücü
yoksa diliyle engellesin! Buna
da güç yetiremezse kalben onu
engelleme arzusu içinde ol-
sun!”8.
İslâmiyet haksızlığı tas-
vip eden, onaylayan bir tutu-
ma karşı olduğu gibi, haksızlık
karşısında sessiz kalmaya da
karşıdır. Hz. Peygamber, hak-
sızlık karşısında susan kimse-
yi dilsiz şeytana benzetmiştir.
Yani İslâm ahlâkında, “Bana
dokunmayan yılan bin yaşa-
sın.” anlayışı kesinlikle yok-
tur. Eğer bir yerde bir haksızlık
varsa, Müslümanın onun acısı-
nı hissetmesi ve mutlaka gücü
oranında onu düzeltme çabası
içinde olması gerekir.
Şimdi Peygamberimi-
zin bu açıklamaları çerçeve-
sinde kendimizi değerlendir-
diğimizde, bunlara uygun mu
davranıyoruz yoksa, daha çok
çıkarımız doğrultusunda bir
tutum mu takındığımızı sorgu-
lamalıyız. Ben, çoğumuzda ma-
alesef pragmatist, yani men-
faatçi ahlâk anlayışının hâkim
olduğunu görüyorum. Çoğun-
lukla, ortada bir haksızlık olsa
da, onu görmemezlikten ge-
lerek çıkarımız doğrultusun-
da tutum takınıyoruz, kararlar
alıyoruz.
Başkalarına iyilik yapma, yardım
etme, hayır için önde koşma prensibi.
Temmuz 200854
55
İslâm ahlâkı Müslümanı,
sadece kendini düşünen bencil
biri değil, herkesin iyi durum-
da olması için çalışan, gücü
oranında çevresindeki insanla-
ra yardıma koşan, fedakârlıkta
bulunan bir kişi olarak görmek
ister. Allah mü’minlerin bu ko-
nudaki tutumunu şöyle anla-
tıyor: “Mü’minler hayırlarda
yarış yaparlar ve hayır için
öne geçerler.”9.
İslâmiyet kişinin sahip ol-
duğu mallardan muhtaç du-
rumda olanlar için harcama
yapmasını, zekât ve sadaka
vermesini, cimrilik etmemesi-
ni ve sevdikleri şeylerden ver-
mesini istemektedir. Hatta
öyle ki, darlıkta da gücü ora-
nında yardım için bir şeyler ve-
rebilmelidir. Allah’ın emirleri-
ne karşı duyarlı hareket eden
kişiler (müttakîler), Kur’an’da
böyle vasıfl andırılmaktadır:
“Onlar ki, bollukta da darlık-
ta da yardım için verirler. Öf-
kelerini bastırırlar ve insan-
ları bağışlarlar. Allah böyle
güzel davranışlar sergileyen-
leri sever.”10.Görüldüğü gibi
İslâmiyet, Müslümanın darlık-
ta da az bile olsa vermeye alış-
ması, gönülce zengin olması,
kanaatkâr ve fedakâr olması ge-
rektiğini vurgulamaktadır. Bu
duyguyla Müslüman, öfkesini
yenecek ve insanları bağışlaya-
caktır. Bu, kişiyi hem ahlâken
ve rûhen yücelten, hem de top-
lumda saygınlığını artıran bir
davranıştır.
Bu konuda şunu da belirt-
mek gerekir ki, İslâm yardım
ve iyiliklerin, karşılık beklen-
tisiyle değil, sadece Allah rıza-
sı için yapılması gerektiği üze-
rinde durur. Karşılık verilmedi
diye yakınmak ve başa kakmak,
o yardım ve iyiliğin boşa çık-
masına neden olur 11.
Bir bilim adamı üç tip
ahlâktan söz etmektedir:
1.Egoist ahlâk. Bu anlayışa sa-
hip olanların temel düşünce-
si, almak, fakat vermemek şek-
lindedir. 2.Eşitlikçi ahlâk. Bu
anlayışa sahip olanların te-
mel düşüncesi de, hem almak
hem vermek tarzındadır. 3.Fe-
ragat ahlâkı. bu ahlak anlayışı-
nın teme prensibi ise, almasa
da vermek, karşılık bekleme-
mektir12. İşte bu feragat ahlâkı
ahlâkın üst basamağıdır ve
İslâm’ın istediği de budur.
Şimdi biz bu konuda kendimi-
ze bir bakalım. Egoist demeye-
lim, ama büyük çoğunluğumu-
zun eşitlikçi ahlâk anlayışını
aşamadığımızı söyleyebilirim.
Yani birisi bize iyilik yapmış-
sa biz de ona iyilik yaparız. Bizi
ziyarete geliyorsa biz de onu
ziyarete gideriz. Kom-
şuya bir kere gitmişiz
de o bize karşılığı-
nı vermemişse o
gelmeden ona
gitmeyiz vs.
H â l b u k i
daha önce
de belirttiğim
gibi yardım ve iyi-
lik, karşılık bekleme-
den Allah rızası için olur-
sa İslâm’a göre bir değer ifade
eder. Gerçi insan bu iyiliğinin
karşılığını âhirette kat kat faz-
lasıyla alacaktır. Allah ona yap-
tığı iyiliğin ödülünü elbette ve-
recektir. Ve inanan insan için
önemli olan da âhirette alına-
cak ödüldür. Bunu atalarımız
çok güzel ifade etmişler: “İyilik
yap, denize at! Balık bilmezse
Hâlık bilir.”
Ayrıca böyle bir tutum
kişinin ruh sağlığını korur, onu
ruhen yüceltir. Çünkü “Ben
ona bunu yaptım; karşılığın-
da şunu mu görmeliydim, kar-
şılığı böyle mi olmalıydı?” gibi
yakınmalar ruhsal bozulmala-
ra yol açar.
3.
Temmuz 200856
Kendin için istediğini diğer insanlar için de isteme, kendini karşındaki kişinin
yerine koyarak hareket etme
prensibi.
İslâm’a göre Müslüman bü-
tün hareketlerinde, karşısın-
daki insanı, ilişkide bulunduğu
herkesi kendisi gibi düşüne-
cek, “Ben onun yerinde olsam
da bana karşı bu hareket yapıl-
sa bundan hoşlanır mıydım?”
diye kendine soracak; hoşlana-
cağı bir hareketse onu yapacak,
yoksa yapmayacaktır. Yani ken-
dini karşısındaki kişinin yerine
koyarak, empati kurarak hare-
ket edecektir.
İslâm’da bu prensip o
kadar önemlidir ki, imanın da
temel şartı olarak kabul edil-
miştir. Hz. Peygamber şöyle
buyuruyor: “Sizden hiçbiriniz,
kendisi için sevdiği şeyi karde-
şi için de sevmedikçe iman et-
miş olmaz.”13.
Şimdüşünelim:Acaba
bunu hayatımıza uyguluyor
muyuz? Uygulasak, kötü bir şey
yapabilir miyiz? Mesela, birisi-
ni aldatabilir miyiz? Aldatama-
yız. Çünkü kendi-
mizin aldatılmasını
istemeyiz. Başkası-
na zarar verebilir
miyiz? Veremeyiz.
Çünkü bir başkası-
nın bize zarar ver-
mesini istemeyiz.
Biz iyi imkânlara
sahip olalım, diğeri sahip olma-
sın diyebilir miyiz? Diyemeyiz.
Çünkü aynı şeyin bizim için is-
tenmesine razı olmayız. Kısaca,
dedikodu yapamaz, iftira ata-
maz, kimseyi küçük göremez,
kimseyle alay edemez, hiçbir
olumsuz davranışta buluna-
maz, hep iyi hareketler yapmış
oluruz.
Herkesin böyle yapmaya ça-
lıştığını düşünelim. Toplumda
sevgi, kardeşlik, hoşgörü, hu-
zur ve mutluluk hâkim olur.
İslâm’ın istediği toplum da işte
budur.
Kul olduğunu, insan olduğunu hiçbir
zaman unutmama, mütevâzı olma
prensibi.
İslâmiyet insanın kendini
üstün gösterecek tarzda kibir-
li davranışlarda bulunmama-
sını, mütevâzı olmasını ister.
Çünkü kendini üstün gören in-
sanlar bencildirler. Hep kendi-
lerine değer verilmesini, kendi-
lerinin ön planda tutulmalarını
ister, başkalarını ise küçük gö-
rürler. Bunların konuşmaların-
da, ha cık tavırlar vardır. Hatta
bazı insanlarda kendini üstün
gösterme, büyüklük taslama,
hastalık (megalomani) haline
bile gelebilir.
Bu insanlar çoğunlukla ek-
sikliklerini örtmek düşüncesiy-
le kendilerini üstün göstermeğe
çalışırlar. Allah’ın sevmediği14
bu tür insanlar, toplum tarafın-
dan da sevilmezler.
Çeşitli etkenlerle aşağılık
kompleksine sahip bazı Müs-
lümanların bu komplekslerini,
kendilerini üstün göstermeye
yönelik tutum ve davranışlar-
la telafi etmeye çalıştıkları gö-
rülmektedir. İslâm’ın istediği
şekilde kibar, saygılı, sevecen
olacakları yerde, kaba ve itici
olabilmektedirler.
Şükretme ve kanaat sahibi olma prensibi.
Şükür, insanı ahlâken yü-
celten çok güzel bir haslettir.
Allah’ın bunca nimetlerine kar-
şı Müslümanın her zaman şük-
retmesi, sahip olduğu nimetle-
rin bilincinde olması gerekir.
Fakat Allah Kur’an-ı Kerim’de
insanın az şükrettiğini belirt-
mektedir15.
İslâmiyet insanın hem ruh
sağlığını koruması hem de mad-
den ilerlemesi için şöyle bir ilke
ortaya koymuştur: “Kendinden
kötü durumda olanlara baka-
rak şükretmek, kendinden iyi
durumda olanlara bakarak ça-
lışmak.”
Günümüzde bilhassa kapi-
talist anlayışın etkisiyle gerek
bizim toplumumuzda gerekse
diğer toplumlarda kişilerin ço-
ğunlukla maddî hedefl er göze-
ten bir hayat tarzını benimse-
miş oldukları görülmektedir.
Çevreden, toplumdan ve med-
yadan önerilen de daha çok
böyle bir hayat tarzıdır. Para
ve lüks hayata, teknolojik ge-
lişmelerin sunduğu üst düzey
imkânlara sahip olmak, hep
arzu edilen bir değer olarak
kalplere ve zihinlere hâkim ol-
maktadır. Bu anlayışın Müslü-
manlarda da hâkim durumda
olduğu, bunun da şükür ve ka-
nat duygularını azalttığı maale-
sef fark edilen bir gerçektir.
57
* Prof. Dr.2 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 3813 68/Kalem, 44 Müslim, Sahîh, Müsâfi rûn, 1395 16/Nahl, 906 Riyâzü’s-Sâlihîn, Ank., 1979, C.I, s.2597 Buharî, Sahîh, Kitabü’l-İlim, 28 Buharî, Tecrîd-i Sarîh, C.3, s.1779 23/Mü’minûn, 6110 3/Âl-i İmrân, 13411 2/Bakara, 264 12 Cihan Okuyucu, Üç Ahlâk Üç Tavır, Zaman
Gazetesi, 13.01.1997, s.1413 Buharî, Tecrîd-i Sarîh, C.I, s.30, H. No:1314 16/Nahl, 2315 32/Secde, 9
Dipnot
Hakkında : “Uhud’da Rasulullah ile beraberdim. (Savaşta
bozguna uğrayınca) halk O’nun yanından dağıldı ben de
annemle birlikte savunmak için O’na yaklaştık. Müşrik
bir atlıyı taş ile düşürmeme Allah Rasulü tebessüm etti.
Annemin omzundaki yarayı görünce onunla ilgilenmemi
istedi ve “Allah sizi mübarek kılsın ey ev halkı! Annenin
makamı, felanın makamından daha yüksek!” dedi. Aynı
duayı babam için de yaptı. Annem (Allah Rasulü’ne):
“Allah’a dua et de cennette de seninle beraber olalım” tale-
binde bulununca “Allah’ım! Onları cennette benim arka-
daşlarımdan eyle!” diye dua etti. Bunun üzerine annem:
“Artık dünyada başıma ne gelse aldırış etmem!” dedi.
Hadisleri : “Evimle minberim arası, cennet bahçelerin-
den bir bahçedir.”
Sözleri : Harre günü, halkın Medine Emiri olan
İbn Hanzala’ya ölmek üzere bey’at ettikleri söyle-
nince Abdullah: “Ben, Rasulullah (s.a.v)’dan son-
ra kimseye ölmek üzere bey’at etmem! dedi.
Kaynaklar : Üsd, III. 250-251; İsabe, II.
312-313; DİA, I. 143; Sahabiler Ansiklopedisi, s. 53-54;
Ahmed, Müsned, IV. 38-42; İbn Sa’d, Tabakât, VIII.
412-415.
*Prof. Dr.
Abdullah b. Zeyd b. Âsım
Haziran 200858
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Abdullah
Künyesi : Ebû Muhammed (İbn Ümmü Umâre diye meşhurdur)
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Zeyd b. Âsım el-Ensârî
Anne adı : Ümmü Umâre (Akabe Bey’atine ve birçok sava şa ka tılmış hatta Yemame Savaşı’nda eli kesilmiştir.)
Eş(ler)i : Tespit edilemedi
Akrabaları : Kardeşi Habîb Yemâme’de Müseylime tarafın dan şe hit edilmiştir.
Oğulları : Tespit edilemedi
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi : Hazrec’in Neccâr oğullarından
İslâm’a girişi : Akabe Bey’atinde
Sohbet süresi : 10-11 yıl
Rivayeti : 43
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Muhtemelen ziraat ve askerlik
Hicreti : Yok
Savaşları : Bedir’e katılıp katılmadığı ihtilafl ıdır. Uhud ve sonrasındaki diğer savaşlara katıldı.
Görevleri : Uhud Savaşı’nda annesi ve kardeşiyle birlikte Hz. Peygamber’i yakından savunarak O’nun tak dirini kazandı.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi.
Mizacı : Hz. Peygamber’i iyi gözlemleyerek O’nun nasıl abdest aldığı, mescitte ne şekilde yattığını riva yet etti.
Ayrıcalığı : Vahşî ile birlikte Yemâme Savaşı’nda sahte peygamber Müseylime’yi öldürdü.
Ömrü : Yaşlı
Ölüm yılı : H. 63.
Ölüm yeri : Medine
Ölüm sebebi : Harre Vakası’nda öldürüldü.
59
“Benden önce Allah’ın ümmetine gönderdiği her peygamberin, sünne-tine tabi olan, emirlerine uyan havarileri ve arkadaşları vardı. Fakat on-ların arkasından daima, yapmadıklarını söyleyen, emrolunmadıkları şey-leri yapan kötü nesiller ortaya çıkmıştır. İşte böylesi kimselere karşı eli ile mücadele eden kişi mümindir. Dili ile karşı koyan mümindir. Bu kim-selere karşı kalbiyle mücadele eden kimse de mümindir. Bunun dışında-
kilerin kalbinde ise, hardal tanesi kadar iman yoktur.”
(Müslim, İman, 293.) (Müslim, Îman, 80.)
“Hadiste, ihlâs makamına ancak söz-fi il ve hâlde sünnete uyularak ulaşılabileceğine işaret vardır. Hâli iddiasını yalanlayan kimse gizli şirkle
müşriktir. Allah bizi bundan korusun.”
Şeyh Hamid-i Veli Hz. (Somuncu Baba)
59
Tezhib: Şehnaz Özcan(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)
Kırk Hadis
YedinciHadis
Yorum
Türkçe Açıklaması
Kişisel Gelişim Uzmanı Sıtkı Aslanhan:
“LİDERLİK DÜNYADAKİ DİĞER
ROLLERDEN BİRİDİR”
Röportajİbrahim YARIŞ
Temmuz 200860
61
Lider ne demektir?
İngilizce’den dilimize geçen
“lider” sözcüğü, bir kuruluşun
en üst düzeyde yönetimiyle gö-
revli önder veya şef demektir.
Liderlik nedir, kim liderdir?
Şöyle söyleyelim; lider hem
doğru iş yapar, hem de yaptığı
işi doğru yapar. Bütün liderler
pozitif insanlardır. Hayatların-
da karamsarlık yoktur, gerçek-
çilik vardır.
İnsanlar niçin bir lidere ihtiyaç duyarlar?
İnsanlar yaşamak için, üret-
mek için öyle veya böyle grup
halinde hareket etmeye mec-
burdur. Bu durumda da bir li-
dere ihtiyaç duyarlar. İşlerin
daha düzgün ve planlı bir şekil-
de yürüyebilmesi, zamanın ve-
rimli kullanılması ve bütün fi -
kirlerin dağılmadan düzgün
yönetilmesi, sıralamasının ve
zamanlamanın doğru yapılma-
sı için lider gereklidir.
Liderleri diğer insanlardan ayıran en temel özellik nedir?
Lider diğer insanları yönlen-
diren, onları bir amaç etrafında
toplayan kişidir. Lider sürece
hakim olur, planlayarak uygu-
lamaya koyar. Örneğin tekstil
fi rması olan ilkokul mezunu
bir iş adamı, eğer son teknolo-
ji ürünü olan bir makine alabi-
liyorsa vizyon sahibidir. Kendi-
sini ve fi rmasını geleceğe göre
biçimlendirmiştir. Bakın şunu
açık bir şekilde ifade etmekte
yarar var: Stratejik düşünen li-
derler hiçbir zaman yok olmaz-
lar.
Lider diğer insanların gör-
mediğini görebilen, uygulayabi-
len ve uygulatabilendir. Sadece
görmek yetmeyebilir. Harekete
geçmek ve ikna ederek hareke-
te geçirmek de liderliğin önemli
unsurlarından biridir. Peygam-
ber Efendimiz başta olmak üze-
re bütün veli zatlar inandıkları
doğruya insanları ikna ederek
çekmişlerdir. Ve hepsi tutar-
lıdır. Sözleri başka, eylemleri
başka değildir.
Liderlik öğrenilebilir mi?
Evet, liderlik öğrenilebile-
cek bir süreçtir. Liderlik öğre-
tilemez ama öğrenilebilir. Li-
derlik ancak sergilenebilir. Bir
liderin ölmesi fi kirlerinin kay-
bolacağı anlamına gelmiyor.
Shakespaere’nin Julius Cae-
ser oyununda Brutus şöyle der:
“Ah, ne olurdu, Caeser’in canı-
na kıymadan Caeser’in düşün-
celerini al aşağı edebilseydik...”
Niçin öğretilemez?
Çünkü her liderin şartları
kendine özgüdür. Fatih Sultan
Mehmet ile oğlu İkinci Beyazıt
birbirinden farklıydı. Milyon
dolarlarca borcu olan fi rmanın
lideri ile yatırım için milyon-
larca doları olan lider aynı mı-
dır? Başka bir örnek verelim;
kurumsallaşmasını tamamla-
mış ve her şeyi ile mükemmel
bir aile şirketinin ortaklarının
arası bozulduğunda fi rmayı da-
ğıtmadan götüren liderin duru-
mu da farklıdır. Zor koşullara
hâkim olmak da liderliğin te-
mel unsurlarındandır.
Lider, “Aynı zamanda hem yöneten hem de yönetilen kişidir” derler…
Evet, kesinlikle liderlerin ça-
buk öğrenme mecburiyeti var-
dır. O zemin ve sorun için gerek-
Sıtkı Aslanhan Kimdir?
1976 yılında Malatya’da
doğdu. Lise çağlarından iti-
baren kişisel gelişim ve des-
tekleyici eğitim alanında ça-
lışıyor. İlahiyat eğitimi aldı.
Halen psikoloji disiplininde
akademik çalışmaları devam
ediyor. “ Hayata Gülüm-
se” adlı bir kitabı var. Yak-
laşık on yıldır, Türkiye’de ve
dünyanın çeşitli ülkelerinde
konferanslar veriyor. Akra
Fm ve Radyo 7’de program
yapıyor.
Temmuz 200862
li çözümü bulur. Bunun için de
kendini ifade edebilmek, için-
deki sese kulak vermek, doğru
kimselerin tavsiyelerini dinle-
mek zorundadır. Lider kendine
hiçbir zaman yalan söylemez.
Kendi günah ve sevaplarını söy-
lemekten asla çekinmez. Çünkü
bilir ki, gerçekle yüzleşmek en
büyük sermayedir.
Lider ile yönetici arasında ne fark vardır?
Lider koşullara, zamana
hakim olur, diğer yöneticiler
teslim olur.Yönetici stotüko-
yu kabul eder, lider ise yeni-
likçidir.
Korku ve hatalar ilahî bir fırsattır
Lider gerçekle yüzleşebilendir değil mi?
Evet, liderler korkularıyla
hatalarını enerjiye dönüştüre-
bilirler. Örneğin, karanlık kor-
kusu Edison’a ampülü icad et-
tirmiştir. Liderler, hatalar ve
yanlış adımların da vizyonla-
rını gerçekleştirmek için ge-
rekli adımlar olduğunu en iyi
bilenlerdir. Gerçekten hatalar
yeni bilgiler öğrenmemiz için
sunulmuş ilahî fırsatlardır. Li-
derler de hataları böyle görür-
ler. Şayet bu hatalardan dolayı
para kaybına uğruyorsa bunu
da eğitim masrafı olarak gör-
melidir. Örneğin, dünyanın
en zengin adamı Bill Gates’in
elemanlarına çok büyük değer
verdiğini ve hissedar yapma-
ya özen gösterdiğini biliyoruz.
Gates’in işten ayrılan eleman-
ların mutlaka gerekçelerini
öğrendiği söylenir.
Liderler tek başına hareket etmezler, bunun için nasıl davranmaları gerekir?
Bakın bu sorunuza çarpı-
cı bir örnek vereyim: Büyük İs-
kender, ordusuyla çölden geç-
mek üzereyken su stoklarının
tükendiği bir zamanda kendisi-
ne ikram edilen suyu içmeyerek,
“Siz susuzluktan kıvranırken
ben bu suyu içmem” demiş ve
büyük bir motivasyon sağlamış-
tır. Bunun karşılığında ordusu-
nu fedakarlık için hazır hale ge-
tirmiştir.
Liderler insanları çekmeyi,
onları harekete geçirmeyi çok
iyi bilirler. Bu işin ustasıdırlar.
İnsanları çok iyi tanırlar. Ayrı-
ca, insanlara karşı merhametli
olmayan, nezaket ve zarafet sa-
hibi olmayan kişi de lider ola-
mamıştır. Lider, tolerans sahibi,
esnek davranan ve zaman tanı-
yan bir yapıya sahip olmalıdır.
Büyük liderlerin özellikleri nelerdir?
Liderlik üzerine çok araştır-
ma yapılmış ve büyük liderlerin
dört özelliği tespit edilmiştir.
Zayıf yanlarını açığa vurma-
ları, uygun zamanlamayı ve ha-
reket tarzını kestirmede büyük
ölçüde sezgiye dayanmaları ve
çalışanlarına katı empati (ken-
dini onun yerine koyma) ile yö-
netmeleri. Bir de farklılıkların-
dan yararlanmaları…
Hazreti Ömer iki odalı bir evde
yaşadı
Liderler özgün bir kişilik yapısına da sahiptirler değil mi?
Tabi ki, mutlaka özgün kişi-
likleri de vardır. Bilgisiyle, ah-
lakıyla, karakteri ve ilgi alan-
ları ile özgün olmalıdırlar aynı
zamanda. Ama bu kendi doğal
seyrinde olmalıdır. Farklı gö-
rünmek budalalık yapmayı ge-
rektirmez. Çok sade davranışlar
da lideri özgün kılar. Örneğin
Hazreti Ömer, beş milyon kilo-
metrekarelik bir ülkenin başka-
nıyken kendi çağındaki krallar-
dan farklı olarak Medine’nin bir
mahallesinde iki odalı bir evde
yaşıyordu. Hizmetçi ve köleler-
le birlikte yemek yiyordu. Öğlen
uykusunu yalnız başına ve bir
ağacın gölgesinde toprak üze-
rinde yapıyordu.
Son söz olarak ne söylemek istersiniz?
Liderlik öğrenilebilecek bir
süreçtir. Liderlik kumaşı olan-
lar da işe yarar bu özellikler.
Eğer kişide bu kumaş yok-
sa söz konusu vasıfl ar hiçbir işe
yarayamayacağı gibi işi büsbü-
tün berbat eder. Altı milyar in-
sanın lider olması gerekli de-
ğildir. Böyle bir şekilde dünya
hareket edemez zaten. Bir fab-
rikada patron da önemlidir, şef
de, kalfa da usta da, çaycı da.
Dünyadaki bütün roller gerekli
ve önemlidir. Liderlik de bu rol-
lerden biridir.
63
GİDEN GELMEZ
Aşk derdiyle yansa bu can;
Gülşen olur iki cihân!..
Şerh etmeğe kalksa lisan;
Koca devrân, almaz olur!..
Geçtim bu gam diyârından;
Hayat yüklü baharından!..
Âb-ı hayat pınarından;
İçip kanan ölmez olur!..
Ne güzeldir senden gelen;
Varda yokta hikmet bulan!..
Bu âlemden ibret alan;
Ezel, ebet solmaz olur!..
Mecnûn ile birdir adım;
Kerem eyle yandı odum!..
Riyâzette her maksûdum;
Menzil, makam bilmez olur!..
Ben’dir, bana ben’lik veren;
Heva eken, heves deren!..
Hâl içinde hâla giren;
Ağlar ağlar gülmez olur!..
Ehl-i irfân anlar sözü;
Ezel tütmüş gönül közü!..
Özden geçmiş aşkın izi;
Bulan geri gelmez olur!..
Rıfat ARAZ
Temmuz 200864
KİEVİZLENİMLERİ-1
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
2 007 yazı
2-9 Agus-
tos tarih-
leri arasında tarihi kayıtları-
mızda “Deşt-i Kıpçak” olarak
adlandırılan Ukrayna’da bu-
lundum. Biletimi fi yatlarının
uygunluğu nedeniyle Motor
Sich havayolu fi rmasından al-
mıştım. Esenboğa’dan havala-
nan pervaneli uçağımızın, bir
otobüs yolcusu kadar yolcu-
su vardı. Üç saatlik bir yolcu-
luk sonrasında Kiev’in Borispol
“Osmanlı imparatorluğu hâkimiyetinde olması dolayısıyla uzun yıllar Ukrayna’nın güneyinde bir Türk
nüfuzu söz konusu olmuştur. Ukrayna, Osmanlı imparatorluğuna bağlı Kırım hanlarının köle ve ganimet devşirme
mekânıydı. Zira bu ülke toprakları kuzeybatıda Polonya, kuzeydoğuda
Rusya, güneyde ise Osmanlı’ya bağlı Kırım hanları tarafından sürekli
sıkıştırılmaktaydı. Bölgede yaşayan insanlar, ganimet olarak alınarak önce Kırım oradan da İstanbul’a gönderilip
esir pazarlarında satılmaktaydı.”
65
Havalimanı’na indim. Benim
için rahat bir yolculuk olmuştu.
Gezimize geçmeden önce Uk-
rayna ile ilgili kısaca genel bil-
giler verelim. Ukrayna’nın Baş-
kenti: Kiev; Yüzölçümü: 603,700
km2; Nüfusu: 47,732,079; En
Büyük Şehirleri: Kiev (2,5 mil-
yon), Odessa, Harkov, Donetsk,
Dnipropetrovsk; Telefon Kodu:
+380; Komşuları: Polonya, Mol-
dova, Beyaz Rusya, Çek Cum-
huriyeti, Macaristan, Slovak-
Temmuz 200866
ya, Rusya; Okuma-Yazma Oranı:
%95,6; Etnik Gruplar: Ukrayna-
lı %77,8, Rus %17,3; Moldovya-
lı %0.5; Kırım Tatarı %0.5; Di-
ğer %3,9. Resmi Dil: Ukraynaca
ve bunun yanında Rusça yoğun
olarak konuşulmaktadır; Para
birimi: Grivna; Din: %89 Orto-
doks, %4 Katolik, %2 Yahudi,
% Diğer. İdari Yapı: 24 Eyalet 1
Özerk Cumhuriyet (Kırım).
Ukrayna, 24 Ağustos 1991 yı-
lında SSCB’nin dağılması son-
rasında birçok devlet gibi ba-
ğımsızlığını kazanmış yeni bir
devlettir. Bilindiği üzere bir dö-
nem Osmanlılar da Ukrayna’nın
bir kısmında hakimiyetlerini
kurmuşlardır. Mesela tarih ki-
taplarımızda zikredilen Hotin
seferi, Kamaniç ve Çehrin ka-
leleri, birçok meşhur yetiştiren
Akkirman ve halen Ukrayna’ya
bağlı bir özerk cumhuriyet olan
Kırım bu ülke toprakları içeri-
sinde yer almaktadır. Gitme-
den önce yaptığım bazı araş-
tırmalarda özellikle ülkenin
güneyinde baskın bir Türk nü-
fuzunun olduğunu tespit et-
miştim. Yukarıda zikrettiğimiz
bu kaleler uzun süre Osmanlı
hâkimiyetinde kalmış, hatta bir
dönem Ukrayna tarihinin en
ünlü hatmanlarından Ukrayna-
Kazak Devletini kuran Boğdan
Hmelnitski (1648-1657), Os-
manlı hâkimiyetine girmiştir.
Kırım ise Rus ve onlara bağ-
lı Kazak askerlerin saldırıla-
rı sonrasında elimizden çık-
mıştır. Artık bölgenin yegâne
hâkimi Çarlık Rusyası olmuş ve
bu devletin önderliğinde Pans-
lavizm hareketi etkisini bölgede
göstermeye başlamıştır.
Osmanlı imparatorluğu
hâkimiyetinde olması dolayı-
sıyla uzun yıllar Ukrayna’nın
güneyinde bir Türk nüfuzu söz
konusu olmuştur. Ukrayna, Os-
manlı imparatorluğuna bağ-
lı Kırım hanlarının köle ve ga-
nimet devşirme mekânıydı.
Zira bu ülke toprakları kuzey-
batıda Polonya, kuzeydoğuda
Rusya, güneyde ise Osmanlı’ya
bağlı Kırım hanları tarafından
sürekli sıkıştırılmaktaydı. Böl-
gede yaşayan insanlar, gani-
met olarak alınarak önce Kırım
oradan da İstanbul’a gönderi-
lip esir pazarlarında satılmak-
taydı. Bu pazarlarda satılan
bir genç kız daha sonra Kanu-
ni Sultan Süleyman’ın haseki-
si olan Roksalan yeni ismiyle
“Hürrem Sultan”dır. Hürrem
Sultan’ın hayat hikâyesini akıcı
bir dille her ne kadar biraz ta-
rafgir de olsa Ukraynalı yazar
Pavlo Arhipoviç Zahrebelniy’in
“Rohatin’den Payitaht’a Bir Talih
Hikâyesi, Hürrem Sultan” isim-
li romanından okuyabilirsiniz.
Genelde Avrupalı seyyahların
hareme bakışı bellidir. Bu ya-
zarın düşünceleri en azından
daha az tarafsız hatta daha in-
safl ı sayılabilir kanaatindeyiz.
Kanuni’nin biricik aşkı Hür-
rem Sultan’ı bir tarafa bıraka-
lım ve biz Ukrayna’ya yeniden
dönelim. Peki buradaki Türk
nüfuzu sadece Osmanlı haki-
miyetinden mi kaynaklanmak-
taydı? Bunun evveliyatı olabi-
lir miydi?
Aslında bölgede ilk olarak
Hunlar, Ogur kavimleri, Avar-
lar, Sabirler ve sınırları kıs-
men Kırım yarımadasına kadar
uzanan Göktürkler’i görmekte-
yiz. Akabinde ise Kafkaslar ve
çevresini ellerinde tutan Gök-
türk devletinden ayrılarak oluş-
muş olan Hazar Devletinin
(630-1000’li yıllar) hâkimiyeti
Kiev’e kadar uzanmış ve bura-
sını Kozar denilen onlara bağlı
bir topluluk yönetmiştir. Julius
Brutzkus’a göre ise Kiev şehrini
Hazarlar kurmuştur.
Müteakiben bölgede Peçe-
nekler ve Uzlar (Oğuz-Tork)
görülmüştür. Özellikle bu iki
topluluk Kievliler tarafından
kuzeyde Polonya’ya güneyde
ise yoğun bir nüfusla gelen Kıp-
çaklar karşısında istihdam edil-
mişlerdir.
Yukarıda girişte zikrettiği-
miz Deşt-i Kıpçak tabiri Müs-
lüman coğrafyacıların X. ve XI.
67
yüzyıllarda bu bölgeyi tanım-
lamak amacıyla kullandıkları
bir tabirdir. Deşt, Fars dilinde
bozkır anlamına gelmektedir.
Kıpçaklar diğer isimleriyle Ku-
manlar tarihte bu bölgede ya-
şayan çok önemli bir Türk top-
luluğudur. Bunların Ruslarla
ciddi mücadelelerde bulun-
dukları bilinmektedir. Daha
sonra bunların bir kısmı Kaf-
kasları aşarak Gürcülerle be-
raber yaşamaya devam etmiş-
lerdir. Anadolu’ya Kafkaslar
yolu ile gelen Kıpçakların ço-
ğunluğu ise Doğu Karadeniz ve
Doğu Anadolu’nun çeşitli böl-
gelerine yerleşmişlerdir.
İslâm coğrafyasının bü-
tününü etkileyen Moğol sal-
dırılarından nasibini Deşt-i
Kıpçak da almıştır. Moğol or-
dularının karşısında yenilgiye
uğrayan Kıpçakların bir kısmı
Macaristan’a yerleşmişlerdir.
Batu Han’ın orduları 1239-1240
yıllarında Karadeniz’in kuzey
bozkırlarını ve Kırım yarıma-
dasını tamamıyla ele geçirmiş
ve burada yaşayan Kıpçakların
çoğunu esir almıştır. Bölgede
yaşayan Kıpçaklar, kendilerini
bir zaman sonra Mısır Mem-
lük (köle) askerleri olarak Mı-
sır ve Suriye’de önemli görev-
lerde bulunmuşlardır. Deşt-i
Kıpçak’tan devşirilen genç-
lerden birisi olan Baybars,
bir Moğol ordusunu 1260 yı-
lında Ayn Câlut mevkiinde
imha ederek Mısır’ı Moğol is-
tilasından korumuştur. XIV ve
XV. yüzyıllara gelindiğinde bu
coğrafyada Kazak denilen top-
luluklar yaşamakta ve bunlar
bazen Osmanlı bazen de Rus-
ların hizmetinde yer almakta-
dırlar.
Ukrayna’nın başkenti olan
Kiev şehri, Celal Nuri’nin
de ifade ettiği üzere, Küçük
Rusya’nın merkezi olarak algı-
lana gelmiştir. Ukrayna tanı-
tım kitapçıklarında ise Kiev’in
Rus şehirlerinin anası olduğu
belirtilmektedir.
Bu kısa tarih bilgisinden
sonra biz gezimize dönelim. 2
Ağustos’ta, Suriye’den tanıdı-
ğım ve kendisi de bir Ukraynalı
olan arkadaşım İryna Krasni-
uk, beni Borispol havaalanın-
da karşıladı ve gezi boyunca
bana rehberlik etti. Suriye’de
birlikte Arapça eğitimi gör-
düğümüz İryna Hanım’la gezi
süresince ortak lisanımız olan
Arapça ile anlaştık.
3 Ağustos sabahı rehberimle
birlikte kaldığım yerden az bir
yürüyüşle şehrin üç ayrı metro
hattından Arsenalna istikame-
tine gidenine bindik. Buradan
yürüyerek yeşilin içerisinde
Kyiv-Pechersk Lavra’ya girdik.
Girişte soldan bu bina komplek-
si içerisinde yer alan binalardan
birisinde Ukrayna tiyatro, mü-
zik ve sinema sanatları müze-
sini ücreti mukabilinde ziyaret
ettik. Her girdiğiniz binaya ayrı
ücret ödemek zorunda kalıyor-
sunuz ve genelini orta yaşlı ha-
nımların oluşturduğu görevliler
sizin fotoğraf çekmenize de izin
vermiyorlar. Müzenin hemen
her bölümünde, daha doğrusu
her odasında bir Ukraynalı ha-
nım görev yapmaktadır. Müze-
nin ilginç olan kısmı ise üst kat-
taki müzik aletlerinden oluşan
bölümüdür. Arkadaşın bandora
(kopraz) dediği aletlerin muh-
telif çeşitlerini burada görmek
fırsatını bulduk; fakat maalesef
fotoğrafl arını çekmemize izin
vermediler. Buradan çıkışta gü-
zel sanatlar öğrencisi olduğunu
anladığımız bir genç Ukraynalı
bayan oturmuş ve bu kompleks
içerisinde yer alan yüksek çan
kulesinin resmini çiziyordu.
Tabii ki bu manzara kaçmazdı
ve ben de arkadaşımın izin al-
ması sonrasında genç ressamın
eseriyle birlikte fotoğrafını çek-
tim.
Kyiv-Pechersk Larva, Rus
ve Ukrayna’nın en eski Orto-
doks kilisesidir. Bu kilise, rahip
Lubeck’li Antoniy tarafından
1051 yıllarında kurulmuştur.
Kiev’e manastır yaşamına yay-
mak için gelmiş olan bu rahip,
Temmuz 200868
Dinyeper nehrinin kıyısında
bir mağarada yaşamaya başla-
mıştır. Zamanla burada topla-
nan keşişler ilk olarak mağara-
larda yaşamışlar ve ibadetlerini
buralarda ifa etmişlerdir. Daha
sonra da yüzeydeki yapılar inşa
edilmiştir. Yüzyıllar boyunca
burası zamanla çok sayıda keşi-
şi ve hac için gelen çok sayıda
kalabalığı cezb etmiştir. Kyiv-
Pechersk Larva gayet güzel de-
kore edilmiş, taştan yapılmış ki-
liseler, hücreler, çan kuleleri ve
diğer yapılardan meydana gel-
mektedir. Muhtelif yerleri gez-
dikten sonra rehberim, bu bina-
ların altında yer alan hücrelere
(mağaralar) girip girmek iste-
mediğimi sordu. Ben de mem-
nuniyetle girmek istediğimi be-
lirttim. Keşişler burada uzlete
çekilmişler, ibadetlerini yap-
mışlar; öldüklerinde ise kendi
hücrelerine defnedilmişlerdir.
Önceki grubun çıkmasını bek-
ledikten sonra biz de bir grup
halinde dehlizlere girdik. Elle-
rimizde mumlar yanmış hal-
de dar koridorlardan yürümeye
başladık. Her ne kadar içerisi
aydınlatılmış ise de hem mum
kokusu hem de ışığın loşluğuy-
la ağır ağır tünellerde yürüyor-
duk. Sağda solda keşişlerin cam
içerisinde üstleri bezlerle ör-
tülü tabutları vardı. Bir tane-
sinin kolu ve eli gözüküyordu.
O zaman arkadaşıma bunların
mumyalanıp mumyalanmadığı-
nı sordum. Fakat arkadaşım bu
konuda bilgi sahibi değildi. Zira
bu azizlerin cesetleri gördüğüm
kadarıyla mumyalıydı. Hâlbuki
Rus geleneğinde mumyalama-
dan ziyade ölülerin yakıldığını
biliyordum. Örneğin İbn Faz-
lan (11 Safer 309/21 Haziran
921’de yolculuğa başlamıştır)
Seyahatnâme’sinde uzun uzadı-
ya anlattığı bir Rus büyüğünün
cenaze merasiminde Rusların,
o kişiyi elbiseleriyle birlikte ka-
bire koyduklarını ve üzerini bir
tavanla örttüklerini, daha son-
ra da ölünün oradan çıkartılıp
bir cariyesiyle birlikte bir tek-
neye konulup nehirde yakıldı-
ğını zikretmektedir.
XIV. Türk Tarih Kongresin-
de (9-13 Eylül 2002) dinlemiş
olduğum bir tebliğden Türkle-
rin de her ne kadar eski Mısır-
lılar kadar olmasa da ölülerini
mumyaladıklarını biliyordum.
Tebliğci özellikle Selçuklu Sul-
tanı Alâaddin Keykubâd’ın, ce-
nazesinin mumyalandığını
İbrahim Hakkı Konyalı’nın şa-
hitliğinde yer vermişti. Ayrıca
Kosova’da şehit edilen Murad
Hudâvendigar ve Zigetvar’da
vefat eden Kanuni Sultan
Süleyman’a kadar çok önemli
kimselerin iç organlarının ora-
ya defnedilip naaşlarının nak-
ledildiği de bilinmektedir. İbn
Fazlan’ın yolculuğa başladı-
ğı tarihten Kiev’deki bu kilise-
nin kurulduğu 1051 tarihine ka-
dar geçen sürenin kısalığı ve
1055’lerde Kıpçakların bura-
ya geldikleri (ki daha önce Pe-
çenekler ve Uzların bölgeye
geldiklerini zikretmiştik) he-
saba katılacak olursa özellik-
le bu bölgede onların gelişle-
riyle birlikte ciddi anlamda bir
Türk nüfuzunun oluştuğu an-
laşılmaktadır. Her ne kadar
Kıpçakların mumyalama yapıp
yapmadıkları hakkında elimiz-
de bir bilgi yer almamakla bir-
likte yukarıda zikrettiklerimiz-
Bahçesaray / Kırım - Ukrayna
69
den Türkler’de en azından çok
önemli şahsiyetlerin mumya-
landığını bilmekteyiz.
Türkî Cumhuriyetlere giden
hocalarımızın anlattığı izle-
nimlerden de anlaşıldığı üzere
Rusların işgal ettikleri bölgele-
ri çok güzel imar ettikleri, Kiev
örneğinden açıkça anlaşılmak-
tadır. Kiev’de gördüğüm ka-
darıyla Ruslar şehirlerini inşa
ederken hem yaşam alanları-
nı en ince ayrıntılarına kadar
planlamışlar ve hem de şehir-
leri birer müze şehir gibi tasar-
lamışlardır. Dinyeper’in ikiye
böldüğü şehirde ağaçlıklardan
oluşan oldukça geniş park alan-
ları, geniş yollar, binaların özel-
likle ön cephelerinin süslemele-
ri ilk etapta göze çarpmaktadır.
Kaldığım daireden gördüğüm
ve burada çalışan Türkler’den
işittiğim kadarıyla her ne kadar
daireler küçük de olsa, binalar-
da estetik kaygıların güdüldü-
ğü aşikâr. Binalar genelde tuğ-
ladan inşa edilmiş, aralarından
neredeyse bir kamyonun ge-
çebileceği kadar geniş kemer-
lerden arka kısma geçiş müm-
kün. Binaların arka kısımları
daha sade yapılmış, hem park
yeri hem de çocuk parkı gibi
değerlendirilmektedir. Hemen
her yerde bir sokakta, bir bina
girişinde veyahut meydanlar-
da Rus veya Ukraynalı bir ün-
lünün heykeliyle karşılaşabili-
yorsunuz.
Bizim Özi dediğimiz Din-
yeper nehri ülkeyi neredey-
se ikiye bölmekte ve Ukrayna
topraklarını daha verimli kıl-
maktadır. Özellikle nehrin iki
kıyısı da yeşillik içindedir. Ne-
hirde bir tekne gezisi yaptık.
Teknemiz güneye akıntı yönü-
ne doğru giderken ilk olarak
ağaçlar arasında elinde büyük
haçı ve peleriniyle ayakta du-
ran Prens Vladimir’in heyke-
li, daha ileride kıyının sağın-
da şehrin kurucuları olduğuna
inanılan, bir kayık üzerinde
Kiy, Shchek, Khoriv ve kız kar-
deşleri Lybid’in heykelleri ve
Kardeşlik Anıtı görülmektedir.
Ayrıca altın sarısı kubbeleriyle
Kyiv-Pechersk Lavra’a yeşillik-
ler arasında size göz kırpmak-
tadır. Daha ileride ise tam 108
metre boyunda kollarını kal-
dırmış vaziyette sağ elinde 12
ton ağırlığındaki kılıcı ve sol
elinde ise eski SSCB’yi sem-
bolize eden kalkanı ile Rodina
Mat (Anavatan) heykeli yeşil-
likler arasında bütün heybe-
tiyle durmaktadır. Bu heykelin
olduğu yerde 20 hektar alan
üzerine Nazi işgaline karşı ya-
pılan savunmaya ithaf edilmiş
olan Büyük Vatansever Savaş
Tarihi Müzesi (1941-1945) bu-
lunmaktadır.
Kaldığım yer Taras Şev-
şenko Üniversitesi’ne çok ya-
kın olduğundan yürüyerek
hem metro duraklarına hem
de şehrin merkezi sayılabile-
cek Kreschatyk Caddesi’ne sa-
dece on dakikada ulaşabili-
yordum. Bu cadde üzerinde
bulunan sağlı sollu Rus şehir-
ciliğinin güzel örnekleri olabi-
lecek rengârenk tuğlalardan
yapılmış yüksek binalar, teras-
lı bahçeler, ana caddeye büyük
kemerlerle bağlantılı sokaklar
ve ağaçlı yollar gezenleri büyü-
lemektedir.
Kısaca vermiş olduğumuz
bu bilgilerle ve bir sonraki sa-
yıda kaldığımız yerden devam
etmek kaydıyla Kiev izlenimle-
rinin birinci bölümünü burada
bitiriyoruz. (Kiev İzlenimle-
ri isimli bu yazımızın dipnotlu
versiyonunu derginin internet-
ten sayfasından okuyabilirsi-
niz.) /
* Dr.
KitapVedat Ali TOK
Temmuz 200870
KÖKLERİ”“ULU ÇINARIN
İlhan SOYLU / Ulu Çınar - Bursa
71
“Arkun, Osman Gazi romanına başlarken 1230 yılında
Moğolların, Müslüman şehirlerini yağmalamalarından,
insanları hunharca öldürmelerinden bahsediyor; Büyük
Selçuklu İmparatorluğunun bu zamanda Moğollara karşı
koyacak gücünün olmadığını tasvir ediyor.”
Walter Scott’un
1814’te yayın-
lanan Waverly
isimli romanı tarihî roman tü-
rünün ilk örneği kabul edil-
mektedir. Bizde ise Malkoçoğ-
lu, Battal Gazi gibi hikâyelerin
dışında batılı anlamda ilk tarihî
roman yazarı olarak Namık Ke-
mal kabul edilir. Edebiyatımız-
da ilk tarihî roman ise Namık
Kemal’in Cezmi isimli romanı-
dır. Daha sonra ise bu tür ro-
man yazanlar çoğalmıştır. Ah-
met Hikmet Müftüoğlu, Kemal
Tahir, H. Nihal Atsız, Tarık
Buğra, Feridun Fazıl Tülbent-
çi, Bekir Büyükarkın, Abdullah
Ziya Kozanoğlu, Mustafa Ne-
cati Sepetçioğlu, Yavuz Baha-
dıroğlu… gibi yazarları tarihî
roman yazanlar arasında zikre-
debiliriz.
Pekiyi, tarihî roman ne-
dir? Tarihî roman kısaca, ko-
nusunu tarihten alan roman,
şeklinde tanımlanabilir. Tarihî
romanı bir tarih belgesi kabul
etmek doğru değildir. Çünkü
adı üstünde o sadece roman-
dır. Fakat çocuklara ve özellikle
gençlere tarihi öğretme ve tari-
he karşı ilgi uyandırma yolla-
rından biri de bu tür eserlerin
okutulmasıdır.
Kemal Arkun’un “Ulu Çına-
rın Kökleri” serisinden kitapları
yayınlandı: Osman Gazi, Orhan
Gazi, Sultan Yıldırım Bayezıt ve
Timur Han.
Osman Gazi (Akademisyen
Yayınevi, Temmuz 2007, İstan-
bul) kitabının ön sözünde “Os-
man Gazi kitabı, ‘ulu çınar’ se-
risinin ilk kitabı olup, yazarın
ömrü kifayet ederse bu seride
36 kitap yazılacaktır.” denili-
yor.
Yukarıda isimlerini saydı-
ğımız kitaplar, yazarın bazı ga-
zetelerde tefrika halinde sun-
duğu roman denemelerinin
okuyucuları tarafından takdir-
le karşılanması ve bu yola teş-
vik edilmesi neticesinde ortaya
çıkmıştır. Bunu, yazarın kitap-
ları sunuşundan öğreniyoruz.
Yazar, kitaplarının ön söz-
lerinde tarihî roman yazmanın
kolay bir iş olmadığını özellik-
le tarihe sadık kalmanın gerek-
tiğini ifade ederek bunun için
de kendisinin çok sayıda tarihî
eseri uzun uzun okuduğunu
Osman Gazi
Temmuz 200872
söylüyor.
Arkun, Osman Gazi romanı-
na başlarken 1230 yılında Mo-
ğolların, Müslüman şehirlerini
yağmalamalarından, insanla-
rı hunharca öldürmelerinden
bahsediyor; Büyük Selçuklu
İmparatorluğunun bu zamanda
Moğollara karşı koyacak gücü-
nün olmadığını tasvir ediyor.
Adı geçen romanın ilerleyen
sayfalarında Ertuğrul Gazi’nin
Türk güçlerini toplama, topar-
lama mücadelesi ve daha son-
ra da yağmacı Moğol ordusunu
perişan edişi hikâye ediliyor.
Ertuğrul Gazi, Söğüt’ü yurt
edinir. Bu arada nurtopu gibi
bir oğlu dünyaya gelir: Os-
man…
Moğol istilası bitmek bil-
mez. Dünyanın başına bela
olan bu çapulcular güç bulduk-
ça Müslümanlara saldırmaktan
ve yağmalardan geri durmaz-
lar. Bu arada bugün bile tartışı-
lan bir konu üzerinde - Mevlânâ
ile Moğolların ilişkisi- yazar,
Mevlana’yı biraz da efsaneleşti-
rerek hikâye eder. Bu ilginç bö-
lümü kitaptan iktibas edelim:
“Hazreti Mevlana tövbe is-
tiğfar sesleri arasında Moğol
Kumandanının çadırına yak-
laştığında Moğol kumandanı
bir ihtiyarın kendi tarafl arına
doğru gelmesine mana vere-
memişti. Belki de Konyalılar
onu aman dilemek için kendisi-
ne elçi olarak göndermişlerdir
diye düşünürken hiç beklenme-
dik bir şekilde Hazreti Mevlana
postunu yere serdi ve namaza
durdu. Moğol Ordusunun ku-
mandanı onun bu hareketine
çok bozulmuştu. Aman dileyip,
ayaklarına kapanarak yalvar-
masını beklerken O’nun, alay
eder gibi namaza durması ne
demekti. Hiddetinden kan bey-
nine çıkmıştı. Tüm kalabalık
nefesini tutmuş, heyecan için-
de tekbir getirirken Kumandan
emrini verdi:
“Okçular delik deşik edin şu
ihtiyarı…”
Binlerce ok ıslık çalarak
Hazreti Mevlânâ tarafına geldi.
Mahşeri kalabalıktan çıt dahi
çıkmıyordu, herkes gözlerini
kapamış, heyecandan kalpler
durma noktasına gelmişti. Atı-
lan binlerce okun bir teki dahi
isabet etmedi. Oklara sanki ga-
ipten başka komutlar veriliyor,
bazı oklar geri dönüp atan Mo-
ğol askerlerine isabet ediyor-
du. Moğol kumandanı korku ve
dehşetle irkilmiş elini kaldıra-
rak dur! işareti vermişti. Kendi
lisanıyla kumandanlarına bir
takım şeyler söylemiş kısa za-
manda kalabalık Moğol birliği
kuşatmayı kaldırıp orayı terk
etmişti.” (s. 46, 47)
Kemal Arkun’un Ulu Çına-
rın Kökleri dizisindeki ikinci ki-
tabı Orhan Gazi ismini taşıyor.
(Akademisyen Yayınevi, Tem-
muz 2007, İstanbul)
Türklerde, devlet kurma, fe-
tih siyaseti, birlik beraberliğin
tesisi gibi hususlar âdeta bir
bayrak yarışını andırmaktadır.
Nitekim Orhan Gazi de Osman
Bey’in hedefl erini gerçekleştir-
mek için işbaşına gelir.
Kitapta Bursa’nın, İznik’in
Rumeli’nin fethi ve Orhan
Gazi’nin başarı hazinesine ya-
zılan diğer hâdiseler hikâye
edilir. Fetihlerin yanı sıra Or-
han Bey’in yaptırdığı sarayda
görevli olanlarla artık bir sa-
ray geleneği hâline gelecek ve
Osmanlı’nın zevaline kadar sü-
recek görevlilerin vazifeleri ile
ilgili de bilgi verilir. Bu arada
romanda, Orhan Gazi’nin sade-
ce fetihlerle iştigal etmeyip dev-
let olmanın gereklerinden biri
olan eğitim, sanat ve bunlarla
ilgili teşkilatlanmalara da öna-
yak olması üzerinde duruluyor.
“Orhan Bey yeni fethettiği
İznik’te ilk iş olarak ilme ver-
diği öneme binaen bir medrese
faaliyete geçirdi ve bu medre-
senin başına büyük âlim Da-
vudi Kayseri’yi tayin etti. Med-
resenin açılış töreninde tüm
devlet adamları halkla birlik-
te Davudi Kayseri’nin önem-
li konuşmasını dinliyorlardı.”
(s.66)
73
Bilindiği gibi Orhan Bey,
sosyal hayatın içinde olan ve
sosyal hayatın nizama
kavuşması için mücade-
le eden padişahlardan biriydi.
Milletin karşı karşıya bulundu-
ğu her şeyle yakından ilgileni-
yor; müşavere meclisleri kuru-
yordu. Arkun, Orhan Gazi’nin
bu hususiyetlerini kitabında
şöyle dile getiriyor:
“Orhan Gazi İzmit hisarı-
nı fethettikten sonra devle-
tin dâhili teşkilatlanmasına
ağırlık vermiş, ulemayı dev-
let sistemini sağlam bir şekil-
de oturtmak için vazifelendir-
mişti. Her hafta Cuma günleri
devrin âlimlerini toplayarak
huzur sohbetleri yapıyor, ule-
manın sözüne çok riayet edi-
yordu. Bizanslı korsanların
küçük oğlu şehzade Halil’i ka-
çırması ve Bizans Kralı’nın
bunu İzmit’i iade etmesi için
şantaj aracı olarak kullanma-
sı onu çok üzse, de vatan topra-
ğından bir karış dahi vermeyi
aklına bile getirmedi…” (s.124)
Serinin üçüncü kitabı Sul-
tan Yıldırım Bayezıt ve Timur
Han. (Akademisyen Yayınevi,
Ocak 2008, İstanbul) Kemal
Arkun bu kitabının ön sözün-
de Timur’un bazı tarihçiler ta-
rafından olumsuz tanıtıldı-
ğına dikkat çekiyor, halbuki
Timur’un menfî bir insan ol-
madığını söylüyor ve kitabın-
da da gerekçelerini ve kaynak-
larını sunuyor.
Kitapta 14. asırda dün-
ya coğrafyasında, Anadolu’da
etkili olan güçlerden bahis-
ler açılıyor. Tabii ki merkez-
de Yıldırım Bayezıt vardır. Ar-
kun, Niğbolu Fatihi diye de
bilenen Yıldırım Bayezıt’ın
Niğbolu Zaferinden sonra esir
alınan düşman askerine uzun
uzun nasihatlerde bulunduru-
yor. İşte ondan bir bölüm:
“Biz ki Osmanlıyız, ne işi-
miz var buralarda? Siz sa-
nır mısınız sizin bağınızda,
bahçenizde toprağınızda gö-
zümüz var. Sizin zerre top-
rağınızda gözümüz yoktur!
Cennetmekân dedem Osman
Gazi “Bizim dâvâmız kuru
cihangirlik dâvâsı değildir,
nizâm-ı âlem dâvâsıdır.” bu-
yurmuştu. Biz nizâm-ı âlem
dâvâsı için sizinle harp ederiz.
Bu da zaten Cenâb-ı Hakk’ın
emridir. Tahrim Sûresi’nin 6.
ayetinde meâlen; “Ey iman
edenler, kendinizi, çoluk, ço-
cuğunuzu öyle bir ateşten ko-
ruyun ki, onun tutuşturucusu
insanlarla taşlardır.” buyrul-
maktadır.
Netice olarak fırsat gün-
leri ganimettir. Dünyaya iki
kere gelmek yoktur. Her şe-
yin bir alameti vardır. Doğ-
mak da ölmenin alametidir.
Bu sebeple vakit çok kıymet-
lidir. İnsanın ömrü çok az-
dır…” (s. 116)
Yazar Kemal Arkun’un
gayretlerini takdirle karşı-
lıyor; bundan sonraki yaza-
cakları kitaplar için de bir ko-
nuyu dile getirmekte fayda
görüyoruz. Kitaptan aynen ik-
tibas ettiğimiz bölümler ya-
zarın üslubu hakkında az çok
bilgi vermekle beraber, yine
de bir iki hususa temas et-
mek isteriz. Arkun, kitapları-
nın ön sözlerinde tarihe sada-
kat adına birçok tarih kitabını
uzun uzun okuduğunu ifade
ediyor ve kitaplarını tarihî ro-
man olarak sunuyor okuyucu-
larına… Ne var ki bu kitaplar
tarihî romandan ziyade yaza-
rın okuduğu eserlerin krono-
lojik sıraya göre harmanlan-
mış şeklinden ve bir anlatıdan
öteye gidemiyor. Bu tür ro-
manların olmazsa olmazların-
dan heyecan unsuru hemen
hiç yok. Diyaloglar sınırlı. Ya-
zar, romanın kahramanı ol-
mamakla birlikte işin daima
içinde ve tanımlamalar yapı-
yor, bilgiler veriyor. Böylece
kitaplar, roman olmaktan çı-
kıyor, yeni bir tarih kitabı olu-
veriyor.
Kitabı okuyanlar mutla-
ka başka eleştirilerde de bu-
lunacaklardır. Yazar, bunla-
rı dikkate alırsa yeni yazacağı
romanları daha da kalıcı ola-
caktır.
Temmuz 200874
ÖZGÜVEN
PsikolojiSefa SAYGILI*
ÇOCUKLARIN GELİŞİMİNDE
75
G eçenlerde ebe-
veyni, on iki
ya şındaki bir
kız çocuğunu ders lerde başarı-
sız oluyor diye ge tirdi. Okulla
ilgili konularda kızın aklına hep
şu cümle ge liyordu: “Bunu za-
ten başaramam.
Bu çocuk başarısızlığa ade-
ta şartlan mıştı. Bu cümle kı-
zın ruh haline de te sir etmişti.
Oturduğu koltuğun üzerin de
çökkündü, gözünü yere dik-
mişti ve sıkıntılıydı. Sesi büs-
bütün alçalıyor ve kısa cümle-
lerle so rulara cevap veriyordu.
Aylin adlı bu kıza durumu-
nu izah ettim. Kendine gü-
venmeliydi. Onda eksik olan
kendine güvendi. Bu nu bir
kâğıda yazdım ve her gün oku-
masını iste dim. Yine sıkılınca
bana telefon açacaktı. Bir ay
sonra geldiğin de sonuçlar ko-
nusunda sohbet edecektik.
Aylin bir ay sonra geldi-
ğinde, artık elinden geleni ya-
pacağını söylüyordu. Başarı-
sızlık şartlanmasını kırmıştı.
Kâğıttaki cümle ona destek ol-
muştu.
Kapasitelerinin Olduğunu Bilelim
Çocuklara anne baba olarak
şu mesajı iletmeliyiz: “Sınır sız
kapasiten var, hangi bilgi ala-
nına yönetirsen yönel, gayret-
le kolayca öğ reneceksin”.
Hâlbuki biz bu mesa-
jı ver mek yerine onları genel-
de olumsuz yaftalamalarla
engelliyo ruz.
Okulda başarı gösteremeyen
bir çocuğun zeki olmadı ğını ileri
sürmek, zekâya çok dar bir açı-
dan bakmak olur. Okulda başa-
rısız olan çocuk, spor alanında
gösterdiği mu azzam yetenekle
veya mekanik bir objeyi söküp
takmada ki ustalığıyla çevrede-
kileri şaşkına çevirebilir.
Sosyo - ekonomik seviyesi
düşük ortamdan gelen çocukla-
rın başarısızlığına yol açan bazı
faktörler:
Anne - babanın öğrenme-
ye karşı olumsuz veya dış layan
tavrı.
Anne - babanın öğrenme
tutkusu konusunda kötü örnek
olması.
Duyusal uyarıların sınırlı ol-
ması.
Eğitim araçlarına (kitap,
eğitici oyuncaklar ve oyunlar)
ulaşamama.
Yoksulluk. Evin kalabalık olması.
Daha yüksek sosyo - ekono-
mik şartlardan gelen çocuklar-
da başarıyı engelleyen faktörle-
re gelince:
• Özgüveni eğitim başarıları-
na endeksleme.
• Başarıyı aşırı vurgulamak,
aşırı hırs.
• Yanlışları ve başarısızlıkla-
rı cezalandırmak, eleş tirmek.
• Çocukları “tembel”, “aptal”
veya “ahmak” diye eti ketlemek.
• Çocuklardan gerçekçi ol-
mayan akademik perfor mans
beklemek.
• •Eğitimde çabayı değil,
performansı vurgulamak.
• Çocukları başka çocuk-
larla kıyaslamak ve aşağıla mak.
• Edinilmiş bilgiyle, en-
telektüel yeteneği karış tırmak.
• Eğitimsel davranışla ço-
cuğun kişiliğini birbirinden
ayırmamak
Ayrıca, ailede anne baba
arasında çatışma ve duygusal
ihmal varsa, bu şartlar çocuk-
ların eğitimini fazlasıyla et kiler.
*Doç. Dr.
YAPACAĞINA İNANMADAN YAPAMAZSIN
- Eğer bir işi yapabileceğine inanırsan, ne kadar güç olur sa olsun
başarırsın.Ama, kendini dünyadaki
en basit bir şeyi bile yapamayacak biri olarak
görürsen, köstebek tepecikleri dahi, senin
tırmanamayacağın kadar yüksek zirveler olur.
(Emile Coue - Fransız Psikiyatrist)
- Tarih boyunca, gayret sarfetmeksizin yaşayanlar ara sında, isim bırakmış bir
tek insan yoktur.(Theodore Roosevelt)
ŞEHZADE MEHMET’İN HOCASI
MOLLA GÜRANΓMolla Güranî’nin İstanbul’a gelişi şöyle vuku bulmuştur: O devrin
meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kahire’ye uğrar. Orada Molla Güranî’yi tanıyıp, onun dine bağlılığını
ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul’a getirmek ister. Lütuf ve iltifat göstererek İstanbul’a gelmesini söyler. O da bu teklifi
kabul edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul’a gelir.”
Örnek Hayatİbrahim ŞAHİN
Temmuz 200876 Molla Gürani Camii / İstanbul
77
Dördüncü Osman-
lı şeyhülislâsmı,
O s m a n l ı
âlimlerinden ve büyük veliler-
den olan Molla Güranî’nin
asıl ismi, Ahmed bin İsmâil
bin Osman Güranî’dir. 1410
(H.813) senesinde, Suriye’nin
Güran kasabasına bağlı bir köy-
de doğdu. Doğduğu yere nis-
betle “Güranî” denilmiştir.
Molla Güranî ( 1410- 1488),
küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i
ezberledi. Sonra ilim öğrenmek
için Bağdat, Diyarbakır, Hıns ve
Hayfa şehirlerine gitti. On yedi
yaşında iken de Şam’a gidip, bir
müddet oradaki âlimlerden ders
alıp, ilim tahsil etti. Şam’dan
Kahire’ye gitti. Kahire’de za-
manın âlimlerinden ders ala-
rak; kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh
ilimlerini öğrendi ve bu ilimler-
de icazet aldı.
Molla Güranî’nin İstanbul’a
gelişi şöyle vuku bulmuş-
tur: O devrin meşhur Osmanlı
âlimlerinden Molla Yegân hac-
ca gittiğinde, Kahire’ye uğrar.
Orada Molla Güranî’yi tanıyıp,
onun dine bağlılığını ve ilimde-
ki yüksek derecesini görünce,
İstanbul’a getirmek ister. Lütuf
ve iltifat göstererek İstanbul’a
gelmesini söyler. O da bu tek-
lifi kabul edip, Molla Yegân ile
birlikte İstanbul’a gelir. Meş-
hur âlim Molla Yegân, hacdan
dönüp İstanbul’a gelince, Sul-
tan İkinci Murat Han’ın otağı-
na gidip, bir sohbet yapar. Soh-
bet sırasında Padişah; “Gene;
“Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde
iyi yetişmiş bir âlim getirdim”
der. “Şimdi nerededir?” deyin-
ce; “Bâb-üs-seâdede beklemek-
tedir” der. Bunun üzerine Pa-
dişah, onu içeri getirmelerini
söyler. Molla Güranî içeri girip,
selâm verir, el öper. Sohbet sı-
rasında Molla Güranî’nin ko-
nuşması ve hâli, padişahın ho-
şuna gider. Onu önce, dedesi
Murat-ı Hüdâvendigâr Gazi’nin
eski kaplıcadaki medresesine
sonra da Yıldırım Medresesine
müderris tayin eder. Böylece bir
müddet bu vazifede bulunur.
Bundan sonra da Sultan İkin-
ci Murat Han, Molla Güranî’yi
oğlu Şehzâde Mehmet’in yani
Fatih’in yetiştirilmesi ile görev-
lendirir.
Fatih Sultan Mehmet
Han’ın yetişmesinde, Molla
Güranî’nin büyük emeği geç-
miştir. Bu bakımdan Fatih,
şehzadeliğinden beri hocası-
nı çok sever, saygı ve hürmet-
te kusur etmezdi.
Fatih Sultan Mehmet Han’a
çok nasihat eder, işlerinde yar-
dımcı olurdu. Ona karşı duy-
duğu samimi sevgi ve alâka
sebebiyle, yeri geldikçe ten-
kit etmekten ve uyarmak-
tan çekinmezdi. Hatta giy-
diği ve yediği şeylere dikkat
etmesini, daima dinin emir-
lerine uygun olmasını ister-
di. Nasihatlerini sert sözler-
le söylemekten çekinmezdi.
Molla Güranî, devrin âlimlerine
mütevazı davranır ve onlara
karşı kıskançlık göstermezdi.
Hatta resmî vazifelerde ken-
dinden daha üst makamlara
çıkan âlimleri takdir ederdi.
Müderrislikten resmen ayrıl-
dıktan sonra da ilim öğretmeye
devam etti. Pek çok âlim yetiş-
tirdi. Osmanlı âlimleri arasın-
da ahlâkının üstünlüğü, ilmî
hususlarda tavizsiz olan ve
ilme çok önem veren bir âlim
bilinip öyle tanındı. Günlerini
hep ders vermekle, kitap yaz-
makla ve ibadetle geçirirdi.
Molla Güranî, vefat etti-
ği 1488 (H.893) senesinin ba-
har mevsiminde bir bahçe sa-
tın aldı. Kışa kadar o bahçede
kaldı. Vezirler haftada bir bu
bahçede ziyaretine gelirlerdi.
Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti.
İstanbul’daki konağına göçtü.
O günlerde bir sabah namazını
kıldıktan sonra, kendisine bir
yatak hazırlanmasını istedi.
Yatak hazırlandı. Kuşluk na-
mazını kıldıktan sonra kıbleye
dönerek, sağ yanı üzerine yat-
tı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı
Kerim’i, kıraat ilmini öğrenen
hafızların yanında toplanma-
sını istedi. Bu arzusu üzerine,
talebelerine haber gönderildi.
Onlar da yanına toplandılar.
Talebelerine; “Üstünüzde olan
hakkımı ödeme zamanı bu
gündür. İkindi vaktine kadar
benim üzerime Kur’ân-ı Kerim
okumaya devam ediniz, ikindi-
den fazla uzamaz.” dedi. Hafız
talebeleri, Kur’ân-ı Kerim oku-
maya başladılar. Vezirler duru-
mu öğrenince, yanına geldiler.
İkindi vakti gelince, müezzinin
ezan okumasını bekledi. Mü-
ezzin, ‘Allahüekber’ diye ezan
okumaya başlayınca, Molla
Güranî hazretleri; “Lâilâhe il-
lallah” diyerek vefat etti.
A rabanın
için-
de üç
kişiydiler. Üçü de yorgun ve
halsizdi. Dokuz saattir yol al-
manın ezikliği çökmüştü üzer-
lerine. Buna rağmen biraz ol-
sun uyamamış, bir yerde durup
dinlenmeyi dahi düşünmemiş-
lerdi. Beş yılın getirdiği hasret
yüreklerini bir kor gibi yakıyor,
en ufak bir zaman kaybına dahi
tahammül edemiyorlardı. Göz-
leri hiç bitmeyecek gibi uzayıp
giden asfaltın, ufukta kaybolan
çizgilerine bakıyordu. Tek keli-
me dahi konuşmadan, her biri
kendi hayalleriyle yaşıyor, ço-
cuklarını, karılarını, ağzı dua-
lı analarını ve içlerine burgu
burgu işleyen vatanlarını düşü-
nüyorlardı.
Direksiyondaki orta boy-
lu ince yapılı biriydi. Kalın si-
yah kaşların çevrelediği gözle-
ri kısılmış, bütün dikkatini yola
vermişti. Çok hızlı ve delicesine
araba kullandığı için, arkadaş-
ları süratli gitmesini önlemek
amacıyla ona “Tekbas Nuri” la-
kabını takmışlardı.
Şoförün yanında oturan
Kara Mehmet sabırsızlıkla elin-
de oynadığı iri taneli, püsküllü
tespihini cebine koyup, gözle-
rini yoldan ayırdı. Saatine bak-
tı. “Tam dokuz saat” diye dü-
şündü. Dokuz saattir yüreğinin
ta içine oturan vatan hasreti
son haddini bulmuştu. “Oğlu-
muz beş yaşına bastı” diyordu
mektubunda Zehra. “Gel gay-
rı Mehmet’im. Buralarda her-
kes başka şeyler söylüyor. Kimi
gâvur kızına tutuldu, seni unut-
tu, kimi de üstüne evlendi di-
yorlar. Oğlumuzun adını Has-
rete çevirdim. Babasına ve bir
koruyucu erkeğe hasret kaldı-
ğından...” içini çekti. Beş yıldır
görmediği oğlunu ve karısını
hatırlamak yüreğinin içinde-
ki özlem ateşini alevlendirdi.
“Gâvur kızı ha” diye söylendi
belli belirsiz. Acı acı güldü. On-
ların hiç biri de buram buram
toprak kokan, elleri nasırlı, başı
yaşmaklı Zehra’sına denk ola-
bilir miydi. Derin bir nefes aldı.
Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra
gözlerini arabanın camından
dışarı kaydırıp, amaçsız seyret-
ti, dağları ovaları. Neredeyse
hava kararmak üzereydi.
Arka koltuktaki şişman, iri
yapılı Selami yuvarlak, kıllı el-
leriyle karnını ovuşturarak:
- Acıktım dedi. Bir yerde du-
rup bir şeyler yesek mi?..
Tekbas Nuri söyleneni duy-
madı bile. Gözleri dağların ara-
sında kara bir yılan gibi gittikçe
uzayan yoldaydı. Anasının mek-
tubu aklından hiç çıkmıyor, sağ
ayağı gaz pedalına daha bir gö-
mülüyordu. “Oğlum, karın sık
sık annemlere gidiyorum diye
evden çıkıyor. Laf anlatamıyo-
rum. Söylentiler iyi değil. Gel
ne yapacaksan yap ..” Nuri hır-
sından dişleriyle dudaklarını
ısırıyor, karısının böyle bir şey
yapabileceğine akıl erdiremi-
yordu. Bir an için söylentilerin
asılsız olabileceğini düşündü.
DAĞLAR VAR
ARA YERDE
HikâyeÜmit Fehmi SORGUNLU
Temmuz 200878
79
Karısını çekemeyenlerin, ya da
onda gözü olanların uydurdu-
ğu sözler olabilirdi. Fakat “ateş
olmayan yerde duman tütmez”
derler.
- Allah kahretsin. Belli be-
lirsiz hırsla söylenmişti. Göz
ucuyla, duyup duymadığını an-
lamak için Kara Mehmet’e bak-
tı. Kendi havasında dışarıyı
seyrediyordu. Nereden çıkmış-
tı sanki yurt dışında çalışma-
ya. Köyünü, evini terk edip, el
içinde çile çekmeye değer miy-
di? Çok para kazanmak hırsıy-
la geldiği Almanya’da, kendisi
eğlenceye dalıp benliğini unut-
muş, karısı hakkında da kötü
dedikodular çıkmıştı. Altındaki
araba bütün bunlara değer miy-
di?.. Üstelik de her geçen gün
artan, Türk işçisinin horlanma-
sına rağmen.
Selami cevap alamayınca
teklifi ni üstüne basa basa tek-
rarladı. Kara Mehmet can sı-
kıntısıyla Selami’ye çıkıştı.
- Daha çok yolumuz var.
Acıktıysan arabada sandviç ola-
cak, bir iki atıştır.
Gözleri yeniden pencereden
dışarı kaydı. Ağaçlar bir biriy-
le yarış edercesine önlerinden
hızla geçiyordu.
Selami arkasına yaslandı.
Uyur gibi yaptı. Aslında uyu-
muyor, babasının hastalığını
ve köyünü düşünüyordu. Ana-
sının “...Baban hasta, ölme-
den seni görmek istiyor. Gurbe-
te kök salmadıysan kalk da gel
gayrı...” diye yazdırdığı mek-
tup, memleket hasretinin üstü-
ne eklenmiş, içindeki vatan öz-
lemini kat kat artırmıştı. Bir an
önce köyünün ağaçlarıyla, top-
rağıyla kucaklaşmayı o da isti-
yordu.
Tekbas Nuri sağ eliyle kon-
süldeki kasetleri karıştırdı.
Sonra rasgele birini alıp, ara-
banın teybine sürdü. Yanık bir
ses hoparlörden çıkıp, üç gur-
betçiyle kucaklaştı. Sonra içle-
rindeki yurt özlemiyle birleşip,
otomobilin kelebek camların-
dan dışarı taştı ve rüzgârla bir-
likte bilinmeyen istikametlere
doğru uçup gitti. “Yol uzun gur-
bet acı/ Dağlar var ara yerde/
Yol verin geçeyim dumanlı dağ-
lar./ Dağların ardında nazlı yar
ağlar./” diye boşa yakarıp dur-
du. Bitmez tükenmez bir dağ yı-
ğını, sanki masal kaçkını devler
gibi önlerine dikiliyor, yol ver-
miyordu.
Nuri, sinirle farları yaktı.
Ön lambalardan çıkan kuvvet-
li ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan
karayolunun pürüzlü sırtı-
nı yalayıp, bilinmeyen karan-
lıklarda eridi. Taksinin ışığın-
da buluşan kelebekler ön cama
çarpıp kayboluyordu.
Kara Mehmet’in esmer
yüzü buruştu. Şarkının sözle-
riyle birlikte, karısının haya-
li gözlerinin önünden bir kez
daha geçti. Beyninde ses olup
yankılandı. “...oğlumuzun adı-
nı Hasrete çevirdim. Babasına
hasret kaldığı için ..” elleri gay-
rı ihtiyari cebindeki tespihine
gitti. Can sıkıntısıyla mırıldan-
dı. “Geliyorum Hasret, az kaldı
sabret” Sonra Nuri’ye döndü.
- Topuklayıver Nuri... Tek
basma, artık çift bas...
Tekbas Nuri sanki böyle bir
teklif bekliyormuş gibi gaz pe-
dalına daha sıkı bastı. Sürat ib-
resi yukarılara doğru tırmandı.
Bir an önce memleketine ulaş-
mayı istiyordu. Gittikçe uza-
yan asfaltın üstünde karısının
hayalini görüyor, hırslanıyor-
du. Yüz hatları gerilmiş, hiç
konuşmadan yolu takip edi-
yor, karısının hayalini ezmeye
çalışıyordu. Araba ileri atıldık-
ça karısı kaçıyor, Nuri peda-
la daha bir yükleniyordu. Yurt
dışına gittiği zaman, evini ih-
mal edip para biriktirerek al-
dığı son model araba rüzgarla
yarış edercesine uçar gibi gidi-
yordu.
Akşam karanlığında karşıla-
rından gelen arabalar bir sinek
vızıltısı gibi geçiyordu yanla-
rından. Bir an asfaltın altların-
dan kaybolduğunu ve yıldızla-
ra kavuşurcasına uçtuklarını
gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu.
“... Dağlar var ara yerde... “
TERBİYESİNDE
ALTIN TAVSİYELER
TERBİYESİNDE
ALTIN TAVSİYELER
AileAli ÖZKANLI
Temmuz 200880
ÇOCUKÇOCUK
81
“Bazen çocuklar ilgi ve sevgisizlikten anne babasından intikam alırcasına davranışları tersine yaptıklarını da
gözlemliyoruz. Başarısız olarak, onların üzülmesini istediklerine de şahit oluyoruz.”
T erbiyede ilk ku-
ral saygıdır,
saygılı olunuz.
Sevme yeteneği, sevilerek ka-
zanılır. Küçük demeyin, terbiye
beşikten başlar. Çocuklar hiç-
bir zaman kötülenmez. Onlar
yalancılıkla asla suçlanamaz.
Kibirlenmesine göz yumulmaz.
Başkalarına yardıma alıştırılır.
Konuşmaktan ziyade yaşatılır.
Samimi olduğunuza inandırılır.
Çocukla arkadaş gibi olu-
nur, ona değer verilir. Hayatın
zorluğu öğretilir. Sabırlı olma-
ya alıştırılır. Her istediği ya-
pılmaz. Başkalarının yanında
azarlanmaz. Hata, kızarak de-
ğil, öğretilerek düzeltilir. Bir
şey öğretilirken asla dayak atıl-
maz. Hiçbir zaman onlara yalan
söylenmez. Çocuğa verilen söz-
den dönülmez. Kardeşler ara-
sında ayırım yapılmaz. Aynı ha-
rekete bir iyi bir kötü denilmez.
Düşünceler, inandırılarak
benimsetilir. Kötü hareketine
göz yumulmaz. Sırlar onların
yanında açıklanmaz. Çok sert-
lik gibi, çok şefkat de zararlıdır.
Kararlı olma, onu kötü hare-
ketten alıkoyar. Hatalarını ka-
bul etmesi öğretilir. Elemler ve
kederler onlardan saklanır. Sö-
zünden çok yaptığına değer ve-
rilmeli.
Sevgili anne-babalar, çocu-
ğumuzla çok ilgilenip onun ne
yapacağına lütfen biz karar ver-
meyelim. Çocuğumu kurtara-
yım, ona yardım edeyim derken
daha da kötü duruma düşür-
meyelim. ‘Sev ama içinden sev,
sakın sevgini belli etme. Eğer
sevgini belli edersen, çocuğun
şımarır’ diye size yapılan tel-
kinlere sakın kulak vermeyin.
Sevgiyi yaşamada çocukla ara-
mızda bir sorun olmamalıdır.
Zaman zaman ben çocuğumun
yerinde olsaydım, ben anne ve
babama nasıl davranırdım, ne-
ler isterdim diye kendi kendi-
nize sorular sormayı ihmal et-
meyin. Değerli veliler! Bunu
çeşitlendirebiliriz. Baba olarak
gazete okumaya, anne olarak
televizyon izlemeye ayırdığımız
vakit kadar çocuklarımıza da
zaman ayırmalı, onlarla konu-
şup, onları dinlemeliyiz.
Bazen çocuklar ilgi ve sevgi-
sizlikten anne babasından in-
tikam alırcasına davranışları
tersine yaptıklarını da gözlem-
liyoruz. Başarısız olarak, onla-
rın üzülmesini istediklerine de
şahit oluyoruz.
Ahmet’i dinleyelim:
— Annem ve babam bana te-
levizyon seyretmeyi yasaklıyor,
beni ders çalışmam için oda-
ya kapatıp, kendileri televizyo-
nun karşısına geçiyorlar, sesini
bile kısmıyorlar, benim aklım
da hep fi lmlerde oluyor, kafa-
ma hiç ders girmiyor, diyor.
Ayşe ne diyor:
— Bana oyun oynamayı ya-
saklayan babam kahveden çık-
mıyor. Gece yarılarına kada
babam eve dönmeden biz uyu-
muş oluyoruz, sabahları da bir-
birimizi görmeden ben okula
gidiyorum, o da işine gidiyor,
diyor.
Hatice’ye kulak verelim:
— Anne ve babalarımız an-
layışlı olmayı hiç düşünmüyor-
lar, kızgınlıklarını ve öfkelerini
çok rahat söylüyorlar, ama sev-
giye gelince cimrilik yapıyorlar,
diyor.
Anne-Babalara Pulsuz Di-
lekçe
Çocuk eğitimi alanında de-
ğerli eserleri olan bilim adamı-
nın çocuk ağzıyla anne-babalara
yazdığı mektubu dikkatlice oku-
manızı rica ediyorum. Bu mek-
tup sayfalarca okunacak yazı-
dan çok daha değerlidir. Yazıyı
okuyarak dersler çıkarmaya ça-
lışalım.
“ Sevgili Anneciğim, Baba-
cığım!
Bütün duygu ve düşüncele-
rimi dile getirebilseydim, size
şunları söylemek isterdim. Sü-
rekli bir büyüme ve gelişme
içindeyim. Sizin çocuğunuz ol-
sam da, sizden ayrı bir kişilik
geliştiriyorum. Beni tanımaya
ve anlamaya çalışın.
Deneme ile öğrenirim.
Bana ayak uydurmakta güç-
lük çekebilirsiniz. Oyunda ar-
kadaşlıkta ve uğraşlarımda öz-
gürlük tanıyın. Beni her yerde
her zaman koruyup kollama-
yın. Davranışlarımın sonuçla-
rını kendim görürsem daha iyi
öğrenirim. Bırakın kendi işimi
kendim yapayım. Büyüdüğü-
mü başka nasıl anlarım.
Büyümeyi çok istiyorsam
da, ara sıra yaşımdan küçük
davranmaktan kendimi alamı-
yorum. Bunu önemseyin. Ama
siz beni şımartmayın. Hep ço-
cuk kalmak isterim sonra. Her
istediğimi elde edemeyeceğimi
biliyorum. Ancak siz verdikçe
almadan edemiyorum. Bana
yerli yersiz söz vermeyin. Sö-
zünüzü tutamayınca size olan
güvenim azalıyor.
Bana kesin ve kararlı dav-
ranmaktan çekinmeyin. Yol-
dan saptığımı görünce beni sı-
nırlayın. Koyduğunuz kurallar
ve yasakların hepsini beğen-
diğimi söyleyemem. Ancak,
hiç kısıtlanmayınca ne yapa-
cağımı şaşırıyorum. Tutarsız
davrandığınızı görünce hem
bocalıyor hem de bundan ya-
rarlanmadan edemiyorum.
Öğütlerinizden çok dav-
ranışlarınızdan etkilendiği-
mi unutmayın. Beni eğitirken
ara sıra yanlışlar yapabilirsi-
niz. Bunları çabuk unuturum.
Ancak, birbirinize saygı ve
sevginizin azaldığını görmek,
beni yaralar ve sürekli tedir-
gin eder.
Çok konuşup çok bağırma-
yın. Yüksek sesle söylenenle-
ri pek duymam. Yumuşak ve
kesin sözler bende daha iyi iz
bırakır. “Ben senin yaşında
iken…” diye başlayan söylevle-
ri hep kulak ardına atarım.
Küçük yanılgılarımı büyük
suçmuş gibi başıma kakma-
yın. Bana yanılma payı bıra-
kın. Beni korkutup sindirerek
suçluluk duygusu aşılayarak
uslandırmaya çalışmayın. Ya-
ramazlıklarım için beni kötü
çocukmuşum gibi yargılama-
yın.
Yanlış davranışlarım üze-
rinde durup düzeltin. Ceza ver-
meden önce beni dinleyin. Su-
çumu aşmadığı sürece cezama
katlanabilirim.
Beni dinleyin. Öğrenmeye
en yatkın olduğum anlar, soru
Temmuz 200882
83
sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa
ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstün-
deki işlere zorlamayın. Ama başarabile-
ceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana gü-
vendiğinizi belli edin. Beni destekleyin, hiç
değilse çabalarımı övün. Beni başkalarıy-
la kıyaslamayın. Umutsuzluğa kapılırım.
Benden yaşımın üstünde olgunluk
beklemeyin. Bütün kuralları birden öğret-
meye kalkmayın, bana süre tanıyın. Yüz-
de yüz dürüst davranmadığımı görünce
ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın, ya-
lana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok
bunaltsam bile soğukkanlılığınızı yitirme-
yin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim. Ama
beni aşağılamayın. Hele başkalarının ya-
nında onurumu kırmayın. Unutmayın ki,
ben de sizi yabancıların önünde güç du-
rumlara düşürebilirim.
Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca
açıklamaktan çekinmeyin. Özür dilemeniz
size olan sevgimi azaltmaz; tersine, beni
daha çok yakınlaştırır. Aslında ben sizle-
ri olduğunuzdan daha iyi ve daha değer-
li görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve
erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıl-
dığınızı görünce üzüntüm büyük olur.
Biliyorum, ara sıra sizi üzüyor, belki
düş kırıklığına uğratıyorum. Bana ver-
dikleriniz yanında benden istediklerini-
zin çok olmadığını da biliyorum. Yukarı-
da sıraladığım istekler size çok geldiyse
birçoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni
ben olarak sevebileceğinize olan inancım
sarsılmasın. Benden “Örnek Çocuk” ol-
mamı istemezseniz, ben de sizden kusur-
suz anne- baba olmanızı beklemem. Seve-
cen ve anlayışlı olmanız bana yeter. Sizin
çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi,
ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka
kimsenin çocuğu olmak istemezdim.
Sevgiler… Çocuğunuz.”
(Bkz: Çocuk ve Ruh Sağlığı, Prof. Dr.
Atalay Yörükoğlu, Özgür Yayınları. İstanbul,
1997 )
Maraş Emirleri
İlyas Gökhan – Selim KayaUkde Yayınları0344 235 02 74
Papkin Gizemli Şato
İdil ÜnlüTimaş Yayınları0212 511 24 24
Kur’ân Penceresinden İnsan ve Mutluluk Yolları
Recep ÖztürkGülhane Yayınları0212 491 19 03Vefa YayınlarıTel: 0212 491 19 03
Kardeşlik Ülküsü
Mücahit KocaSur Yayınları0212 512 43 28
Annelerimiz
Hilal Kara – Abdullah KaraNesil Yayınları0212 551 32 25
KİTAPLIK
KÖY PEYNİRLERİ VE
Temmuz 200884
BURUSELLA“Şu günlerde başka şehirlerde gurbette yaşayan hemşerilerimiz yaz tatillerini
geçirmek üzere memleketlerine gitme planları yapmakta; tatillerini geçirdikleri
süre içerisinde köylerinde üretilen birçok tarım ürünlerini de kışın tüketmek üzere
ekonomik olması sebebiyle yaşadıkları yerlere getirmenin hayallerini kurmaktadırlar.
Köylerde yazın üretilen kuru gıdalarda herhangi bir sağlık problemiyle
karşılaşılmamaktadır. Ancak köylerde çiğ sütten üretilen peynirlerin hemen
tüketilmeleri halinde çok ciddi sağlık problemleri yaşanması muhtemeldir.”
SağlıkŞ. Adil AYDIN
85
S üt hayvanları-
nın sağılması
sırasında çiğ
süte, dışkı, kıl gibi maddelerle
bakteriler bulaşmaktadır. Süt
her ne kadar süzülse de, süzgeç-
ten bakteriler çok rahat bir şe-
kilde süte geçer. Bu sebeple, çiğ
sütlerde bulunabilecek insan
sağlığına zararlı patojen(insan
sağlığına zararlı hastalık etme-
ni) mikroorganizma dediğimiz
bakteriler peynire oradan da bu
peynirleri tüketen insanlara ge-
çebilmektedir.
Çiğ sütlerde, süt hayvanı
kaynaklı bulunabilecek patojen
mikroorganizmalar ve bu mik-
roorganizmaların insan sağlığı-
na olumsuz etkileri şu şekilde-
dir:
Mycobacterium tubuklosis:
Verem hastalığına neden olur.
Brucella abortus: Erkekler-
de kısırlık, kadınlarda düşüğe
neden olur.
Brucella melitensis: Bazı hal-
lerde ölümle sonuçlanan Malta
Hummasına neden olur.
Çiğ sütlerdeki patojen mik-
roorganizmaların tek kayna-
ğı sütün sağıldığı hayvan de-
ğildir. Sütü sağan kişinin
sağlığı, süt ve peynir kapları-
nın durulanmasında ve yıkan-
masında kullanılan sularla da
kontamine(Bulaşma) oldu-
ğunda, aşağıdaki patojen mik-
roorganizmalar da bulaşırlar.
Bu patojen mikroorganizmalar
ile sebep olduğu rahatsızlıklar
şunlardır:
Salmonella typhosa: Tifo
Shigella dysenteriae: Di-
zanteri ve İshal Çiğ sütten ya-
pılan peynirlerin tüketilmele-
riyle karşılaştığımız en büyük
rahatsızlık Brosella Bakterileri-
nin sebebiyet verdiği infeksiyon
hastalığıdır. Brucella abortus
bakterisinin neden olduğu has-
talık erkeklerde kısırlık, ka-
dınlarda düşüğe neden olur.
Ve tedavisi çok uzun süre alır.
Hastalığın en büyük belirtisi,
yorgunluk ve halsizlik olarak
kendisini gösterir. Ülkemizde
bir yılda ortalama 15.000 kişi-
ye ülke genelinde Brosella ta-
nısı konmaktadır. Hastanelere
başvurmayanları da düşündü-
ğümüzde bu sayı çok ciddi bo-
yutlara ulaşmaktadır.
Köylerde üretilen tüm pey-
nirlerin çiğ sütten yapılma zo-
runluluğu vardır. Çünkü çiğ
sütün pastörize edilmesi du-
rumunda sütün peynirleşme-
si ciddi oranda zayıfl amakta-
dır. Peynirde bulunan sağlığa
zararlı hastalık etmeni bakte-
rileri öldürmenin tek yolu sütü
pastörize etmek değildir. Pey-
nir olduktan sonra 90 gün sala-
muralı suda soğuk depoda pey-
nir olgunlaştırıldığında hastalık
yapıcı etmenler ölmektedir.
Brosella bakterileri aside
karşı dirençli olmadığı için di-
ğer patojenlerin de imha edil-
meleri için çiğ sütten yapılan
peynirlerin, olgunlaştırma ile
tekniğine uygun soğuk depolar-
da salamuralı suda en az 90 gün
bekletildiklerinde ölmektedir-
ler. Sadece aile ihtiyacı olarak
yapılan taze peynirler olgunlaş-
tırılmadan tüketilmemelidirler.
Yaylada yapılan peynir teleme-
si hemen o gün ya da ertesi gün
tuzlanıp tuzlu salamurada kay-
natılıp bidonlara basılıp 90 gün
bekletildikten sonra tüketilme-
lidir.
Her ne kadar çiğ sütten yapı-
lan peynirlerde 90 günde buru-
sella bakterileri ölüyor olsa da
hastalığa yakalanmamada en
önemli faktör pastörize sütten
yapılan peynirleri tüketmektir.
ÇİĞ KREMADAN YAPILAN
TEREYAĞLARI
Tıpkı çiğ sütten yapılan pey-
nirler gibi çiğ kremadan yapı-
lan tereyağları da insan sağlığı-
nı aynı oranda hatta daha fazla
tehdit etmektedir. Çünkü kre-
maların mikroorganizma yükü
kremanın bileşimi neticesinde
her zaman fazladır. Asıl tehli-
ke çiğ krema ya da çiğ krema-
dan elde edilen tereyağların-
daki asitlik patojen bakterileri
öldürecek düzeyde değildir, ol-
gunlaştırılma, tuzlama, beklet-
me ile ölmezler bu sebeple, çiğ
kremadan yapılan tereyağları
asla kahvaltılık olarak kullanıl-
mamalıdır. Bu tür tereyağları
sadece yemek yapımında kızar-
tıldıktan sonra kullanılmalıdır.
Bol sağlıklı günler dilerim.
Temmuz 200886
Malzemeler:
1 yumurta
1 çay bardağı zeytinyağı
2 çay bardağı süt
1 ceviz büyüklüğünde tereyağı (erimiş)
1/2 çay kaşığı tuz
alabildiği kadar un
açmak için nişasta
3 kase dövülmüş fındık
1/2 kg. tereyağı
Şerbeti için:
1 kg. şeker
1.5 kg. su
1/2 limon suyu
Hazırlanışı:
Malzeme karıştırılır, yumuşak bir hamur yapılır
(kulak memesi yumuşaklığında) 18 parçaya ay-
rılır. Her hamur nişasta ile açılır. İkiye katlanır.
Üzerine fındık serpilir. Oklavaya sarılarak büzü-
lür, kesilerek tepsiye yerleştirilir. Üzerine kızdırı-
lımış tereyağı dökülür. Orta hararetli fırında pi-
şirilir. Sıcaklığı azalınca üzerine ılık bal dökülür.
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Darende Burma Baklavası
Bekir SARI
KAVUNAslında meyvesi yazın ve sonbaharda olgunlaştığı halde
gelişen seracılıkla neredeyse tüm mevsimler boyunca ye-
nilebilen kavunu veren Kavun bitkisi, Kabakgiller’dendir.
Biryıllık sürüngen gövdeli otsu bitki kavunun anayurdu
Önasya’dır. Ülkemizde, çok soğuk olan bazı yöreler dışında
hemen her yerde yetişebilmektedir.
BESİN DEĞERLERİ
100 gr. dilimlenmiş kavunun besin değerleri şöyle sırala-
nır: 30 kalori; 0,7 gr. protein; 7,5 gr. karbonhidrat; 0 ko-
lesterol; 0,1 gr. yağ; 0,3 gr. lif; 16 mgr. fosfor; 14 mgr. kalsi-
yum; 0,4 mgr. demir; 12 mgr. sodyum; 251 mgr. potasyum:
16 mgr. magnezyum; 3.400 IU A vitamini: 0,04 mgr. B1 vi-
tamini; 0,03 mgr. B2 vitamini; 0,6 mgr. B3 vitamini; 0,86
mgr. B6 vitamini; 8.4 mcgr. folik asit: 33 mgr. C vitamini
ve 0,1 mgr. E vitamini.
SAĞLIĞIMIZA YARARLARI
Özellikle yüksek değerde A vitamini ve potasyum minerali
içermesinin yanı sıra;
• Kavunun, kandaki pıhtılaşma ve dolayısıyla damarlardaki
tıkanmayı engelleyen önemli etkileri vardır: Bunun için bol
bol yenilmesi öğütlenir. Günümüzde Batı ülkelerindeki in-
sanlar, sabah kahvaltısında kantalup ve diğer kavun türle-
rini yiyerek güne sağlıklı başlamaya özen göstermektedir.
• Kavun, kanseri önleyebilen maddeler yönünden çok zen-
gindir: Birçok kanser türüne karşı bedeni savunduğu uz-
manlarca öne sürülmektedir.
ŞİFA NİYETİNE
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
93
24 Fatih: ehrin Kap lar n Hakîkat’e Açan Lider 48 slam’da Üstün
Nitelikli YöneticiDergisi Hediyesi...
Fiyat : 7 YTL TEMMUZ 2008AYLIK L M-KÜLTÜR VE EDEB YAT DERG S
92Fiyatı: 7 YTL HAZ İRAN 2008
20 H. Hamidettin Ateş Efendi ile Röportaj 84 Hulûsi Efendi’nin
İnsanlığa NasihatiDergisi Hediyesi...
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ayl k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Temmuz 2008
“Somuncu Baba Bahçesinin Taze Çiçe i”
Y l: 2 Say : 19
Ayl k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - May s 2008
“Somuncu Baba Bahçesinin Taze Çiçe i”
Y l: 2 Say : 18
Türkiye : 70 YTL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Posta Çeki Hesahp No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Her satırını okurken farklı boyutlarıyla farklı manevi iklimlerde gezeceğiniz bu dergiyi elinizden bırakamayacaksınız.
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi EFendi Cad. No:71 Darende 44700 MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli 70 YTL