non serviam

51
NON SERVIAM

Upload: caner-cita

Post on 22-Jul-2016

227 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Non Serviam

NO

N S

ERVI

AM

Page 2: Non Serviam

EditördenBu sayı Halil Serkan Öz ve Nuh Köklü'ye adanmıştır.

İnsan deneyerek terbiye olur. Biri sizi terbiyesizlikle suçluyorsa bunun nedeni yeterince denememenizdir. Herhangi bir şeyi anlamayı, öğrenmeyi, dinlemeyi denememişsinizdir. Yazmak ise anlatmayı denemektir.

Terbiyesizliğin en önemli nedeni olarak uzmanlarca işaret edilen denememek hastalığı, kişide genellikle öğrenilmiş çaresizlik sebebiyle vücut bulmaktadır. Terbiyesizlik düşündüğümüz gibi soyut bir kavram değildir, onun bir vücudu vardır. İnsanlarla iletişim kurarken yüzlerine dikkatli bakın. Herhangi bir yerde "aman ne terbiyesiz be bu," diyerek yüz ekşittiğiniz biriyle karşılaşırsanız, bilin ki terbiyesizlik bu beyefendi veya hanımefendinin vücudunu kendine mesken tutmuş, onunla somutlaşmıştır. Bu vücuda gelme eylemi, terbiyesizliği tek başına iktidara taşıyacak kadar çoğunluk haline getirmez. Getiremez. O vücutları tek tek toplasanız ancak bir tane terbiyesizlik eder. Zira herkes farklı bir şeyi denememeyi seçmiş, herkesin farklı bir yönü terbiyesiz kalmıştır. Terbiye, ağır ağır ve kısık ateşte insanın dönmesiyle elde edilir. Denemek ise ağır ağır ve kısık ateşte dönmektir. Tuzunuz fazla gelmesin, dikkat edin.

Page 3: Non Serviam

Fakat terbiyesizliğin ve denememenin de bir sınırı vardır. Eğer o sınırı geçerseniz siz artık terbiyesiz bile değilsinizdir. Bir kişinin canını onu en sevdiği varlıkların önünde aşağılayarak sözlerinizle yahut sırf eğlenmeye çalışıyor diye ellerinizle alıyorsanız siz terbiyesiz bile değilsinizdir. İşte biz bu yüzden, hem terbiyesiz olarak anılmamak, hem de insanlığımızı yitirmemek için yazıyoruz. Bunun için deniyoruz.

Biz efendim, sizinle aynı toprakları ve aynı dili paylaşan bu bir avuç adam ise Non Serviam'da denemeyi ve edebiyatla terbiye olmayı seçtik. Normlar çerçevesinde bir terbiyesizlik hasebiyle terbiye olmaya çalışmıyoruz. Biz sadece denemekten yanayız. Öykülerimizde yarattığımız karakterlere/tiplere bakarsanız onlar da deneyen canlılardır. Zira bu blog -yahut dergi, adına ne derseniz deyin- hepimizin hem kendisini, hem de yazdıklarını deneme ortamı. Kasım voliyi vurmayı, Nedim hiç yoktan vedalaşmayı ve Alkhar'da Seyyit Galiyev bir yazı içerisinde en fazla kaç tane yıldız kullanılabileceğini deniyor.

Düzensiz aralıklarla çıkmayı sürdüreceğini sandığımız Non Serviam'ın yeni sayısını size takdim etmekten onur duyarım.

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:Non Serviam denemeye devam ediyor hala.

İyi okumalar.

Page 4: Non Serviam

Kasım Voliyi Nasıl Vurdu-Kinyas Göğebakan

Halkapınar’dan ta Kapılar’a kadar uzanan köhnemiş oteller, gündüzleri işportacıların, kaçakçıların, yankesicilerin, tombalacıların, bul karayı al parayı oynatan dolandırıcıların; geceleri orospuların, pezevenklerin, ayyaşların, esrarkeşlerin kol gezdiği caddelere ve ara sokaklara göt göte dizilmişlerdir. Sıvası dökülmüş derme çatma gecekondulara, zamanında zengin Rum tüccarlara ev sahipliği yapmış cumbalı taş evlere artık kuşçusundan kaçakçısına, midyecisinden kerhanecisine, kumarbazına, torbacısına kadar envaiçeşit tip yuvalanmıştır.

Bu yapıların gündüzleri sigara dumanına batmış yosunlu bir karanlık gibidir. Kıraathaneler, birahaneler, pavyonlar… Denize yaklaştıkça kodamanların müdavimi oldukları pahalı ve lüks restoranlar, meyhaneler, diskotekler bu batakhanelerin yerini

alır. İki yerde de dönen dolap aynı olsa da her yerde olduğu gibi buralarda da puştun paralısı makbuldür. Geceleyin odalar, hastalıklı bir sarının yandığı yerlerdir. Babası Menderes zamanında Siirt’ten İzmir’e gelen Kasım da bu ara sokaklara doğmuştu. Babası Halis Ağa önce tütün işi yapmış, sonraları daha iyi para getiren kubara,

Page 5: Non Serviam

tombalaya başlamış, bu yüzden birkaç kez hapse girip çıkmıştı. Kasım da onun yanında gel zaman git zaman tombala kesip bantlamanın inceliklerini ufaktan kapmış; Basmane civarına yolu düşen saf köylüleri, meraklı asker sabileri, yolunu şaşırmış süt çocuklarını kafalamayı iyi beceriyordu. Halis Ağa bul karayı oynatırken onu da yanında dolaştırır, cebine beş lira koyar, kendisi de tezgâhını Hilal’e köprü üzerine açardı. Ağa’nın başı kalabalıklaşınca Kasım tezgâha yaklaşır, sıradan bir müşteriymiş gibi oyuna girerdi. Oyunda bir kazanır, bir kaybeder, bu danışıklı döğüş cahil kısmının ilgisini iyice çekip de tezgâh iyiden iyiye kalabalıklaştığında en son ve büyük oyununu oynar, voliyi vurup paracıkları yemlenmiş kalabalığın önünde göstere göstere sayardı. Bir başka yancı “Ağa’nın parası bitmeden ben de oynayayım!” numarasını çekip kalabalığı velveleye verir, kargaşada birkaç cüzdanı indirirdi. Bul karayı oynamak için yanıp tutuşan kerizlerden üttükleri de cabası olurdu. Buna benzer yankesicilik, goygoyculuk, tırnakçılık sıradan bir günün geçimiydi. Hele bayram günleri Fuar kapısı, içi, civarı yankesicilik için biçilmiş kaftan olurdu. Hâsılı kırk çeşit numara bu gibi kırk çeşit tipten sorulurdu.

Kasım, babası Halis Ağa da öldükten sonra bacısını Kale’den Mardinli bir midyeciyle baş göz etti. Yatalak anasını da bacısına yamayıp iki odalı konduda tek başına kaldı. İki göz virane, bir kuru bahçe, bahçede kalas duvarların arasında hem banyo hem hela. Konduya artık lime lime çürümüş bir kasaya asılı kapıdan girilir, iki yana sıralı yer döşeklerinden geçer bakarsın ki tam karşıdaki duvar mutfaktır işte. Tek duvar boydan boya pütürlü beton, bir musluk ve önünde yine pütürlü betondan lavabo, lavabonun altına -Halis Ağa tıraşını bu lavaboda olurdu- yine boydan boya uçkur lastiğiyle bir paçavra gerilidir. Halis Ağa kendi elleriyle adam etmiştir bu kondunun içini artık, olduğu kadar. Bu mutfak-salon iç içe odanın sol duvarında alçak bir kapı duvarları penceresiz bir odaya açılır, yalnız odanın tavanında buzlu cam takılı bir pencere vardır. Kasım çocukken kış günlerinde bu pencereye vuran yağmurun sesini, yaz

Page 6: Non Serviam

günlerinde cama çöreklenen sokak kedilerinin siluetlerini hatırlar.olmaz be adam böyle olmaz gece gündüz hır gür içinde anladın mı halis ağa da göçtü gitti halis adam da gitti ölüm haktır ancak böyle olmaz allahın günü tombala çektir enayi tokatla gece düş rakıya kubara ne elde ne avuçta bak şuna bak iti bağlasan durmaz be durmaz be buralarda halis ağa iyi ettin geldin buralara ne iyi ettin de geldin buralara halis babam şuncacıktım fakirdik yıllar yılı elimiz bol mu gördü bak halis ağa bak ağalık senin adında kaldı biz gibiler ne uzar ne kısalır ne kaldı elinde iki göz yıkıntı yarın öbür gün encümen derse buralar hazinenin arazisidir siz gelip işgal etmişsiniz gideceksiniz derse nereye gidilir ben nasıl bakayım üç boğaza zabit ensemizde oldum olası be oldum olası ensemizde be halis ağa mardinli sahip çıkmasaydı bacıma anamı bu mezbelede nasıl tutardım anamı yollamayaydım arabın evine iyi insan mardinli sen demedi sen bir er kişi olarak anana sahip çıkamıyorsun demedi şu yatalak kadıncağıza bakmak bir oğul olarak senin işindir demedi aldı zahideyi aldı senin anan benim de anamdır dedi demedi kasım necidir bu böyle olmaz yaşanmaz halis ağa ne iyi ettin büyük şehre geldin de

Baba mesleği tombalaya çıkmaya, barbuta oturmaya, mahalleden birkaç Kıptiyle yankesiciliğe, bul karayı oynatmaya devam ederken bir yandan da gazinoların, pavyonların giriş çıkışlarını kolluyor, taşaklı bir külhanbeyini, bir kabadayıyı yahut İstanbullu bir kumarbazı kıstırıp böylesi bir adamın himayesine fedai olarak kapağı atmanın fırsatını kolluyordu. Fırsat buldukça Konak’a gidiyor, lüks otellerin kumarhanelerine gelip gidenleri inceliyordu. Otomobilinden inerken kapısı açılan veya sigarası yakılan takım elbiseli beylerin tiplerini, fedailerinin hareketlerini mümkün olduğunca ezberlemeye uğraşıyordu. Yine böyle bir gecede Kasım, Kahramanlar’dan bir troleybüse atladı Konak’ın yolunu tuttu. Maksim gazinosunun önünde bekleyecek, fırsat kollayacak, bir kalantora, fakir babası bir külhanbeyine rastlarsa punduna getirip adamın ellerine sarılarak beyim bana bir iş diyecek, belki bir fedai olacak, belki beyin bir

Page 7: Non Serviam

hasmını vuracak, mahpus olsa da bey onu içeride yalnız bırakmayacak, belki hapse de düşmeyecekti çünkü böyle büyük adamlara kanun işlemez, elbet onun fedaisine de işlemezdi. Mutlaka ama mutlaka iki odalı konduyu geride bırakacaktı. Bu gece olmazsa başka bir gün.

Klitoral İncelik

Nedim’in tüm aile fertleriyle bir bir vedalaşmasının 4.günüydü neredeyse bitmek üzereydi en engebeli veda. Validesi Bediha hanımla olacaktı. Kış biraz daha sert geçmiş, Nedim ilk yas yılını hızla devirmişti. Yolların, uzunca seyahatlerin, dur durak bilmez terminallerin ne vadedip onu iyi edeceğini bilmez ama sıkışan hayatın bir hareketle tekrar soluklanacağı besbelliydi.-esasen bu giz’li bir tur olacaktı” nedim kolay düşünüp yalın koyulmuştu işe.Neresi olurdu en hareketli neresi, neresi? Nerede bitmezdi yollar?Nerede durmadan başlardı yollar? Nerede kimseyle vedalaşmak zorunda değildi ki?Nerede topuklarını birbirine sürterek titrek bacaklarla oturmasını insanlar problem etse de tek kelime etmezdi ki?Hepsinin mümkün olduğu tek yer vardı otogarlar, onun şehirleri, hepsi bizim Nedim’in şehirleri kimsesiz Nedim’in şehirleri.Sabah 9.00’da uyandı bu eve söylenmiş bir yalandı, Nedim 2 gündür uymuyordu 9 aylık bir sürecin yinelenen halleriydi. Annesine uyuyordu, sorumluluklarına uyuyordu güzel bir uykuyu çekmiş olmanın yalan nazlı edasıyla odasının kapısına yürüdü, gözlerine umut etmenin ilk şartı mahmurluk tebessümlerini taktı, camlarını inançla ovaladı bunu yaparken yine mi oynuyorum edasını hiç takınmadan. Bu

Page 8: Non Serviam

kocamandı, Nedim’in sihir sahibi bedenin güvendiği yegâne zırhıydı. Anlayamamanın karşısında Nedim usta bir oyuncu olalı uzun yıllar olmuştu. Odanın kapısını sigara birikintisi öksürüğü ile açtı. Validesi, nefesi… Mutfaktan koca anne kuşların minik yavrularını dürttüğü gibi sesiyle Nedim’i yokladı. “gece yine çok sigara içmişsin oğlum. Nedim senle ne yapacağım hiç bilmiyorum kendine neden acımıyorsun ne güzel rengin var solacaksın ah oğlum ah .“Bizim kayıp” anne haklısın bu hafta sonu bırakıyorum, anne ben de istiyorum -kırmama hatasını perdeleyen o kıkırdak tebessümüyle- günlerdir çıkarmadığı sigara, deodorant, ter kokusu harmanı t-shirtünün üstüne kalınca oduncu gömleğini çekti savruk savruk. Tedbir delisi bizim kayıp oğlan ön ceplerine sevdiği sigaralarını koydu bu içini gıdıklıyordu hep şunu tekrarladı durmadan -hiç yoksa armağan bir kedere iki tane şarjörüm var kırk mermi sıkarım, hepsi değil beni ben onları vururum- kabiliyetsizlik akan plastik şair günlerinin tesiriyle deli laflar ederdi. Mükemmel mısralar çıkacak derdi sonrasında her insan mükemmel yazamazsa da bazı insanlar mükemmel ölebilirdi Nedim’in düsturu güzel ölmenin taşlarını ustaca dizmenin parıltılı yoluydu. Kusursuz bir katil olmaya karar vereli 9 ay olmuştu… 270 küsur yahut ondan bir kaç eksik gün. Klitoris sinir uçlarını hassasiyeti, incelikliği gibi…Durur mu hiç meçhule de gitse validesinin uğurlama duasını hep duymalıydı.“anne bir şey lazım mı?“yok, oğlum Allah’a emanet ol.”Uykusuzluktan başı döndü her şey karardı bilinci keçi sütü gibi berraktı. Şuraya, buraya tutunacağım derdine düşmeden aşağı bırakıp bedenini neler olacağını görmenin sevinciyle merdivenlerden bıraktı apartmanın spiral merdiveninden 36 basamak kafası betonda seke seke her defa, her sonraki basamakta kaburgaları kırıla kırıla… 9 ay koca 270 küsur ya da eksiği gün Nedim muzaffer olmuştu, kimse neden diyemezdi Nedim 26 yaşında olamadı, Hiç kimse bu cinayeti çözemedi. Ölmenin Büyülü Sanatçısı Nedim...

Page 9: Non Serviam

Gâvur İmam İsyanıGöz bebeklerim titriyordu. Perdelerin arasından süzülen

gün ışığı, odadaki tozu selamlayarak yerdeki İran halısının üzerine düşüyordu. Halının motifleri, vuslat kokuyordu. Hangi sıla hasreti çeken Acem kızı dokumuştu kim bilir? Taba renginin hâkim olduğu oda, Kıta Avrupası'nın yarısını ilhak etmesine rağmen Osmanlı'nın oryantalist duruşunun sadece minik bir sunumuydu. Oda şaşırtıcı derece ufaktı. Bir valinin huzurundan çok, onun dinlenmek için kullandığı bir yerdi. Valinin sırtı bana dönüktü. Masanın üzerindeki haritaya bakıyordu. Yavaşça başını kaldırdı. “Refik Efendi... Şöhretin sen gelmeden Kıbrıs'ı sardı efendi. Payitahtı İngilizlere dar edişin dilden dile yayılıyor efendi." Vali'nin bir demirci gibi dövdüğü bütün sözcükler kafamda yankılanıyordu: Otorite... Otorite... Otorite…

"Devlet-i Aliye, Kavalalı belasıyla boğuşuyor paşa hazretleri. Malumatınız vardır elbet, Kavalalı Kütahya içlerine kadar ilerlemiştir. Böyle elem bir halde iken size gerek seyfi gerek maddi bir yardımda bulunması mümkün değildir." Odada bir dakikaya yakın bir sessizlik oldu. Ilık bir rüzgâr pencereden bir hırsız çabukluğunda girip haritaları karıştırdı.

"Bir isyan nasıl bastırılır efendi, bilir misin? 3 yolu vardır. Birincisi, bütün halkı katledersin; Bizimkisi böyle bir imkânımız yok. Kıbrıs'ta ki Müslüman tebaayı arttırmamız lazım. İkincisi, İsyanın içindeki herkesi tehcir ettirmek. Bu da

Page 10: Non Serviam

birincinin olmazına tekabül eder. Ve üçüncüsü, İsyanın yüzünü katletmek." Paşa aniden bana doğru döndü." Efendi, Osmanlı'nın istikbali senin kılıcında."

Vali Efendinin huzurundan ayrıldıktan sonra işin ehemmiyetini daha iyi kavradım. İsyanın ayak sesleri bile Osmanlıyı korkutmaya yetmişti. Osmanlı'nın stratejisi, Vali paşa komutasında, Kütahya'ya kadar ilerlemiş olan Kavalalı'yı kalbinde vurup Mısır'ı yeniden ilhak etmek. Mehmet Ali Paşa'yı gerisin geriye Mısır'a dönmek zorunda bırakmaktı. Osmanlı, orduyu derleyip toparlayabilmek için vergileri iki katına çıkarmıştı. Ama Osmanlı'nın görmek istemediği bir durum vardı. Bir yıldır tek damla yağmur düşmemişti. Kıbrıs, Kavalalı'ya karşı Osmanlı'nın elindeki tek karttı. Ordu 20 gün önceden köylere girip, direnen bütün köyleri yağmalamıştı. Kaçabilen kaçmış, kaçamayan Devlet-i Aliye'nin karanlık yüzünü görmüştü. Yarın yanıma Kıbrıs'ı avucunun içi gibi bilen iki asker alıp Gavur'un izini sürecektim. Gün yıkılmıştı ve ben odama çekildim.

Üçümüz de kapkara giyinmiştik. Üçümüzün de kepleri kapkara, kılıçlarımız keskin ve atlarımız yağızdı. Dağlara sürüyorduk dağlara, Allah'ın buyruğunu taşıyan Cebrail kadar heyecanlıydık. Devlet-i Aliyye'nin bekasıyla bilenmiştik. Kalplerimiz savaş davulları gibi ritim tutuyordu. Rüzgâr bize üç değil, üç yüz bin atlı gibi eşlik ediyordu. Tozu dumana katıp soluğu dağların eteklerinde aldık. Kamp kurup kılıçlarımıza zehir yedirdik. Uykuyu öfkeye karıp geceyi burada geçirdik. Gün ağarmaya başlamıştı. Atlarımızın huysuzlanmasına uyandık. Kılıçlarımızı çekip çadırımızdan çıktık. Etrafımızda 15 ila 20 kişi arasında değişen bir gurup vardı. Ellerinde sopalar, oraklar ve hançerler vardı. Gurubun içinden orta boylu, gür sesli ve pala bıyıklı esmer bir adam çıktı."

— Kimsiniz siz? Ne ararsınız buralarda!

Page 11: Non Serviam

— Bizler İbrahim Ağa'yı ararız! Sizler yoksa Valinin paralı katilleri misiniz? Savulun! Bir iki adım öne çıkıp kılıcımı savurdum.

— İndir o kılıcını Çelebi. Bizler İbrahim Ağa'nın yoldaşıyız. Osmanlı'ya başkaldırmışız. Derdiniz nedir sizin? Neden ararsınız Ağa’yı? Esmer adamın sesi yumuşamıştı. Kılıçlarımızı kınına soktuk.

— Ben Manisalı bir tüccarım. Asker kervanıma saldırdı. Neyim var neyim yok yağmaladı. Sadece iki korumamla kaldım. Paşa huzurunda kabul etmedi. Bizde konaktan bu üç atı çalıp İbrahim Ağa'nın isyanına katılmaya karar verdik.

Bugün, Cehennemle yeryüzü anlaşma yapmıştı. Bu sıcağın başka bir açıklaması olamazdı. Vakit ikindiyi gösteriyordu. Atlarımızı dağın eteğindeki seyyar karakola bırakarak tırmanmaya başladık. Kupkuru çalılar kuduz gibi saldırıyordu. Güneş, beynimizle dans ediyordu. Herkes sırasıyla bir yarıktan içeri girmeye başladı. Onları izlemek, karıncaları izlemekten farksızdı. İletişim kurmadan, sessiz ve organize. En son üçümüz yarıktan içeri girdik. Dapdaracık bir yolu sürtüne sürtüne geçtik. Yüzümüze dağın serin nefesi vuruyordu. Hissediyorduk, Allah her yerdeydi. Dar yolun sonu genişçe bir alana açıldı. Grup birden durdu. Ne olduğunu anlamak için önlere doğru ilerledim. 3 tane çocuk grubun önünde durmuşlardı. Ortandaki çocuk konuşmaya başladı. " Ağalar geç kaldınız" Herkes yolu hızlı adımlarla kat etmeye başladı. Yol genişledikçe koşar adım ilerliyorlardı. Yolun sonunda bir ışık belirmeye başladı. Biz koştukça ışık bir kalp gibi çarpmaya başlıyordu. Yolun sonuna vardık. Büyük bir kalabalık halka oluşturmuştu. Halkayı yarıp neler olduğuna baktım.

Bir sedirin üzerinde bakır saçlı ufacık bir kız çocuğu, elleri şile bezinden gömleğinin üzerinde bağlı bir şekilde uzanıyordu. Ölmüştü. Karşısında aksakallı irice bir adam yumruklarını sıkıyordu. Bu oydu! İbrahim Ağaydı! Ellerini göğe kaldırdı. Yüksek sesle bir Fatiha okudu. Herkes imama

Page 12: Non Serviam

eşlik etti. Dizlerinin üzerine çöktü ve kadife sesiyle ağıt yakmaya başladı. "Dolama ah dollamayı, dollama ah dolamayı! Getirin bağlamayı getirin bağlamayı! Bıktım ben bu zulümden, bıktım ben bu zulümden! Osmanlı'nın elinden Osmanlı'nın elinden. Amman amman elinden, yandım ben bu zulümden! Ben ne eker ben içerim paşa alır elimden! "

O yaktıkça ben yandım. O yaktıkça benim yüreğimdeki kartondan dava alev aldı. O an gördüm, uğruna hayatımı adadığım ülkünün aslında insanlığa sürülen en soysuz lekelerden biri olduğunu. Ben hangi adaletin havarisiydim? Duramıyordum. Yüreğim iflas etmişti. Kılıcımı çektim. " Ya Kahhar!" diye haykırdım. Herkes ardından " Ya Kahhar" diye haykırdı. İbrahim Ağa'ya yaklaştım. Birkaç isyancı omuzlarımdan tuttu ve daha ileri gitmemi engelledi. "Günü geldi o kalleşin vuralım artık!" Diş etlerim çekiliyordu, sinirden parmak uçlarım elektrikleniyordu. "Yeryüzünün mutlak sahibi olana ant olsun, dökülen kanların, alınan öşürlerin, yakılan canların hesabını soracağım! Adaletin neferi olacağım!" dedim. Bu kendime yeminim yüreğimin mührünü açıp yepyeni bir mühürle dağlamıştı. Ah be küçük kız, seni ipekler içinde uğurlamak vardı. Ah be küçük kız, aç karnına ölmek zor. Beşparmak dağlarını bu acıyla sarsmak zor. Devletin kurbanı olmak zor.

Gün yıkıldı, yıldızlar üzerimize çöktü. Tütünümü sararken yanımdaki iki yiğide kendimi açtım. Artık kararımızı verdik. Yarın ovaya çıkıyoruz bu fukaraların saflarını katılıyoruz. İbrahim ağanın ulakları saraya varmış olmalıydı. İsyancıların ufak bir grup olduğunu ve ovada olduğunu söyleyeceklerdi. Benim bildiğim paşa, cabbar davranıp bütün haklarıyla ovaya kurulacaktı. Orak, çekiç, saban, tırpan, yalın kılıç; humbaraya, topa, tüfeğe, yirmi kiloluk kılıçlara karşıydı. İsyan ateşiyle kavrulan bu hastalıklı, aç ve kirli bedenler; tokadıyla boyun kıran, bin atlıyla haçlı ordusunu darmaduman eden, kara yağız ölüm emekçilerine karşıydı. Bunun adı kabullenilmiş intihardı.

Page 13: Non Serviam

İbrahim Ağa'nın imamı olduğu sabah namazını eda ettik. Ardından göklerine duman durmuş Beşparmaklar'ı terk ettik. Ağır aksak topal bir orduyla indik ovaya. Tam karşımızda eflatun bir ordu belirmeye başladı. İşte o an omuzlarımda bakır saçlı sabi, bir dizime Magripli bir sabi, diğer dizime Hindu bir sabi bindi. Atımı şaha kaldırdım," Bırak elçi ben olayım Ağa! Düşmanın bir olmadığını görsün muktedir!" Sanki yüzyıllardır susan bir adamdan cevap bekliyordum. Gözleri kıpkızıl kesilmiş imam başını salladı. Yanımdaki iki yiğitle beraber atımı dörtnala sürmeye başladım.

Çekicin çelikle her temasında, çıkan sesle aşka gelip semaha duran Mevlana gibi, her nal sesiyle aşka geliyordum. Ordudan on atlı ayrılıp önümüze durdu. Yavaşlayıp karşılarına durduk. Sapsarı bir oğlan konuşmaya başladı. " Devlet isyancılarla görüşmez, pazarlık yapmaz. Selam alıp, selam vermez. Dönün geri!" Adamı umursamadan arka saflara avazım çıktığı kadar bağırdım. " Paşa, çık karşıma!" kısa bir sessizlikten sonra saflar ayrılmaya başladı. Önce minik bir ordu ardından da beyaz atı, haram kaftanıyla paşa göründü. —Üç tane atlıdan bu kadar mı korkuyorsun paşa!

— Ben hainlerle yüz göz olmam. Madem elçi olarak geldin buralara, öyleyse ilet söyleyeceklerimi Gâvur’a. Öşrünü versin, Mısıra kalkacak olan orduya can versin, tek tellerine zarar gelmesin.

— Verirler mi alırlar mı belli olmaz paşa! Allah ufacık kızın hesabını ya bu meydanda sorar, ya da ahirette! İstersen mahşeri topla, o ufacık kızcağızdan, şu açlar ordusundan, Allah'ın Kahhar adından koruyamazsın kendini!

Atımı şaha kaldırıp yeniden saflarımıza döndük. Dünyanın görüp görebileceği en fantastik sahnelerden birinin ortasındaydım. Şehit kime denirdi? Zulüm ne demekti? İsyan ne demekti? Yasalarla yapılmış olan bu yoksulluk benim ihtilalim mi devirecekti? Tamam, tamam kırbaçlama beynimi

Page 14: Non Serviam

Allah'ım, şu İbrahimlerin karıncasıyım ben. Benim safım belli. Allah'ım, şimdi sıra sende!

O an hiç beklenmedik bir olay oldu. Rumlar bize desteğe gelmişti. Artık bütün ada, tek vücut olmuştu. Kendi saflarımıza vardığımda zafere inancım biraz daha artmıştı. Rumlar yüz küsur atlıyla gelmişti. Az da olsa tüfeğimiz ve mühimmatımız vardı. Açlar ordusunu yara yara İbrahim Ağa'yı buldum. Yanında iki papazla izlenecek yolları değerlendiriyordu. Destur isteyerek söze başladım." İlk çarpışma atlılarla olacak efendiler. İki fedaim eski askerdir. Osmanlı'da süvari birliğindelerdi. Bırakın bu muharebede atlıları biz yönetelim." Ağa gözyaşları sakalına tutuna tutuna ayağa kalktı. " Evladım, eğer şehit olursanız, hakkımız size şimdiden helal olsun. Allah bizi muzaffer kılsın, o sabi kızım size şefaatçi olsun.-Omuzlarımı sıkarak- Allah sizi bahtiyar kılsın evladım." Alt dudağımda bir damar yerinden kopmuştu sanki yüzüm kızarmaya başladı. Ben buraya ne niyetle gelmiştim. Şu dünya dedikleri nasıl bir kevaşeydi böyle.

Atlıları toplayıp stratejimizi anlatmak için yol almaya başladım. Atlıların yanına vardığımda, herkesin gözünü arkamızdaki en yüksek tepeliğe diktiği gördüm. İbrahim Ağa, bu tepeliğe çıkmıştı. Baf Ovası göz uçlarında geziniyordu, bulunduğu yer ovadaki en yüksek yerdi ve sesi en yüksek perdedendi. Binlerce köylü, on binlerce topraksız, sefil, perişan ama avurtlarına kadar kin dolu insanlar dikkatle İmama bakıyorlardı. Kalabalığın içinde papazlardan başka kimsenin üstünde doğru dürüst bir kıyafet yoktu... Ellerindeki dirgenleri, eski kılıçları, ucu kör mızrakları yere saplamış bekleşiyorlardı. Başlarını kavuran sıcaktan korunmak için ıslak yemeniler ve kulaklarında günlerdir dağ taş köyleri dolaşmaktan birikmiş kermeler görünüyordu. Kâh Türkçe kâh Rumca bir uğultu doğuyor alanda dolaşıyordu... Birden bağır çağır bir ses ovadaki herkesi sarıvermişti... İmamdı bu... Yanında uzun boyunlu babayiğit bir Rum köylüsü vardı,

Page 15: Non Serviam

kelime kelime tercüme etmek için sabırsızdı ve nihayet imamın sesi bir top ateşi gibi patlayıvermişti...

"Ey kahraman karındaşlarım... Hey hakkı çalınan, yağmadan kaçan dostlarım. Bugün el ele verdiğimize Baf Ovası şahittir... Zulüm ordusu karşımızda, tuğunu sancağını topladı geldi... Suyumuzu ağulamaya aşımızı yakmaya geldi... Öşür için evimizi barkımızı başımıza yıkanlar karşımızdadır. Yıllar yılı asesleriyle, cellatlarıyla kan gölüne çevirdikleri bu fakir toprakların, daha da fakir sahibi olan bizler, bu gözü dönmüş insafsız paşaların ve korsanlarıyla Kıbrıs’ı kerhane etmek isteyen Mısır hıdivlerinin iştahını doyurmaktan bıktık. Kuraklık illetiyle kaç yavrumuz toprağa girdi, malımız davarımız telef oldu, kardeşler birbirine düştü. Mültezimin asesleri kıydı canlarımıza... Kadınlarımızı kaldırdılar, kalan malımızı da ateşe verdiler. Bir de utanmadan asker istediler bizden. Kalan oğullarımızı da alıp çöllere asker göndereceklerdi ve bedeviye kırdıracaklardı... Gayrik yeter dedik... Bıçak kemiğe dayanmıştı. Karşı çıktık, el vurdurmadık... Dövüşümüz böyle başladı... Gün artık dişe diş, kana kan hesaplaşma vaktidir. Altımızdaki toprak, tepemizdeki gök yanımızdadır korkmayın... Hak davası için dövüşeceğiz, Tanrıya güvenin... Benle beraber bu dövüşe katılanlar ile kendi yavrularımı hiç ayırt etmedim, etmem de... -Sesi titreyerek- Artık herkes bendendir, ben hepinizdenim... Bir yavrumu verdim, kendimi de esirgemem... Bunca felakete tutulmuş insancıklarımızın, komşularımızın üç tavuğundan ikisini almaya yeltenen, bizi açlık ve sefalete mahkûm eden bu ordunun ağabeyleri ve sultanları Müslüman ise ben Müslüman değilim. Bilesiniz ki ey Rum kardeşlerim yarenlerim; bu karşımızdaki ordu Müslüman değildir! Müslüman, yanınızda sizinle birlik olmuş şu yoksullardır. Karşımızdaki ordunun nidaları Tanrı nidası gibidir amma zulümleri şeytani bile aşar... Çalacağınız kılıç zalimedir, namerdedir bunu bilesiniz... -ellerini kaldırıp bağırarak- Kılıcınız keskin olsun, temreniniz çetin olsun, mızrağınız kavi olsun... Yüreğiniz ferah olsun... Dövüşümüz

Page 16: Non Serviam

kutlu olsun... Davamız kutlu olsun... -"Hep bir ağızdan ova, tek bir adam gibi seslenmeye başladı"-

Atlıları yeniden toparladım. İzlenecek bütün yolları teker teker anlatmaya başladım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. İmamın yaktığı ateşi körüklüyordum.

Osmanlı süvarisinin yarısı tüfekli, diğer yarısı kargılı ve

kılıçlılardan oluşuyordu. Osmanlı sahaya hilal şeklinde yayılıp kanatlara yerleştirdiği tüfeklilerle bizi iki ateş arasında bırakacaktı. Sonra orta kısımdaki kargılı kılıçlı atlılar bizi akbabalara terk edecekti. Biz ise sistemi tam tersi çalıştıracaktık. Hilalin orta kısmını saçma yağmuruna tutup, kanatlardaki atlılara ikinci ateş şansı vermeden darmaduman edecektik. Tüfek zahmetli bir işti. Hele de at üzerindeysen. Sahaya aramızda geniş boşluklar bırakıp, dağınık bir şekilde çıkacaktık. Kanatlardan ateş başladığı anda aramızda zikzaklar çizip olabildiğince saçmalardan kurtulmaya çalışacaktık.

Tüfekliler en önde, biz üçümüz tam göbekte sahaya çıktık. İçimde Anadolu'nun yiğitlik türküleri gümbürdüyordu. Tozu dumana katıp kovanına çomak sokulmuş arılar gibi saldırıyorduk. Kılıcımı kınından sıyırıp şimdi diye bağırdım. Bütün atlılar kendi aralarında yeniden karıştı. Fakat o kadar başarılı olamadık. Zayiat beklediğimden fazla olmuştu. Osmanlı'nın kanatları geriye doğru çekilmeye başladı. Orta kısımdaki atlılar hareketlenmeye başladı, yeniden şimdi diye bağırdım. İki hatta ortadan ikiye ayrıldı. Bunu beklemiyorlardı. Osmanlı sersemlemişti. Tüfekliler yavaşlayıp ikinci ateş için hazırlanmaya başladılar. Kılıçlı atlılarla iki hatta da hücum ettik. Gök gürlemeden şimşek çakmıştı ordunun üzerine. Jiletten bir rüzgâr, at üstünde asker; omuz üstünde baş bırakmıyordu. Kılıçlarımız kömür kalpleri dağlıyordu. Dün buğday hasadı kaldıran köylüler şimdi insan hasadı kaldırıyordu.

Page 17: Non Serviam

Bu coğrafyanın irsi hastalığıydı acemice sevmek. Hürriyeti de acemice seviyordu bu çocuklar. Kimisi bağıra bağıra, kimisi gizli gizli. Seviyorlardı işte, gözlerinden yaşlar boşalıyordu hepsinin. Atımı şaha, kanlı kılıcımı güneşe kaldırdım. " Allah, intikam, özgürlük!"

İmam bu zaferin peşinden saldırı emri verdi. Ada, Birkaç saat içinde yok olacaktı.

Emekli Bir Memurla Sıra Dışı Röportaj: Şehri Duymuyorum

“Mavi bir gökyüzünün altında ilerlediğimiz için olsa gerek bana her şey çok, çok güzel görünüyordu. Bu pürüzsüz gökyüzünden gözümü ayırmadan küçük şehrin beni sarmalayışını izliyordum. Sanki gökyüzünün iri mavi kolları şefkatle ve cansiperane sarılıyordu bana, sanki her şey güzel olmakla yükümlüydü. Yükümlüydü ama bu yükümlülük daha önce hiçbir yükümlülüğün olamadığı kadar şık görünüyordu. Bilirsiniz, bazı insanlar vardır, takım elbiseyi hiç sevmezler ama sırf işleri gereği giymekle yükümlüdürler. İşte bu şehrin yükümlü olduğu güzellik böyle bir güzellik değildi. Her şey bu

Page 18: Non Serviam

güzelliğe aitti. Bakın, bu banka oturalı birkaç dakika oldu tahminen, ama ben bunu yeni fark ediyorum. Siz ise durup dururken niçin oturduğumu merak ediyorsunuz. Bir şey anlatacağım ve bu anlatacağım şeyin kafanızda canlanabilmesi için oturmamız gerek,” dedi. Oturmayı düşünmesine ama aynı zamanda oturmasına rağmen oturduğunu son dört dakikadır fark etmemesine neden olacak kadar kafasını meşgul edenin ne olduğunu merak ettim. Yüzüme bakıp gülümsedi bir süre. Hava henüz kararmıştı. Arkamızda kalan camiinin bir süredir ışıkları yanıyordu ve ben başka kaç şehrin daha bu kadar denize göre konumlandırılmış olabileceğini tahayyül etmeye çalışıyordum. Gökyüzü, bahsettiği kadar maviydi bugün de, peki ya, hikâyesi neydi?

Anlatmaya tam başlayacaktı ki kâğıt kalem kullanıp kullanamayacağımı sordum. Onu henüz tanımaya başlamıştım ve hakkındaki her şeyi yavaş yavaş öğrenmek istiyordum. Bir gazeteci gibi, acele etmeden ve etraflıca öğrenmeliydim hayatını. Meslek hastalığı işte, hepimizin böyle alışkanlıkları, böyle hastalıkları var çalışma hayatımızın bizde bıraktığı, öyle değil mi? Sabırlıca not defterimi açmamı, kalemimi hazırlamamı bekledi. Her şeyi hazırladıktan sonra da kısacık bir süre bekledi ve devam etti:“Birim zamanda aldığınız yol sizin bir noktadan ne kadar uzaklaştığınızı gösterir. Birim zamanda bir noktadan uzaklaşırken o noktaya duyduğunuz özlem artıyor ise, işte bu en tehlikelisidir. Siz, insan doğasına aykırı olarak oraya aitsinizdir artık. Öyle ki eğer bizim gibi Orta Asya’dan göçüp bu yarımada tam ülke topraklara yerleşmenize rağmen buralardaki bir yeri özlüyorsanız, akıl sağlığınızdan şüphe etmemeniz için hiçbir sebep yoktur. Pozitif bilimlerden ödünç aldığım kavramlar ve özlem kelimesini bir arada kullanarak yaptığım bu şebeklik sona erdiğine göre size şunu açıklıkla ve en önemlisi de içtenlikle söyleyebilirim ki, ben bu şehirden başka hiçbir şehri özlememiştim. Hayatım boyunca biraz önce gözlerinizi dikip baktığınız şu camii dışında başka hiçbir camide namaz kılmadım mesela. Hayatım boyunca hep

Page 19: Non Serviam

kocaman şehirlerde yaşamama rağmen bu bir cadde üzerinde her ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz şehir kadar hiçbir yeri özlemedim ben inanın. Neden olduğu ise birazdan anlatacağım hikâyede gizli. “

Biraz soluklandı, sonra gözlerini tepemizdeki sokak lambasına dikip heyecanla kıkırdamaya başladı. Tam olarak neye güldüğünü bilmiyordum ama elbette ki öğrenecektim. Bekledim bir müddet. Ayağa kalktı ve not alamamam pahasına karanlıkta kalmamızın benim için sorun olup olamayacağını sordu. Neden bilmiyorum ama o an tek bir kelimeyle bu ricaya evet cevabı verdim. Şimdi düşünüyorum da bu yazdıklarımın kırık dökük olmasına neden olacak bu izni vermesem daha mı iyiydi acaba? Ya da ben o izni vermesem, bana anlatacağı o dünyalar güzeli hikâyenin etkisi bu kadar uzun süre zihnimde tazeliğini korur muydu? Emin olamıyorum. Kısa bir süre çoktan karanlığa gömülmüş olan denize baktı. Ay, Akdeniz’in hemen tepesinde parıldıyordu, dolunaya çeyrek vardı. Sonra bir çırpıda arkasını denize döndü ve bizi aydınlatan sokak lambasına bir iki adım attı:“Nedendir bilmem Enver Bey, bu lambaların sigortaları hep üstlerindedir ve birbirlerinden bağımsızdır bu sigortalar,” dedi. Daha sonra kısık bir çıt sesi duydum. Sonra da karanlığı gördüm. Tam ve bizi tüm varlığımızdan azade bir bağımsızlığa iten bir karanlık. Artık sadece sokağın ılık nefesi değil, insanı hem rahat hem de güvende hissetmemizi sağlayan akşam karanlığı da bizimle beraber şuracıkta, şu bankta oturuyordu sanki. Tekrar yanıma oturdu, yüzünü bana çevirip baktı. Gülümsediğini belli belirsiz sezdim.

“Ankara’da eş durumundan geçirdiğim memuriyet yıllarımın uzunluğu beni çok yormuştu Enver Bey. Nedendir bilmem, ben hep yaşlı bir adamdım. Hep çabuk yorulan, gürültüden pek de hazzetmeyen, kalabalığa karışınca rahatsız olan, biraz fazla titiz ve eh işte, yaşlı bir adamdım hep. Bundan dolayı olsa gerek Ankara’da geçirdiğim o yıllar, bana bir tür zulüm

Page 20: Non Serviam

gibi geldi. Sahi sadece Ankara’da da değil, eşimle evlenmeden önce İstanbul’da geçirdiğim kısa süre, sonra Ağrı, sonra Mardin, sonra İzmir… Hepsi birer yük oldu sanki omzuma. Evet, evlendikten sonra işler nispeten daha kolay oldu zira artık yalnız değildim. Artık Ağrı’daki evin sobasını düşünmüyordum zira doğalgazla ısınan bir evimiz vardı, artık gün aşırı menemen yemiyordum zira yemek eve geldiğimde çoktan hazır oluyordu. Ama benim aradığım başka türden bir şeydi. Başka türdendi zira ben hem şehirden ve şehir yaşantısından uzaklaşmak istemiyor, hem de sakinliği arzuluyor, sakinliğin özlemini ciğerimde hissediyordum. Bizim hanımla aynı tarihlerde emekli olduk. O da ben de yorulmuştuk yılların memuriyetinden. Koca koca şehirlerin trafiği vesairesi derken bir baktık ki Ankara’dan gitmeye karar verdik. Peki ya nereye gitmeliydik?”

O saate kadar niyeyse hiç içmediği sigarasını çıkardı cebinden. Tuhaf, sigara içtiğini düşünmemiştim. Soru sorarcasına baktığımı anladığından olsa gerek, gülümsedi:“Arada sırada, öyle her gün içtiğimden değil ya, sahil içiriyor işte. Vereyim mi bir tane? Gazetecisiniz siz, en içmeyeniniz bile bulaşıyor şu rezil şeye,” deyip bir tane de bana uzattı. Gülümseyip başımı salladıktan sonra aldım sigarayı. Önce benim sigaramı yaktı sonra kendi sigarasını.“Peki, sonra ne oldu,” diye sordum.

Derin bir nefes çekip sigarasından, dumanı denize doğru üfledi. Devam etti:“Antalya’da bir arkadaşımın yazlığı vardı. Yanına çağırdı bizi. ‘Madem emekli oldunuz, gelin şurada biraz beraber tatil yapalım,’ dedi. Öyle ya, gidecek de pek bir alternatif yoktu. Kabul ediverdik. Toplandık gittik Antalya’ya. Orada bir çiftle tanıştık bizim yaşlarda. Oğullarının evi varmış Mersin’de, satmak istiyorlarmış. Benim dostum birden ‘haydi gidelim görelim evi, alın’ demeye başladı. Yahu alalım, alalım da, Mersin’de ne yapacağız biz,“

Page 21: Non Serviam

Gülüyor bu arada. Yüzüne sevgilisiyle tanışmasını anlatır gibi bir gülümsemenin yayıldığını hatırlıyorum.“Neyse, yüklendik iki arabaya. Yola çıktık. Antalya’dan Mersin’e yol çetin ama zevklidir bilirsiniz. Çıktık yola, hayli uzun zamanda vardık Mersin’e. Sabahın erken saatinde burada olduğumuz için gün boyu hem şehri hem de evi görecek vaktimiz oldu. Mavi bir gökyüzünün altında ilerlediğimiz için olsa gerek bana her şey çok, çok güzel görünüyordu. Bu pürüzsüz gökyüzünden gözümü ayırmadan küçük şehrin beni sarmalayışını izliyordum. Sanki gökyüzünün iri mavi kolları şefkatle ve cansiperane sarılıyordu bana, sanki her şey güzel olmakla yükümlüydü. Yükümlüydü ama bu yükümlülük daha önce hiçbir yükümlülüğün olamadığı kadar şık görünüyordu. Bilirsiniz, bazı insanlar vardır, takım elbiseyi hiç sevmezler ama sırf işleri gereği giymekle yükümlüdürler. İşte bu şehrin yükümlü olduğu güzellik böyle bir güzellik değildi. Her şey bu güzelliğe aitti. “ dedi. Gazeteci kulaklarım beni yanıltmaz. Konunun başında kurduğu cümlelerin bire bir aynısını bir kez daha kurdu. Yani, hikâyeye geliyorduk. Heyecanlandım. Anladığımı fark etmiş olacak başını usulca salladı.

“Benim güzel hanım bayıldı eve. Alalım, dedik. Eşyaları da var evin içinde, elbet değiştireceğiz ama o gece orada kalmaya karar verdik. Hep beraber hazırladık evi güzelce. Bir akşam yemeği yedik. Sonra herkes yatak odasına çekildi, muazzam bir sessizlik. Öyle bir sessizlik ki, insan sonsuz bir uykuda sanıyor kendini. Hem şehrin içindeyim, şehir karşımda, hem de sessizlik sarıyor vücudumu. Bir sigara içmek için terasa çıkayım, diye düşündüm. Bir de oranın havasını tatmak istedim. Terasa çıktım, bir de ne göreyim beyim. Şehir, şehir ta şuramda… Sıcacık hava şuramda… Sonra, gözüme bir yıldız çarptı, bir tanesi daha, bir tanesi daha, bir tanesi daha. O kadar çok ki, ben bu kadar yıldız görmedim hayatımda. Nice şehirde memurluk yapmama rağmen niye bu kadar fazla yıldız görmediğimi düşündüm. Bir sigarayı bitirdim, diğerini yaktım. Gözümü gökyüzünden ayıramıyordum. Boynum tutulasıya baktım yıldızlara. Onlarca

Page 22: Non Serviam

şey geçti zihnimden Enver Bey. İnanamazsınız düşünceleri, bu hisleri size anlatsam. En sonunda şuna karar verdim: nerede huzurluysanız orada daha çok yıldız görürsünüz. Öyle ya, gök hepimizinse şehrin kirliliği, kalabalığı nasıl engellesin o yıldızları görmemizi? Şimdi başınızı kaldırın lütfen, gökyüzüne bakın. Kaç yıldız görüyorsunuz?”O an anlamıştım sokak lambasını neden kapattığını. Ben de yıldızlara daldım. Onun ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Bense yarın gidecektim. Peki, ya bu yıldızlar ne olacaktı? Tanrım, ne çoklar. Dakikalarca baktım. O hem benim mutluluğuma hem de yıldızlara bakıyordu.“Oturup dinlemelik hikâyeymiş sahi,” dedim.“Gelin, şurada bir çay ısmarlayayım size,” dedi. Kalktık ve çay içmeye gittik. Yazık, o günden sonra ne onu görmek kısmet oldu, ne de Mersin’i. Yıldızlarıysa şuramda yer etti, ta şuramd

AcıHalil Serkan Öz ve Nuh Köklü

için

Sırf bu yağmurda bu dik yokuşu çıkmak zorunda kaldığım için bile onu öldürebilirdim ancak bu düşünceyi kafamdan atmam lazım. Ben bir profesyonelim ve işime duygularımı katmak beni yıpratır. Müşterim, kendisini öldürebilecek gücü kendisinde bulamadığı için beni kiralamıştı ve ben, sırf dik bir yokuş çıktım ve birazcık ıslandım diye ona kin besleyemezdim. Bir profesyonelden beklenen, ücreti mukabilinde beklenen hizmeti yapmasıdır. İlk işimden bu yana allaha şükür, profesyonellikten uzak bir tutum

Page 23: Non Serviam

sergilememiştim. Yalnız ilk defa bir müşterim benden kendisini öldürmemi istiyordu. Garip; üç yıldır bu işi yapıyorum bu istek beklediğimden çok geç geldi. Üstelik adam öyle zengin bir adama falan da benzemiyor, telefonda gayet kibar konuşuyordu. Hatta telefon görüşmesi sırasında bir an adama acıdığımı bile hissettim diyebilirim. Elbette bu düşünceyi hemen aklımdan uzaklaştırdım. Daha evvel yaptığım işlerin hepsinde bu acıma hissini yaşamıştım, genelde işimi bitirip öldürdükten sonra. Onları, belki de polisin haftalar sonra bulacağı bir yere gömdükten sonra. Yazık, çevresinde başka bir mezar bile olmadan yatmak can sıkıcı olmalı.

Telefonumdan bana attığı konum bilgisine tekrar baktım, telefonumun navigasyon özelliğini kullanarak bu zorlu dik yokuşun her bir yanına dağılmış yılankavi ara sokaklar arasında yolumu rahatlıkla buldum. Teknolojiyi seviyorum, bir yerde ekmeğimi teknoloji sayesinde kazanıyorum denebilir. İlk patronum, - paparazzilerin uğrak mekânı olan bir bar işletiyordu - ölüm tehdidimden korkup beni serbest bıraktığından beri işlerimi internet üzerinden görüyorum. Aslında bu işin tutacağını hiç hayal etmemiştim. İlk işim, patronumun ricası üzerine, karısına kendisini ifşa etmekle tehdit edip patronu söğüşleyen metresini ortadan kaldırmak oldu. Becerebileceğimi hiç düşünmemiştim. Nasıl oldu da kabul etmiştim bilmiyorum ama içimde bir yerlerde bir gün bir insanı öldürmeyi bekleyen bir duygu varmış demek ki... Neden sonra, patronumun, patronumun arkadaşlarının ricalarının ardı arkası kesilmemişti. İntihar süsü vermekte üstüme yoktu, maktulün cesedini en azından iki ay bulunamayacak şekilde saklamakta üstüme yoktu. Biraz ağır işleyen adalet sisteminin ve - Allah mucidinden razı olsun - internetten edindiğim pratik bilgilerin sayesinde hiç yakalanmamıştım.

Zile iki defa dokundum. Umarım vazgeçmez diye düşündüm. Bir müşterimi öldürmek hep aklımdan geçmişti, misal 17

Page 24: Non Serviam

yaşındaki kızını öldürmemi isteyen şerefsizi silah kullanmadan ellerimle parçalamak isterdim ama bir profesyonele bu yakışmazdı. Kızın yalvarması hala rüyalarıma girer durur ama bir rüyada yaşamıyoruz. Bir kiralık katile çok yoğun bir mesai yaptıran çıldırmış bir dünyada yaşıyoruz. Sonra o adam, kızını öldürdüğüm adam yani ne kadar ağlamıştı, ezilmişti karşımda. Töre dedi, yalandı. Yalanı bir kilometre öteden tanırım, yalanla içli dışlı bir iş yapıyorum. Zaten artık belli bir yaşın altındaki insanları öldürmemeye karar verdim, herkesin hayatta prensipleri olmalı. İnsanlar verdikleri hatalı kararlardan ders çıkarmalı. Şimdi dönüp baktığımda, keşke o işi kabul etmeseydim hatta müşterimi kendim öldürseydim diyorum. Kapının otomatik açılma sesi duyuldu, apartmandan içeri girdim. Asansör olmadığını ve merdivenlerin ne kadar dik olduğunu görünce öfkeyle bir küfür salladım.

Çatı katına varıp kapıyı iki defa tıklattım, kapıyı açtı. Benden kendisini öldürmemi isteyen adam karşımdaydı. Sakalları bir ya da iki günlüktü, sık tıraş olduğuna göre memuriyet benzeri bir iş yapıyordu. Beyaz tişörtünün üstünde bir domates çekirdeği ve domates lekesi gözüme çarptı, dikkatsiz bir adamdı. Gözaltları torbalanmıştı, bir günlük bir uykusuzluk olduğu belliydi. Hikâyeyi kafamda kurdum, adam işten yeni kovulmuştu, otuzlu yaşlarının sonunda olduğuna göre yıllarca emek verdiği işinden olmuştu ve buna dayanamayıp intihar etmeye karar vermişti. İntihar edemeyeceğini anlayınca da kısa bir internet araştırmasıyla beni bulmuştu. Ellerine baktım alyans göremedim, bu tespit genelde yanıltır, erkekler çoğu zaman alyans takmayı zaten sevmez ama bu adamın hiç evlenmemiş olduğuna emindim. Belki de işsiz kalınca evlilik arifesinde olduğu sevgilisi ondan ayrılmıştı.

— Islanmışsınız, çok özür dilerim. Geçin geçin, size havlu getireyim.

Page 25: Non Serviam

Ayakkabımı çıkarıp evden içeri adımımı attım. Tuhaf, sigara kokmuyordu. Dişlerine baktığımda, sigara tiryakisi olduğuna yemin edebilirdim. Belli ki yakın zamanda bırakmış. Zaten ölmeye karar vermiş bir insan neden sigarayı bırakır ki? Holde meraklı meraklı dururken, banyodan elinde havluyla çıkageldi. Sakız gibi bir havlu, ilginç bekâr bir insana göre fazla temiz bir adam. Belki de temizlik hastasıdır, benim havlularım ne kadar yıkarsam yıkayayım hiç beyaz olmaz. Hoş, havlu benim en çok kullandığım eşyadır, bu nedenle hep hiç kirlenmemiş bir havlum mutlaka bulunur. Bir de gömlek, kan sıçramış bir gömlekle ortalıkta dolaşmak istemezsiniz, hoş ilk başlarda bu kadar çok gömlek alacak param olmadığı zamanlarda kan lekesine çözüm bulmak için az kafayı yemedim. Her neyse, adamın temiz olmasını sevdim.

— Çok aptalım, geçin geçin ayakta beklemeyin. Rahat olun.

Sanki kendisini öldürmek için gelen bir katille değil de evinde ilk defa ağırladığı çok özel bir misafiriyle konuşuyordu. Üstelik nezaketinde ne bir rahatsız edici samimiyetsizlik ne de bir korku vardı. Genelde benimle çalışmak isteyenler benden korkarlar, bu nedenle de çok saygılı konuşurlar ama bu adam düpedüz bana sevecen davranıyordu. Oturma odasına geçtim, bir duvar boydan boya kitaplıktı. Boş olan duvarın önünde bir kanepe ortada bir sehpa, sehpanın üzerinde ise hazırlanmış ancak henüz dokunulmamış mükellef bir kahvaltı sofrası vardı. Odanın dağınık olan tek yeri pencerenin önünde duran çalışma masasının üstüydü. Bir yığın kâğıt, buruşturulup yere atılmış kâğıt topları ve bir de diz üstü bilgisayar vardı.

— Biraz dağınık, kusura bakmayın.— Pek önemsemem.

Ağzımdan çıkan ilk cümle bu oldu, galiba biraz da kaba oldu.

Page 26: Non Serviam

— Önemli değil, siz de rahat olun.

Hemen toparlamak istedim, adam bilmediğim bir şekilde bende hayranlık uyandırmıştı.

— Çay birazdan hazır olur, lütfen kahvaltıya oturun, dedi gülümseyerek.

Bir an acaba dalga mı geçiyor diye aklımdan kara bir düşünce geçti. Neyse ne zaten parasını peşin almıştım, sonra da onu sonsuzluğa gönderip buna bir cinayet süsü verecektim. Dalga geçmesi asla problem olamazdı. Gidip sehpanın hemen arkasındaki üçlü koltuğa oturdum. Birazdan çay tepsisiyle gelip, karşıma yere oturdu.

— Buyurun yahu başlayın hemen.— Teşekkür ederim.

Benim nezaketim soğuktu, samimi değildi. Bir an ezilmiş gibi hissettim. Çaydan bir yudum aldım, güzel demlenmişti. Ağzının tadını bilen bir adam olmalıydı. Çok aç değildim ama bir parça ekmek kopardım, arasına biraz peynir ve bir dilim domates koydum. Lokmamı çiğnerken konuştu.

— İsminiz neydi? Yani internette kullandığınız isminiz değil gerçek isminiz. Benim yerime bu zor görevi yerine getirecek olan kişinin ismini bilmek isterim.

Saklayacak değildim, nasıl olsa bilmesinin bir önemi yoktu.

Page 27: Non Serviam

— Yusuf. Rahmetli annem Yusuf Peygamberin menkıbelerinden çok etkilenmiş, onun gibi yakışıklı, ahlaklı, ticarette başarılı olmamı istemiş herhalde. Yazık, kadıncağıza böyle bir hediye vermek istemezdim.

— Memnun oldum Yusuf, benim adım da Suphi. Sen zaten biliyorsun. Ben adımın anlamına hiç bakmadım, tuhaf bir isim gibi aslında.

Sustuk tekrar.

— Zeytin de ye mutlaka, tuhaf belki ama benim en sevdiğim meyve zeytindir. Gerçi sen gelmeden bir tane ağzıma attım acı çıktı. Son bir haftadır mutlaka bir zeytin acı çıkıyor. Belki biraz da bundan dolayı ölmek istiyorum.

Ne tuhaf laf etti öyle, ruh sağlığı yerinde değil herhalde fazla kurcalamamak gerek. Şu kahvaltıyı edelim, bir sigara yakar öldürür giderim. Yine de merak da beynimi rahat bırakmıyor. Sorsam ya neden ölmek istediğini. Neyse oğlum Yusuf, suyu fazla bulandırma.

— Sahi hiç sormadın ne telefonda ne şimdi, neden ölmek istediğimi merak etmiyor musun?

— Suphi Bey, ben profesyonel bir hizmet vermek için geldim, nedeni beni hiç alakadar etmez.

Çok mu sert çıktım? Çok kaba oldu bu. Kendimi neden kötü hissediyorum? Ağzıma çarçabuk bir zeytin attım, cidden acı çıkmıştı. Zeytin acısı da hiç çekilmez bir şey. Yüzümü ekşittiğimi görünce güldü.

Page 28: Non Serviam

— Acı çıktı değil mi? Son zamanlarda zeytinler hep acı çıkıyor sanki ya da ben zeytin seçmeyi bilmiyorum. Eskiden böyle olmazdı, seçtiğim zeytine bilhassa özen gösterirdim. Galiba biraz boş verdim.

— Pekâlâ, anlatın öyleyse. Yani, ben merak ediyorum aslında ama profesyonellik gereği...

Ağzımda gevelediğim laflar karşısında epey eğlenmiş görünüyordu.

— Anlatırım tabii ama önce bir şeyler içelim istersen, evde cin var. Bir de sizli bizli konuşma yahu ölü bir adama saygı göstermene ne gerek var.

— Dostum çok teşekkür ederim ama iş üzerindeyken alkol kullanmam doğru olmaz, kendimi yakalatabilirim.

— Canım bir kadeh içersin, bir kadehten bir şey olmaz.

Kahkahası kulağımda çınladı. Sinir olmuştum, bir yandan da cidden saygı uyandırmıştı. 17 yaşında bir kız çocuğunun ağlamalarına kulak asmayan ben bu adamın karşısında neden bocaladım? Kafamı iyiden iyiye karıştırdı, bari anlatacağı hikâye güzel olsa. Açıkçası basit bir işten çıkarılma ya da terk edilme öyküsü şu anda beni tatmin etmez.

Elinde bir otuzbeşlik cin şişesi ve kötü restoranlarda kullanılan bir çeşit limon sosuyla ve iki viski bardağıyla geldi. Şişeleri ve bardakları elime tutuşturup, buz dolu bir kâseyle tekrar belirdi. İçkileri servis ettikten sonra gidip bilgisayarını

Page 29: Non Serviam

alıp geldi yine karşıma yere çöktü. Bilgisayardan müzik açtı, hüzünlü çok hüzünlü bir şarkı, çok güzel bir kadın sesi. Öyle ki bir an kadına âşık olabileceğimi düşündüm. Dalmışım.

— Şerefe Yusuf, kaldır hadi.

Bardaklarımızı tokuşturduk, "Bir kadehten ne olacak ki?" diye içimden geçirip bir yudum aldım. Cin içimi yaktı bir an sonra ferahladım. Cin içmeyeli çok olmuştu herhalde, kötü limon sosu da ne kadar yakışmıştı namussuza hele şu kadının sesi...

— Bu şarkıyı biliyor muydun? Adı "Cesur deniz", şarkıda başka ne anlatılıyor, neden bahsediliyor hiç bilmiyorum. Bana neyi anımsatıyor biliyor musun? Korkaklığımı. Korkak bir adamım, kendi ölüm fermanımı imzalayıp, tetiği çekemeyecek kadar korkak bir adamım. Neden ölmek istediğimi merak ediyorsun değil mi? Haydi şerefe bir fondip yapalım.

Kendimi kaptırdım, Suphi kendince bir intihar seremonisi yapıyordu aslında, biliyordum. Bunun üzerine de okumuştum, intihar edecek kişiler, en sevdikleri şeyleri yapar, en sevdikleri şarkıları dinler, kısacası hayattayken en keyif aldıkları anları tekrar yaşayıp öyle intihar ederlermiş. Ben de kendimi bu seremoniye kaptırdım. Bardağı fondipledim. Birer kadeh daha koydu, ses etmedim.

— Bir yıkım devrinde yaşıyoruz Yusuf. İnsanoğlu, medeniyet kuralı nereden baksan 5000 yıl geçmiştir, belki daha fazla her neyse ne önemi var. 5000 yılda yaptıklarımızı yüz senedir yıkıyoruz. Tam ortasındayız biz, senle ben. Saçmalıyorum kusura bakma, neden ölmek istediğimi anlatmaya çalışıyorum, kızma ama gülebilirsin. Mesleğine bir baksana, ücreti mukabilinde beni intihar edeceksin, tuhaf gelmiyor

Page 30: Non Serviam

mu? Neyse ben artık zorbalıktan bıktım. Bunun için ölmek istiyorum. Bavulumu hazırladım kaç defa, insanların daha nazik olduğu bir yer bulmak için kaçmak istedim. Faydası yoktu, bir defa kafama kazınmıştı. Takım elbiseli bir adamın, etrafında onlarca korumayla yerde yatan bir maden işçisini tekmelemesinin görüntüsü bir defa kafama kazınmıştı. Biz hiçbir şey yapmadık. Hep onlar kazandı. Bundan kurtulmanın bir yolu yok. Hiçbir yolu yok. Tuhaf değil mi? Yaşamın bu kadar ucuz olduğu bir yerde öldürmek için on bin lira istiyorsun. Sence de anlamsız değil mi Yusuf? Hadi fondip, hadi.

Elimde kadehi evirip çevirdim, o çoktan fondipleyip yeni kadehini doldurmuş, bir başka hüzünlü şarkıyı açmıştı. Sözlerini yutmaya çalışıyordum. Ömrünü insan öldürmeye adamış, bir makine gibi yaşamaya alışmış ben bir adamın sözlerinden mi etkilenmiştim? O kız kafamdan çıkmıyordu.

— İçsene Yusuf, darılırım. Bitmez korkma dolapta daha cin var.

Fondipledim, yeni kadehi doldurdu, onu da fondipledim. Zeytin acısı ağzımdan gitmemişti sanki keman ciğerimi yakıyordu. 17 yaşındaki o kızı düşündüm, kendimi ne kadar aldatsam, olmadığına inandırmış olsam da kızın karnındaki fetüsü düşündüm.

— Ee, devam et.

— Ne anlatayım Yusuf? Budur işte, bir de zeytinler çok acı çıkıyor artık. Bir hikâye yazmaya çalıştım geçenlerde, gülme ama yazamadım. Yani gülme dediğim, zeytin üzerine bir hikâye yazamamak çok koydu, insana en sevdiği meyve neden bir şey hissettirmez. Hislerin yıkıldığı bir devirde yaşıyoruz Yusuf. Hislerin yerlerde tekmelendiği bir devirde

Page 31: Non Serviam

yaşıyoruz. Bir dostum vardı Yusuf, kendisini dolandırmaya kalkan bir taksiciye itiraz ettiği için taksici kuytuya çekip vurdu onu. Bu kadar kolay olabilir mi Yusuf? Sen öldürmeyi bilen adamsın, öldürebilmek bu kadar kolay olabilir mi?

— Benim hikâyem farklı. Öyle bir yıkım devrinde yaşıyoruz, ben o yıkımın mimarlarından biriyim Suphi. Bazen canımı yakmıyor değil ancak yaşamanın yolu buysa... Ben de yaşıyorum işte bir şekilde.

Sustuk. Kalkıp mutfaktan yeni şişe getirdi. Bu kadehleri ikimiz de sek içtik. Sustuk. Sessizlik elle tutulur gibiydi, kim bilir yeni dostumun kafasından ne düşünceler geçiyordu. Beynimde yine bir çocuk ağlamaya başlamıştı, Suphi'nin de düşüncelerini tekmeliyorlardı eminim ama ne düşünüyordu bilemiyorum. Birer kadeh daha doldurdu, Suphi'yi öldüremezdim.

— Bazen...

Cümleye başlayıp sustum. Duymamış gibiydi elindeki kadehi izliyordu.— Bazen beynimde bir çocuk ağlıyor Suphi. Evde yalnız yaşıyorum, komşularımın hiç çocukları yok. Bazen çocuk ağlamasına uyanıyorum. Ben o yıkımın mimarlarından biriyim, ben bir çocuğu üstelik bir çocuk doğurmak üzere olan bir çocuğu öldürdüm... Ben galiba seni öldüremeyeceğim.

Son cümleyi öyle sessiz kurdum ki ben bile zor duydum. Suphi, dehşetle bana bakıyordu. "Tamam, hadi halledelim şu işi." Dedi.

Page 32: Non Serviam

Son kadehi içip ayağa kalktım, başım dönüyordu. Epey sarhoş olmuştum. Gözümün içine bakıyordu. Gözleri kan çanağıydı.

Tanrısal DöngüÇok büyük laflar edecek değilim, ilk defa bu kadar yalın

anlatacağım hikâyemi.Metropolden-azgın kalabalıklardan- beynimin parçaları

arasına sığdırabildiğim kadar insanı ve sevişebilecek kadar güzel kadınları hikâyeme sıhhat versinler diye anıyorum burada. Birçoğunun ruhu şad olsun.

Page 33: Non Serviam

Ben inanırım ki "tanrı insana öldürebilme kudretini verdiği gün tanrısallığından birinci parçayı, birilerini diğerlerine üstün kıldığı gün ikinci parçayı ve düşünebilecek kudreti bahşettiği gün üçüncü ve son parçayı yitirmiştir"

Ve hikâye başlar. Dikkat edin! Tanrım atıl bir durumda. Ve sizin iman

ettiklerinizin benim nazarımda bir geçerliliği yok.Bir kadınla tanıştım, yıl 994. Güzel bir kadın. Güzel

kelimesini belleğinizdeki anlamını unutarak kavrayın. TEK GÜZEL ŞEYDİ BU KADIN. Tüm estetik anlayışımın göbeğine oturmuş, renklerin taşıdığı her anlamı değiştirmiş ve kendisine benzemeyen her şeyi anlamsal yitirilmişliğe defetmişti.

Bu yükün altına girerek, elimde bir gül, karşısına çıktım. "Seviyorum kadın inceden inceden seni, siyaha beyaz, gri tonların hepsine pembe anlamlar yüklemişsin, yüreğim kadar seviyorum seni"

Bu biraz ağır geldi belki, ilkin pek anlam veremedi bu çıldırma eşiğine düşmüş adamın senfonisine, gülü uzattım, tebessüm etti.

Bir zaman sonra bir kahve içmeye çıkma kararı aldık.Bir zaman sonra seviştik.Bir zaman boyuncaBir zaman sonra gitti.

Gitmesi biriktirdiklerimizin altından çekilmesi anlamına geliyordu ve üzerime yıkıldı her şey.Öldürmeye karar verdim.Tanrısallığı yakalamanın başka bir yolu yoktu.Bir zeytinlik, zeytinin her anlamına isyan edecek kadar kötü durumda olan bir zeytinlikte, olabildiğince uzak bir yerden tek bir hamlede öldürdüm.Not: Aslında bir öldürme vakıası gerçekleşmemiştir. Öldürdüğünü zannettiği kişi, "güzel" olarak kabul ettiği kişi

Page 34: Non Serviam

bile değildir. Ama kendi dünyasında yakaladığı tanrısallık hissinin esrarlı gevşeticiliği altında rahatlamış ve ussal sancıdan kurtulmuştur. Sevgili okur. Burada gerçek olmaya hiç bir şekilde yaklaşamayan bir adamın hikâyesini yazdım. Ben bu adamı yaratma cesaretini beni yaratan tanrıdan alıyorum. Yarattığım adam beni atıl hale getirme cesaretini benden. Onun var ettiği kadın terk etme cesaretini ondan alıyor.

Kıllanma KılavuzuNe yazıyorum?Neden yazıyorum?Yazdıkça bir şeylerin değişmesi mi lazım?Daha mı güzel olacak her şey, ben buraya iki kelime tırtıkladıktan sonra?Kim okuyor buraya yazdıklarımı?Kimler okusun diye yazıyorum? Belki de en çok kendim okuyorum. Dönüp dönüp okuyorum, yazarken de yazdıktan sonra da yayınlandıktan sonra da. Bir daha okuyorum. “Ne anlatmaya çalışmışım acaba bu sefer?” diyerek. Kendime bir şeyler anlatmaya çalışıyorum sanırım. Kendimi anlamaya. Kendimi kendime açıklamaya çalışıyorum.

Kimse kullanma kılavuzuyla gelmiyor dünyaya, ama bazılarının ihtiyacı da olmuyor. Benim gibileri ise sürekli bir el kitabına başvurma ihtiyacı içerisinde.Kilitlenip kaldı, şimdi ne yapmak lazım? “Yardım için şuraya basınız” yazsa ya herhangi bir yerde. Ya da bir reset tuşu olsa. Şimdi bunu yaptık ama bundan sonra ne yapılacak?

Page 35: Non Serviam

Bazı insanlar ne kadar da rahatlar. El yordamıyla yollarını o kadar kolay buluyorlar ki. Sanki daha önce kırk kere gelmişler dünyaya. O kadar rahatlar, o kadar kendilerinden eminler ki, onların o tuhaf özgüveni beni daha da tedirgin ediyor. Ben mi yanlış yapıyorum bir yerlerde yoksa hakikatten bir yerlerde bir kullanma kılavuzu vardı da ben hiç mi görmedim?

Yaşamak gerçekten tuhaf ve büyülü bir şey. Dünya tamamen bir tuhaf büyü üzerinde dönüyor. Dünya dönüyor ya ne kadar tuhaf bir şey değil mi. Böyle yuvarlak, ama kocaman. Olduğu yerde dönüyor, olduğu yerde de değil tam. Durduğu yerde de durmuyor, bir de güneşin etrafında falan dönüyor, böyle bir acayip bir sistem. Ulan bir dursanıza iki dakika nereye dönüyorsunuz?

Baktıkça bakası geliyor insanın dünyaya, insanlara... Bak bak şaşır, şaşı bak kaçır... Başını sonunu kaçır. Ne ara dönmeye başladın abi sen? Bir kere dönmek için gereken enerjiyiNereden alıyorsun? Takıldım biliyorum, ama saçma yahu!

Bir de insanlar işte... Ne kadar rahatlar. Ne kadar biliyorlar her şeyi. Aşkı, âşık olmayı, birilerini kendilerine âşık etmeyi... Kolay bir şey mi bu böyle? İsteyince oluyor mu yani? Herhangi bir insanın sana dokunmayı delicesine arzulamasını nasıl sağlarsın?Ne zaman, nerede, neyi, nasıl yapman gerektiğini nereden biliyorsun bu kadar?Bu özgüven neyin nesi?Nasıl kendinden bu kadar emin olabiliyorsun?Bu kadar kolay yalan söylemeyi nasıl becerebiliyorsun?Bu mu aslında işin sırrı?

Page 36: Non Serviam

Kendin de dâhil olmak üzere herkese yalan söyleyebilmek. Kendinle ilgili, dünyayla ilgili yeni yalanlar yaratıp onlara inanmak. Sonra o yalan üzerinden yeni bir dünya yaratıp o dünyada yaşamak...Nasıl beceriyorsun bu kadar kolay ayakta kalmayı?

Bir yerde mi yazıyor bütün bunlar?

Nasıl Oluyor Bu İşler*bir keresinde, 8 yaşımdayken, babam beni sevmeye karar vermişti. kahveye gidiyoruz. herkes çay içiyor. “bana bir çay, bu delikanlıya da bir oralet” diyor. herkesin çay içtiği yerde turuncu renkli bir şey içiyorum ve şekerli. o farklılık duygusu hoşuma gidiyor.*denizi ilk gördüğüm zamanı unutamıyorum. saatlerce suyun içinde oturmuştum. yüzme bilmiyordum.*bir keresinde, arkadaşlarımdan biri, “ne biçim koç burcusun sen, bildiğin balıksın, balık” demişti bana. esquire ve rogue

Page 37: Non Serviam

okuyordu. bense gazeteye sadece muhabbet kuşumun altına serdiğimde göz gezdiriyordum.*barmen, cüzdanın boşalıp, mesanen ve bardağın dolana kadar ilgileniyor seninle. kasiyer kız para üstünü vermiyor. 5 kuruş para üstünü almanın verdiği gerginlik beni strese sokuyor.*ilk sigaramı bisiklet cantlarının arasına pet şişe sokup motosiklet efekti yakaladığımız yıllarda içtim. on üç yaşındayım. maltepe. annem gelip elime vuruyor. arkadaşlar falan var. utanıyorum. arkadaşlardan değil annemden utanıyorum.iki ay sonra, babam “içiyorsun madem daha az zehirlen” diyerek samsun almıştı bana.*babam, annem, öğretmenlerim, sevgililerim.. istediğiniz gibi biri olamadım. her biriniz kafanızdaki adam gibi şekillendirmeye çalıştınız beni. başarısız bir hayat projesi oldum çıktım sonunda.*bir keresinde, traş olurken, tanrıyı gördüm. yüzümü bile kesmemiştim üstelik.*okulu seviyordum. az da olsa itaat ediyordum ama, beni evden uzakta tutuyordu. sayıları hep sevdim. az malzemeyle çok iş yapıyordun. basit yemekleri severim o yüzden. mesela makarna.*okumayı geç öğrendim. harf harf okuyordum, ızdırabını sikeyim. bir sene gerizekalı muamelesi gördüm. dedim ya, ben hep sayıları sevdim. edebiyat benim için bir ütopyadan ibaret.*insanları yalan söylerken gözlemlemeyi seviyorum, ilgiyle dinliyorum. olmak istedikleri insanı anlatıyorlar sana. eğlenceli iş.*hayatım bir aralar futbol programlarından farksızdı. oynayan bendim, koşan, ter döken, ceza alanına çapraz koşu yapan bendim. yenilen, kazanan bendim. ama benim dışımda kalan herkes yorum yapıyordu.

Page 38: Non Serviam

*mevlevi dervişleri, kefenlerini sarık yapıp başlarında taşırmış. benim odamdaki halı bir metrekare bile değil. ben ölsem, nerede nasıl gömülürüm?* “she just wants to love herself” diyor kayıp kuşağın mavi gözlü soluk ozanı kurt cobain. bütün ikili ilişkilerin hasılası bu adeta. öznesi değişmeyen, nesnesi bilinmeyen zamanlarda çarmıha gerilmiş. akreple yelkovan arasına sıkışmış binlerce ruh. her şey tek bir ekinoks tarihine bakıyor. gölge boyuna, meridyenlere dayanan, annenizin pazar sabahı hazırladığı kahvaltıdan başlayıp bir gün ayrılmak zorunda olduğunuz oyuncak ayıya kadar uzanan.*çirkin olmak, güzel kadınları pek de ciddiye almamakla sonuçlanıyor. vitrindeki telefonlara bakar gibi işte. telefonu görüyorsun, “hmm güzelmiş” deyip geçiyorsun. nasılsa almayacak olmanın verdiği rahatlık var üstünde. lise dönemlerinde ne yapıp ne edip okulun en güzel kızlarından birine vuruldum. sebebi çok basitti, kız güzeldi işte. garnizon komutanıydı babası. kızın geçtiği yollardan geçmemeye çalışıyordum. hem seviyor hem utanıyordum. nihayet açılacak oldum, kız “arkadaşlığımızı kaybetmek istemiyorum” demişti. hem de bunu hiç tanışmadığımız halde söylemişti.*sürekli meşgulmüş gibi yapanların, kulağında kulaklıkla çok önemli şeyleri konuşuyormuş gibi ve oksijen alışverişi buna bağlıymışçasına bağıra çağıra konuşanların, iğrenç kadın erkek ilişkilerinin, birinin yatağında, başka birinin evinde, bir sahilde uyanarak, uyuyarak, terli nefes alarak, telaşla konuşularak yaşanan ilişkiler, herkesin kafayı güçlü görünmekle bozduğu, farkedilmek için götünü yırtan ve siklemezmiş gibi görünmeye çalışanların, ölsem üzerime gazete bile sermeyecek olan insanların gezegeninde yaşamak yüzyılın en büyük vebası.*otobüs yolculukları çok ilginç. hayır, işin romantik kısmına girmeyeceğim. bildiğin ilginç. hiç tanımadığın, muhtemelen bir daha görmeyeceğin insanların derdini dinliyorsun, sigarasını içiyorsun. ilk büyük terminalde sonlanan mola arkadaşlıkları. koltuk arasına sıkıştırılarak uyunan non-ortopedik uykular.

Page 39: Non Serviam

*hayatımı kimsenin uğraşmaya tenezzül etmeyeceği şeylerle geçiriyorum. hayvanlardan en çok köpekleri, insanlardan en çok çocukları seviyorum.*dünyanın en zor şeyi nedir diye sorsalar, berberde saçım kesilirken aynanın yansımasından televizyon izlemeye çalışmak derim.*bir aralar ciddi ciddi, marketten büyük bir kutu isteyip yanlarına iki delik açarak içinde yaşamayı düşündüm. anne rahmine geri dönmek istemek olarak açıkladı bunu bir psikolog arkadaşım. “siktir lan” deyip biramdan bir yudum daha aldım.*bir insanı tanımak istiyorsanız ona kitap ödünç verin. sonrasında kitaba nasıl muamele ettiğine bakın. kitap geri gelmiyorsa, arkadaşlığınızı revize edin. *apartmanın kapıcısına baya üzülüyordum, geçen oturduk muhabbet ettik adam benden iyi kazanıyor onu fark ettim.*sahi, nasıl oluyor bu işler?